|
Kapitalist
Sistemin ve Batının Oyunu
Batılı
ülkeler, kapitalist sistem içinde, kaynakları daima
merkeze doğru çekerek, bugüne kadar geldiler. Bu
ülkeler, kaynakları ele geçirmek için, önce,
askerleri ile fiilen sömürgecilik yaptılar.
Ülkeleri işgal ettiler, oralardaki insanları
"medenileştirirken" (!), onların kaynaklarını
sömürdüler. İşleri bittikten sonra da, insan edası
takınarak, sömürgelerine bağımsızlığını verdiler.
Doğrudan sömürü düzenini, ticari sömürü ilişkisi
izledi. Gelişmiş ülkeler, kendi mallarını, geri
ülkelerin hammadde ve ürünleri ile daima avantajlı
bir ilişki içinde değiştirdiler. Ticarete açılmayan
ülkeleri zorla ticarete açılmaya zorladılar.
Japonya'yı ticarete açmak için, Amerikan
donanmasının Tokyo limanını topa tutması, ekonomi
tarihinde önemli bir yer işgal eder. Japon tarihinde
"Kara Gemiler" olarak bilinen bu olayda, Kaptan
Perry yönetimindeki Amerikan donanması, Tokyo
limanını topa tutarak, Japonya'yı ticarete açmaya
zorladı.
Kendi aralarında da acımasız bir rekabete giren
kapitalistler, daha sonra da, ithal ikameci
politikalar ve patent hakları yolları ile,
gelişmekte olan ülkelerdeki üretim potansiyellerini
paylaşıp, denetim altına almaya çalışmış ve bunu da
büyük çapta başarmışlardır. Gelişmiş ülkeler,
uluslararası finans kurum ve piyasalarından
gelişmekte olan ülkelere kredi dahi sağlayarak, hem
bu ülkeleri borç batağına itmiş, hem de kendilerine
kaynak aktaran arterleri canlı tutabilmişlerdir.
Kapitalist dünya, kendi halkını da, ufak bir grup
lehine sömürmekten geri kalmamıştır. Sanayileşmenin
ilk aşamasında, küçük çocukların yoğun biçimde, tüm
haklarından yoksun, olarak, geceli gündüzlü
çalıştırılmaları, püriten ekolün baskısı altında
insanların manevi duygularının sömürülmesi, Batı'nın
kendi halkını köleleştirme süreçlerine örnektir. Ne
var ki bu süreç, bir yandan karşıt rejimlerin
rekabeti, diğer yandan da sistem içi verimlilik
önlemlerinin geliştirilmesi ile fazla uzun sürmedi
ve zamanla yumuşadı.
Çelişki kaldığı sürece, yumuşamalar da geçici
olmakta, işler sıkışınca durum yine
sertleşebilmektedir. Nitekim, 1970'lerden beri olan
da işte budur; sosyal devletin daraltılması, gelir
dağılımının bozulması, özünde işlerin sıkışık
olduğunun görüntüsü ve güç dengeleri içinde
girişilen çözümlemedir. Aslında, sosyal devlet,
köklü bir çözüm değil, palyatif bir erteleme
yöntemidir. Sosyal devlet uygulamasında dizginler
daima sermayenin elindedir.
Sıkışan merkez, son aşamada da, çevreye finans
kurumları kanalları ve özelleştirme dayatmaları ile
saldırmaktadır. Küreselleşme ideolojisi ile güçlü
bir biçimde desteklenen saldın, ne büyük bir
gaflettir ki, gelişmekte olan ülkelerce, bir saldın
olarak değil de, bir ilişki ve çağdaş düzen olarak
algılanmaktadır.
Sıkışan Batı bu tür politikalara daima başvurmuş ve
başvurmaktadır. Bizim gibi ülkelerin bu oyuna
kızmak yerine onu anlaması ve ülke içindeki çıkar
grupları ile etkili bir mücadele cephesi
oluşturması gerekmektedir.
Hangi alanda mücadele edilmesi gerektiği konusunda
sadece bir örnek vermek gerekirse, yeni vergi
tasarısındaki bir noktayı belirtmek yeterli
olabilir. Yeni tasarı, ilk hali ile yatırım
indirimini yeni makina ve teçhizat koşuluna
bağlamış idi. Sonradan, bu hükümden "yeni" sözcüğü
kaldırıldı. Bunun anlamı, Batı'nın terkettiği fakat
boyayıp, süslediği eski teknolojiye sahip makina ve
teçhizata bizim yatırımcılarca rağbet edileceğidir.
Bu uygulama, enflâsyonist ortamda, pompalanmış iç
piyasada iş yapanları, tüketiciler aleyhine, zengin
eder, ama ülkeyi geri bıraktırır. İşte
bundan,dolayı, Batı tüm gücü ile, GATT anlaşmalarını
sonuçlandırıp, güçlendirmekte, globalleşmeyi
savunmakta ve bizlere dayatmaktadır. Kârlı
KİT'lerimiz, bilinçsiz pazar olanaklarınız, ve
vergi cenneti yaratan politikalarımız iştah
kabartırken, tüketici kredilerinden emdikleri kanla
lüks ve israfa boğulan fınans kesimi, vatansever
yatırımcı (!) müteşebbisler ve bu durumdan
yararlanmayı amaçlayan sair çevreler haksız mıdır?
Bizim, bu sömürü çevrelerinin doğal davranışlarına
kızmamız yerine, acaba kendimize dönüp, niçin
örgütlenmediğimizi, niçin siyasal kararlara girme
kanallarını zorlamadığımızı ve böylece çıkarlarımızı
daha bir bilinçle savunarak bu çirkin oyunu
bozmadığımızı düşünüp, bunlara çareler üretmemiz
daha akılcı bir davranış olmaz mı!
Kaynak: İzzettin Önder – İstanbul Üniversitesi
Maliye Bölümü
|