Kapitalist
Merhamet, Japon Modeli ve Türk Vakıfları
İnsanların bir arada yaşamaya başladığı günlerden
beri eşitlikçi düşünce var olagelmiş, fakat eşitlik
hiçbir zaman gerçekleşmemiştir. Bundan sonra da
gerçekleşmeyecektir.
İnsanların kendi milletlerinin zenginliğinden
aldıkları paylar farklıdır. Milletlerin dünya
zenginliğinden hisselerine düşen ise daha da farklı
bir manzara arzeder. Elimizdeki yeni iktisat
kitabından rakamlar alarak fikrimizi tesbit edecek
olursak:
1984 yılı rakamlarına göre Amerikada fert
başına düşen milli gelir 14,900 Amerikan doları iken
Hindistan'da 970 dolar idi. Fark 15 misli Amerikadaki gelir dağılışına bakalım": Yıllık geliri
5000 doların altındaki ailelerin nisbeti % 6 -
10,000 doların altındakiler ise % 16,6. 10.000 dolar
o tarihlerde tesbit edilen fakirlik çizgisidir.
Demek ki, her 6 Amerikan ailesinden biri fakirlik,
her 17 aileden biri de sefalet çizgisinin
altındadır. Bu nisbetler sanayileşmemiş milletlerde
daha da dramatiktir.
Eskiden de biliyorduk ama bugün iyice görülmüştür
ki, milletlerin zenginliği kaynakların
kullanılmasına ve doğru tahsisine bağlıdır.
Kaynakların kullanılmasında ve tahsisinde kar
motifinin ve 19. asırdaki felsefesinin ve
tatbikatının sosyalizmden ve her türlü devlet
müdahaleciliğinden daha verimli ve üstün Olduğu
bugün galiba çok daha geniş çevrelerce
anlaşılmıştır.
Zenginliğin paylaşılmasına gelince: Amerikada 1982
yılında milli gelirin % 4.7'sini alttaki % 20'lik
dilim, % 42.7'sini ise üstteki % 20'lik dilim
alıyordu. En üstteki % 5'lik zenginlere düşen pay
ise % 16 idi.
Gelir dağılışındaki bu eşitsizlik
sanayileşmiş ülkelerde hemen aynı modeli takip
eder. İngiltere ve İsveç gibi uzun sosyalizasyon
denemesi geçirmiş olanlarda % 20'lik üst dilimler
biraz daha düşük payalırlar. İngiltere’de % 40,
İsveç'te 010 37 gibi. Ama bu nisbet Brezilyada o/o
65'e yükselir. Servetler arasındaki farklılık ise
çok daha keskindir. Amerikada toplam servetin %
801i, % 20'lik üst dilimdedir. İngiltere’de bu
nisbet % 90'ı bulur. Her iki ülkede de nüfusun %
40'ına isabet eden servetin payı yok
mesabesindedir.
Gelir ve servet dağılışındaki bu manzara yakın
zamanın rakamları ile tesbit edilmiştir. Esas
itibariyle kapitalist ekonominin sonucudur. Bir
yanda maliyeti düşürmek, emeğin ve sermayenin
verimliliğini artırmak suretiyle karı yükseltmek,
kardan yeni teşebbüslerin gerektirdiği sermaye
hissesini ayırmak ve yeni kar servet kapıları
açmak; öte yandan emeğin pazarlık gücünü korumak,
hatta artırmak; kabiliyetlere fırsat eşitliği
sağlayan eğitim ve sağlık teknolojilerini de
geliştirmek gayretlerinin ortak sonucudur. Kısaca,
kapitalizmin içinde oluşan sosyal ve materyal
teknolojilerin ortak eseridir. .
Sosyalizmin sahneye çıkardığı ve ihtilallerle
yürürlüğe koyduğu sosyal ve materyal teknolojileri
bütün sonuçlarıyla iflas etmiştir, çökmüştür.
Mülkiyet ve miras kurumları kaldırılmıştır. Çünkü
eşitsizliğin sebeplerinin ve
kaynaklarının başında
bu iki kurum gelmekteydi. Üretim araçlarına el
değiştirilmiştir. Bu altyapı kurumlarındaki devrim
üstyapı kurumlarına da aktarılmıştır. yaratma
çabaları yetmiş yıl kesiksiz sürmüştür. Sonuç?
Gördük.
Kapitalist ekonomi ve siyasi demokrasi ile idare
edilen ülkelerde modern devlet, sosyal devlet,
refah devleti gibi kavramlarla ortaya dökülen
yaklaşımlar ve tatbikat da, esas itibariyle
eşitsizlikleri -ve elbette gelir dağı!ışındaki
adaletsizliği gidermeyi hedeflemiştir. Bunlar ta
başından beri, gerek Bismarck'ın Prusyasında,
gerekse de Gladstone'un veya Lloyd Georges'un, yahut
(FabianYlerin İngilteresinde sosyalistlere karşı,
tedbir olarak, gelişmiştir. Bugün de gelir
dağılımının adaletli olduğunu kimse iddia etmiyor.
İktisatçıların Pareto kanunu dedikleri bir tesbit
var: Değişik ülkelerin gelir dağılışlarının üst
diliminde tam bir çakışma vardır ve bu benzerlik
hangi tedbir alınırsa alınsın değişmiyor. Müterakki
gelir vergisi sisteminin bunu değiştireceği yolunda
ciddi iddialar vardır. Bunlar bir devre için şekil
olarak doğru ise de mahiyet değişikliğine şüphe ile
bakmak gerekir.
Görülmüştür ve şimdi de görüyoruz ki, bahse konu
olan gelir ve servet dağılışının şekli değildir. Bu
dağılışı, mesela insanların kabiliyet ölçülerinde
olduğu gibi, bir çan eğrisi haline getirmek mümkün
değildir. Gelir dağılışı eğrisi fakirlik tarafına
yatıktır, yani fakirler çok, zenginler azdır.
O
halde bahse konu olan nedir?www.ekodialog.com
Bu dağılışın mağdurlarına sahip çıkmak ve
onları esirgemektir. Merhamet kelimesini daha yaygın
manası olan acımaktan ziyade esirgemek şeklinde
alıyorum.
Kapitalizmin merhameti önce, her merhamette olduğu
gibi, dindarların, zenginlerin ve özellikle dindar
zenginlerin hayırsever insaniyetperver şeklinde
tecelli etmiştir. Amerika gibi her dinden ve her
mezhepten insanın toplandığı bir ülkede, herkes
kendi inancını yayma yarışına girmiş, kiliseler,
okullar, hapishaneler, toplantı salonları açıldıkça
açılış, kitaplar ve incil basılıp dağıtıldıkça
dağıtılmıştır.
19. Asırda ticaretin ve sanayinin baş döndürücü
zenginliği ile kuduran dünya nimetlerine düşkünlüğün
ve nefsaniyetin tırmanışı kapitalist merhametin
insaniyetçi, çabalarını yetersiz kılmıştır.
Burada devletin devreye girdiğini görüyoruz. Almanya
Şansölyesi Otto von Bismarck" ilk (Sosyal
Sigortalar)'ı kuruyor. İnsanları kazaya, hastalığa
ve yaşlılığa karşı sigortalıyor. Bunu İngiltere'de
Fabian sosyalistlerinin yürüttüğü gayretler takip
ediyor ve 20. asrın başında İngilizler emeklilik ve
sağlık sigorta kanunlarını çıkarıyorlar.
Amerika'da kapitalist merhameti devletleştiren
Franklin D. Roosevelt olmuştur. Üniversitelerin (kampuslerında
oluşturulan "New Deal" programı ile iktisatta
Keynes'ci doktrinin icapları yerine getirilirken
sosyal siyasetin neredeyse bütün yükünü devlet
yüklenmiştir. Eğitimde, Sağlıkta ve Sosyal
Yardımlarda dağınık işleri toparlamak üzere
kurulan (1953) (Depatment of Education,
Health and Welfare = Eğitim, Sağlık ve Sosyal
Yardım Bakanlığı), 1970'lerde yılda 160 milyar dolar
harcayan dev bir kuruluş haline gelmişti.
Kapitalist merhametin devletleşmişi), aynen bizim
KİT'ler gibi hantallaşmaya ve verimsizleşmeye yüz
tutmuştur. Bunların özel sektördeki yardım
teşkilatları (welfare organisation)'nın ve
insaniyetçi vakıfların önce dengelenmesi ve sonra
zaman içinde tasfiyesi gerekecektir. www.ekodialog.com
Batının, yani kapitalist
dünyanın, sosyal siyasetteki tıkanmasının başlıca
sebebi harcamaların büyümesi ve kaynakların
küçülmesidir. Tabii bu bağlantıda milli gelirden
devlet harcamalarına ayrılan payın önemli yeri
vardır. Biz buradan başlayarak, sosyalist devlet
haline geldiği söylenen ve yaptıkları çok övülen
İsveç ile İngiltereyi Japonya ile mukayeseli olarak
ele alacağız.
Yurtiçi hasılaya göre devletin nihai tüketim
harcamaları
ülke 1970
1980 1989
japonya 7.4 9.8 9.3
İngiltere 17.5
21.2 19.4
İsveç 21.6
29.0 26.2
Burada açıkça görülüyor ki, Japonyada devlet
küçüktür.
Yurtiçi hasılaya göre sosyal güvenlik harcamaları
ÜLKE
1970 1980 1989
Japonya 5.3
10.8 14.0
İngiltere 13.7
17.3 20.5
İsveç 18.6
31.9 35.2
Burada da, hem harcama nisbetlerinde ve hem de
artışlarda Japonya'nın ötekilere göre daha düşük
seviyede olduğu görülmektedir.
Japonya'da işçi hareketleri hiçbir zaman Avrupadaki
güce ulaşmamıştır. Bir defa firmalar kendi
işçilerine sahip çıkmışlar, onları iş güvenliği
bakımından tatmin etmişlerdir.
Japonyada iki türlü işçi vardır: Bunlardan
birincisi asıl işlerde çalışan daimi işçilerdir ve
işlerinde ömür boyu kalırlar. Ötekiler tali işlerde
çalışan geçici işçilerdir. Bunlardan birincilerin
sendikaları vardır. Ama bu sendikalar işkolu veya
firma seviyesinde sendikalardır. Kamu kesiminde
çalışan işçilerle büyük firmalarda ve asıl işlerde
çalışan işçilerin sendikalı olanları fazladır ve
bunların toplam Ülke işçilerine nisbeti şimdi %
27'ler civarındadır.
Japonya’da emeğe destek veren siyası partiler de
zayıftır. Liberal Demokrat Parti hep iktidarda
olmuştur. Muhalefetteki sosyalist partilerin oyları
toplamı % 30'lar civarında dolaşmaktadır. LDP bir
defa, 1976'da % 41'e dÜşfi1ÜŞ, sonra toparlamıştır.
Liberal Demokrat Parti'nin de, işçilerin de,
patronların da Avrupa’nın refah devleti dediği
sisteme pek sempatisi yoktur.
Japon ekonomisinin ana karakterinde şu üç çizgi
tutturulmuştur ve devam etmektedir: 1) Düşük
vergilendirme, 2) Düşük faiz, 3) Yüksek tasarruf ve
sermaye teşkili. Buna bir , de istikrar iradesini
eklemek gerek. İşçisinde de, işvereninde de,
bürokratıyla ve siyasetçisiyle, devletinde de uzun
vadeli ve sürekli fayda anlayışında buluşma
görülmektedir. Onun için işçi tedirgin değildir ve
gelişigÜzel ücret talebinde de bulunmaz. Herkes de
hesabını buna göre yapar.
Sosyal siyaset veya sosyal yardım
politikalarında devletin yeri elbette vardır, fakat
esas zemin fert, aile ve cemaat dayanışn1asıdır. Bir
zamanlar -1970'li yıllarda- Avrupaya benzemek
hevesiyle zorlanan devlet elindeki sosyal yardım
teşkilatından sağlanan faydalar da, devlet sosyal
yardım sisteminin rolü de şimdi azaltılmıştır. www.ekodialog.com
İhtiyarlık sigortası biraz daha farklıdır. Bu konu
65 yaşın üzerindeki nüfus nisbetiyle yakından
ilgilidir. Japonya'da, İngiltere'de ve İsveç'te 65
yaşın Üstündekilerin 1993 yılındaki nisbetleriyle,
2010 ve 2030 yıllarında beklenenler aşağıda
gösterilmiştir:
ÜLKE 1993
2010 2030
Japonya 13.4
18.6 20.0
İngiltere 15.8
14.6 19.2
İsveç 17.16
17.5 21.7
Burada
2010 yılına ait tahminlerden İngiltere ve İsveç ile
ilgili olanların daha şimdiden aşıldığı
görülmektedir. Rakamlar ayrı kaynaklardan
derlendiği için tahmin hatası da olabilir. Her ne
ise, görülüyor ki, Avrupa gibi Japonya da, daha
yavaş olmakla beraber, ihtiyarlamaya yüz tutmuştur.
Bu ülkelerin nüfus artışlarında da dikkate değer
düşüşler görülmektedir. Son rakamlara göre
Japonyada yıllık nüfus artışı binde üç, İngilterede
eksi binde üç ve İsveçte binde altıdır.
Sosyal güvenlik mi dersiniz, sosyal devlet veya
refah devleti mi dersiniz, ne ise, yirmibirinci asra
darboğazIa girecektir.
Bizim gibi Avrupa taklitçisi ülkelerde durum biraz
daha değişiktir. Bizde 65 yaşın üzerindeki nüfus
1993 yılında % 4.3'Ü göstermektedir. Her ne kadar
kötü idare yüzünden bazı alarm zilleri çalmakta ise
de, becerikli hükümetler olursa bu geçitten
geçilir.
Bizim meselemiz gençliğimizdedir. On beş yaşın
altındaki nüfus japonyada % 16.8, İngilterede %
19.3, İsveçte % 18.8 iken bizde % 33.7'dir.
Bu durumda münhasıran ve ağırlıklı olarak eğitim
meseleıııiz vardır.
Devletimizin Başkanı siyaset meydanlarının otuz
yılda kazandırdığı alışkanlıkla, her çıkışında "aş
lazım, iş lazım" diyor. Halinden ve lafın
gidişatından anlıyorsunuz ki, bu bir vaaddir, bir
taahhüttür ve devlet adına yapılmıştır.
Okul lazım, hastahane lazım. Kim yapacak,
kim işletecek? Devlet.
Askerlerin birkaç defa başında bekleyip
yazdırdıkları Anayasamızda sosyal siyasetin bütün
sorumluluğu devlete yüklenmiştir. ikinci maddeye
göre sosyal devletiz. Beşinci maddeye göre
"devletin temel amaç ve görevleri" arasında "kişinin
temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve
adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak şekilde sınırlayan
siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmak" ve'
"kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu
sağlamak" var.
Biz Türkler refah ve saadetimizi
devletimizin bekasında görürüz.www.ekodialog.com
Devletlerimiz de, Bilge Kağan'lardan beri
açı doyurmak, çıplağı giydirmek, azı çok etmek
gayreti içinde olmuşlardır.
Ne
var ki, bu temel amaç ve görevlerin yürümesi ciddi
metod değişikliği gerektirmektedir. Refah devleti,
sosyal devlet, modern devlet diye tarif ettiğimiz
yapının modası geçmiştir veya geçmek üzeredir.
Japon misalinde görüldüğü gibi, refah devleti değil,
refah toplumu arayışı öne geçmiştir.
Eğitimin, sağlığın, konut edindirmenin, bölgeleri
kalkındırn1aaın, aile gelirlerini desteklemenin ve
benzeri tedbirlerin masrafa ve bürokrasiye
boğulduğu, gevşediği, hantallaştığı görülmüştür.
Şimdi kar gözetmeyen (nonprotiü, resmi olmayan (non-governmental),
gönüllü (voluntary) teşebbüsler rağbettedir.
Batının bu yönde gelişmelere yöneldiği görülüyor.
İşte tam bu zamanda Türk vakıflarını ele almak,
geçmişiyle ve geleceğiyle yeniden değerlendirmek
adeta (emr-i zaruri) haline gelmiştir. Bunun için
pek çok işaret ve pekçok gerekçe vardır. Barut
mesabesinde olanı da şu devlet harcamalarının
düştüğü zavallı durumdur. Devletimiz milletten
topladığı vergileri ; maaşlara ve borçlara yatırır
duruma düşmüştür. Sosyal devlet olsa ne yazar,
refah devleti olsa ne değişir?
Zengin Türk beyleri toy tertipler, servetini
yağmaya verirdi. İslamiyetle teşerrüften sonra
vakıflar devreye girdi. Müslüman Türkler dertlere
şifa bulmayı ücrete bağlamadı. Him edinmeyi, ilim
yaymayı ücrete bağlamadı. Bu işleri hep vakıflar
gördü. Açın, susuzun, yolda kalmışın, çaresizin,
mahrumun imdadına daima vakıflar yetişti.
Cihan devletlerinin, Selçuklunun ve Osmanlının amme
hizmetini, sosyal yardım hiz- . metini vakıflar
görmüştür. Bu topraklarda Nizamiye medreselerinden
bu yana nerde eğitim varsa hepsi vakıftır. Nerde
Darüşşifa, Bimarhane, Kervansaray, külliye, han,
hamam varsa hepsi vakıftır. 18. asırda devlet
varidatının üçte birine yakını vakıflardan
gelmektedir.
Vakıf kültürümüzün şu özelliklerini bir kerre daha
hatırlatmak' yerinde olacaktır: Vakıfta hasbilik
esastır. Vakfedenin bu işten hiçbir menfaat
beklemesi bahse konu değildir. MÜslümanlar
kitaplarındaki emre uyarak yaradanıarına (arz-ı
hasen)'de bulunurlar.
Vakıf vakfedenin mülkiyetinden çıkar, başka hiç
kimsenin mülkiyetine girmez. Miras yoluyla kimseye
intikal etmez. Vakıfta hayratın devam etmesine
ebediyen yetecek akar tahsis olunur.
Cumhuriyetin hızlı inkılapçıları bu işleri devlet
görür, vakıf da neymiş havası içinde ecdat;
emanetini tarümar etmişlerdir. Şimdi taklitçilik
yolunda sürüklendiğimiz şu badireden kurtulmak için
vakıflardan, dolayısıyla ecdadımızın mübarek
ruhlarından istimdat eylemeliyiz.
Tövbe-istiğfar da kime nasib olmuşsa Cenab-ı Hak
gafur ve rahimdir. Amenna.
Kaynak: Prof. Dr. Şaban Karataş
|