|
Kapitalizmin Ahlakı ve Kapitalizm Üzerine
Giriş
Doğal hukuk ve adalet üzerine geleneksel çalışmalar, gerçekte doğa
bilimleri için düzenlenmiş bir metodu sosyal
bilimlere uygulamaya çalışan bir ekonomik bilim
düşüncesinin gelişimiyle parlaklığını yitirmeye
başlamıştır. Bu düşünceye göre, ekonomik teorinin
belirleyici içeriği, dar bir "rasyonellik" ölçütünün
sistematik biçimde uygulanmasından ibarettir; yani
hem bireysel insan davranışı hem de ekonomik
politika, belirli yöntemleri esas almak suretiyle,
arzu edilen sonuçları elde etmeyi en iyi şekilde
mümkün kılacak bir maksimizasyon ölçütünü temel alan
fayda-maliyet hesaplarıyla belirlenmiştir. Bu
yaklaşıma göre, insan davranışına rehberlik eden
ahlâkî ilkelerle ilgili mütalaaların konuyla
ilgisini ve önemini kaybettiği açıkça
görülmektedir. Görünen o ki, bugüne kadar gerçekten
insan davranışına uygun, onların davranışlarını
uyduracakları önceden belirlenmiş ahlâkî kurallara
gerek duyulmaksızın her bir eylemden elde edilen
yararlı sonuçları en üst seviyeye çıkarmak için
uygulamaya konulan basit bir ölçüt vasıtasıyla
pratiğe geçirilmiş evrensel bir rehber
bulunabilmişti. Böylece bilim, açıkçası, onları
geçersiz şeylermiş gibi sunarak adaletle ilgili
hususların üstesinden gelmeyi başarmıştı.
Neticeciliğin (Consequentialism) Başarısızlığı
Mamafih, belirli yöntem ve maliyetleri temel almak
suretiyle önceden bilinen sonuçları maksimize etmek
için kararlar alarak davranmanın mümkün olduğuna
inanan neticeci (consequentialist) düşünce görünüşte
başarısız oldu. Öncelikle, ekonomik teorinin
kendisinin evrimi, her bir insan davranışından çıkan
fayda ve maliyetlerle ilgili gerekli bilgiyi elde
etmenin imkânsız olduğunu gösterdi. Modem ekonominin
bu öncülü, sürekli olarak yeni amaç ve yöntemler
keşfeden ve böylece yeni malûmat ve bilginin akışını
sağlayan insanoğlunun doğuştan yaratıcı kapasitesine
dayanır. Bu yeni anlayış, belirli bir hükümetin
siyasî kararlarının ve/veya beserî davranışların
müstakbel özgül sonuçlarını önceden tahmin etmeyi
imkânsızlaştırır. Bunun yanında şimdiye kadar insan
soyu tarafından uygulanmış en hırslı sosyal
mühendislik tecrübesi olarak görülen reel
sosyalizmin başarısızlığı, neticeci doktrine
öldürücü darbeyi vurdu. İlk önce Sovyet rejimi,
maliyet ve menfaatlere dayanarak farklı siyasî
görüşlere değer biçme yoluyla, istediği sonuçlara
ulaşmak için vatandaşlara önceden belirlenmiş
seçenekleri empoze etmek için baskı uyguladi. Bu
neticeci strateji, kendine bağlanmış beklentileri
karşılamada yetersizdir; ve bu yüzden onu
işletenler vasıtasıyla büyük insanî acılara ve
önemli bir ekonomik kayba yol açmaktadır.
Her ne kadar bugün bazı önemli etkiler ortada ise de, tarihî bakış
açısındaki bir eksiklik sebebiyle, biz, hâlâ, tam
olarak, sosyalizmin düşüşünün bilimin ve insan
düşüncesinin evrimi açısından ortaya çıkaracağı
geniş kapsamlı sonuçların farkında değiliz.
Öncelikle piyasadaki dinamik sosyal koordinasyon
sürecini tahlil etmek için yaratıcı biri olarak
insanoğlunun çalışmasını esas alan yeni, daha
insanî ve daha gerçekçi bir ekonomik teorinin
gelişimine dikkat çekmek gerekir. Bu yaklaşım, ki
gücünü daha çok Avusturya Okulu'ndan alır, 20. yy.'m
büyük kısmında iktisat ilmini ele geçiren,
öğrencileri yanlışa sevkeden ve disiplin için
gerçekleşmesi mümkün olamayacak beklentiler yaratan
bilimsel paradigmadan daha az hırslıdır.
Diğer bir önemli sonuç, aynı zamanda Avusturya Okulu tarafından da
geliştirilmiş olan sosyal süreçle ilgili evrimci
bir teorinin oluşumudur. Bu teori, toplumsal
hayatın en önemli kurumlarının (dilsel, ekonomik,
hukukî ve ahlâkî), çok sayıda insanın katılımının
bir sonucu olarak, gelenekler temelinde, geniş bir
süreçte kendiliğinden nasıl yükseldiğini gösterir.
Bu şekilde insan zihninin alamayacağı kadar geniş
bir malûmat içeren bir kurumlar dizisi ortaya çıkar.
Üçüncü etki, sosyal bilimlerde araştırma yapmanın
gereği olarak, ahlâk biliminin yeni görünümü ve
adaletin tahlilidir. Gerçekte, bilimsel
neticeciliğin teorik ve tarihsel başarısızlığı,
insan davranışlarına rehberlik eden ve siyasî ve
ekonomik özgürlüğü koruyan dogmatik ahlâk
prensiplerinin gitgide daha fazla takdir edilmesine
yol açmıştır.
Özgürlüğün Ahlâkî Temelinin Önemi, Kapitalizm ve Özgürlük
Özgürlük teorisinin bu yüzyıla en anlamlı katkılarından biri, fayda
ve maliyetle ilgili neticeci çözümlemenin, piyasa
ekonomisini savunmak için yeterli olmadığını
göstermiş olmasıdır. Bu, sadece çağdaş ekonomik
teorinin büyük bir bölümünün, amaç ve araçların
statik bir çatısını öngören hata üzerine bina
edildiğini değil, aynı zamanda, Avusturya İktisat
Okulu'nun analitik çatısı da dahil olmak üzere,
insanoğlunun yaratıcı kapasitesinin ve kendi kendine
iş gören dinamik sosyal koordinasyon süreçleri ile
ilgili çalışmaların, liberteryen ideolojiye temel
olamayacağını da gösterir. Paretocu statik
verimlilik ölçütünü terk ettiğimizi ve yerine
koordinasyonu esas alan daha dinamik bir ölçüt
koyduğumuzu farzedersek, verimlilik düşüncesi, kendi
başına, asla, esas itibariyle adaletle ilgi-lenenleri
ikna etmeyecektir. Dahası, uzun vadede insanî
etkileşimin kendiliğinden sürecini zorlama
teşebbüslerinden zuhur eden sosyal verimsizliklerin
kabulü de, zaman tercihleri çok keskin olan, yani,
müdahalenin orta ve uzun vadedeki negatif etkilerine
rağmen kısa vadeli faydalara büyük önem atfeden
kimselerin uyumunu garanti edemez. Özgürlük teorisi
için etik bir temelin geliştirilmesi kaçınılmazdır.
Çünkü:
(1) Sosyal mühendislik ve özellikle neoklâsik-Walrasian iktisat
modelinden türeyen neticecilik başarısız olmuştur.
(2) Avusturya Okulu'nun insanoğlunun teşebbüs
kabiliyeti üzerine bina edilen piyasa süreci ile
ilgili teorik analizi, kendi başına piyasa
ekonomisini savunmak için yeterli değildir. (3)
İnsanoğlunun giderilemeyen cehaleti ve yeni malûmat
yaratma yeteneği göz önüne alınırsa, insanların
nasıl davranmaları gerektiğiyle ilgili ahlâkî bir
çatıya ihtiyaç vardır. (4) Sonuç olarak, ahlâkî
düşünceler, iyi ve âdil olduğunu düşündükleri
şeyleri devam ettirmek için sık sık önemli
fedakârlıklar yapmayı isteyen insanoğlunun reformcu
tavrını kamçılar. Bilimsel değerinden kuşku
duyulan, sevimsiz fayda-maliyet hesaplarıyla bu tip
bir davranışı sağlama almak oldukça zordur.
Sosyal Bir Ahlâk Teorisi Kurmanın İmkânı Üzerine
Bilimle uğraşanların önemli bir kısmı hâlâ daha
evrensel ahlâk ilkelerinden oluşacak objektif bir
adalet teorisi kurmanın imkânsız olduğunu düşünür.
Bu düşüncenin gelişimi, ekonomide bilimsiciliğin
evrimi tarafından kuvvetle etkilenmiştir -ki
bilimsicilik, maksimizasyon ölçütüne takılarak,
insanların sadece amaç ve yöntemlerini değil, aynı
zamanda davranışlarını yönlendiren ahlâkî
prensipleri de sübjektif sayan bir yaklaşımdır.
Eğer, herhangi bir durumda, ad hoc bir karar,
fayda-maliyet tahlili yoluyla alınabilirse, davranış
için önceden kararlaştırılmış rehber kuralları
içeren bir şema olarak anlaşılan ahlâkın varlığı,
gereksiz olur. Bu görüşe şöyle cevap verilebilir:
Bu, ekonomi bilimi tarafından gösterildiği kadar
sübjektif bir şekilde ele alınması gereken bir
fayda-maliyet değerlendirme meselesidir, fakat
objektif bir ahlâkın mevcut olmadığı görüşü tamamen
farklı bir meseledir.
Ayrıca sosyal etkileşime rehberlik etmesi gereken ahlâkî ilkelerle
ilgili bir teorinin geliştirilmesi, sadece makûl
değil, tamamen mümkündür de. Bu alanda, son
zamanlarda birkaç anlamlı çalışma ortaya çıktı.
Bunlardan biri Israel M. Kirzner'in, piyasa
ekonomisi için yeniden gözden geçirilmiş âdil bir
dağıtım konsepti öneren katkısıdır. Bu düşüncenin,
ekonomik teorinin sıkı sıkıya sosyal ahlâkla ilgili
olduğunu gösteren Avusturya Okulu'nun en ünlü
teorisyenlerinden biri tarafından geliştirildiği
olgusuna dikkat edilmesi gerekir: İktisat bilimi
değerlerden azade olmasına rağmen, o (Kirzner'in
düşüncesi) insanların daha iyi belirlenmiş ahlâkî
pozisyonları benimsemelerine ve aynı zamanda,
Kirzner'in de açıkladığı gibi, sosyal ahlâkçıların
mantıkî akıl yürütmelerine yardımcı olur. Böylece
sosyal ahlâkta geleneksel statik ekonomik teori
çözümlemesiyle ortaya çıkmaya başlayan çoğu hata ve
tehlikeler, gerçekten bertaraf edilebilir.
Bu fikre göre, verimlilik ve adalet üzerine ileri sürülen
düşünceler, birini diğerine tercih etmekten öte,
metal paradaki yazı ve tura izlenimini verir. O
zaman, bizim bakış açımızdan sadece adalet,
verimliliğe öncülük eder; ne var ki tersi de
doğrudur; dolayısıyla verimli bir çalışma adaletsiz
olan bir şeyin karşısına konulamaz. Bu nedenle, hem
ekonomik düzeyin yükseltilmesi, hem de ahlâkî
ilkelere ilişkin düşünceler, farklı ve karşıt
olmaktan öte, karşılıklı olarak birbirini
kuvvetlendirmen ve desteklemelidir.
Ahlâk ve Verimlilik
Verimlilik ve adaletin, farklı oranlarda
birleştirilebilecek iki farklı boyut olduğu
düşüncesi, ana-akım (mainstream) neoklâsik
paradigmanın olumsuz bir sonucudur. Kısaca ifade
etmek gerekirse; eğer bir kişi, gerekli tüm
malûmatların önceden verilmesi sayesinde, sadece
fayda-maliyet analizi temelinde ekonomik bir karar
almanın mümkün olduğuna inanırsa, o zaman, bireyler
için sadece bir ahlâkî kurala uymak gereksiz olmakla
kalmaz, aynı zamanda zorla kabul ettirilen bir
adalet plânının, Paretocu verimlilik ölçülüyle
bağdaşacağı sonucundan da kaçınmak zor olur (refah
ekonomilerinin ikinci önemli teoremi).
Mamafih, sosyal süreci, her biri fıtrî bir yaratıcılık
kapasitesiyle donanmış binlerce insanın karşılıklı
etkileşimiyle oluşan dinamik bir realite olarak
görmek, her-hangi bir davranıştan doğan fayda ve
maliyetleri hesaplamayı imkânsızlaştırmak tadır. Bu,
şahısların insanî etkileşimi koordirıe etmek için
bir dizi kuralları veya ahlâkî ilkeleri kullanmak
zorunda oldukları anlamına gelir. Bu ahlâkî ilkeler,
fark lı insanlar arasında düzenli bir etkileşim
kurmaya ve sonuçta da, "sürekli verimli"
olarak tanımlanabilecek bir koordinasyon süreci oluşturmaya
yöneliktir. Dinamik piyasa süreci kavramı açısından
bakıldığında, insanlar belirli bir ahlâkî noktayı
esas alarak davrandıkları zaman, koordinasyon olarak
anlaşılan verimlilik, onların davranışlarından
çıkar. Fakat tersi de doğrudur: Bu etik ilkelere
uygun insan davranışları sosyal etkileşimde
koordinasyon mekanizması olarak anlaşılan dinami-ğin/sürekliliğin
ortaya çıkmasını sağlar.
Bu yüzden, verimlilik ve adalet ölçütlerinin birbirine karşıt
olduğunda ısrarcı olmak uygun değildir. Âdil olan
şey verimsiz olamayacağı gibi gerçekten adaletsiz
olan da verimli olamaz. Dinamik çözümlemenin bakış
açısından adalet ve verimlilik olgusu, metal paranın
sosyal evrende varolan bütünleşmiş ve tutarlı durumu
doğrulayan iki yüzü gibidir. Bu iki boyut arasındaki
sözde karşıtlık, neoklâsik refah ekonomisi ve sosyal
adalet paradigması tarafından geliştirilmiş olan
hatalı statik verimlilik düşüncesinden kaynaklanır.
Bu paradigmanın sonuçlarından biri, onlara iştirak
edenlerin bireysel davranışları ne olursa olsun,
sosyal süreçlerin sonuçlarının tahmin
edilebileceğine inanan yanlış sosyal adalet
fikridir.
Paretocu statik verimliliği esas alan refah ekonomisinin teorik
gelişimi, ahlâktan uzak naif varoluş beklentisi ile
ortaya çıktı; yine de bu, aynı zamanda, teşebbüs
süreci kurumsal olarak zorlandığı zaman ortaya
çıkan, gelir artışındaki dinamik verimsizliğin
yarattığı ciddî sorunları anlamayı imkânsız hale
getirdi. Piyasayı bir süreç olarak görmek yalnızca
verimliliğin münasip şekilde dinamik terimlerle
yeniden tanımlanmasını sağlamakla kalmayacak, aynı
zamanda, sosyal ilişkilerde egemen olması gereken
adalet ölçütünü de aydınlığa kavuşturacaktır. Bu
ölçüt, insanoğlunun doğuştan sahip olduğu müteşebbis
yaratıcılığının sonuçlarını görmesini sağlayan
mülkiyet haklarını düzenleyen genel ahlâkî ve hukukî
kurallara uygun olarak, bireysel davranışın âdil
veya gayrı-âdil olduğunu belirleyen geleneksel
ahlâk ilkelerine dayanır.
Bu bakış açısı, alternatif adalet ölçütünün özde
nasıl gayri-ahlâkî olduğunu da gösterir. Bu
ölçütlerden birisi, ve özellikle de eleştiriye açık
olanı, sosyal adalet kavramıdır; öyle ki, bu kavram,
belli bir davranışın genel hukukî ve ahlâkî
kurallara uygun olup olmadığına bakmadan, belli bir
tarihî andaki sosyal sürecin belirli sonuçlarını
âdil veya gayri-âdil diye hükme bağlar. Bu sosyal
adalet anlayışı, sadece iyiliklerin ve görevlerin
belirlenmiş ve değişmez olduğu ve temel sorunların
dağıtımla ilişkilendirildiği bir hayal aleminde
anlam kazanır.
Müteşebbis ruhun bir sonucu olarak üretim ve dağıtımın aynı anda
ortaya çıktığı gerçek dünyada bir anlam taşımaz.
Sosyal adaletle ilgili yeniden dağıtımcı düşünceler, aslında üç
farklı açıdan gayri-ahlâkî sayılabilir. Birincisi,
evrimci bakış açısından bakıldığında; bu sosyal
adalet fikrinden mülhem uygulamalar, evrimle
şekillenmiş olan ve modern medeniyeti makûl kılan
geleneksel mülkiyet haklan ilkelerini ihlâl ederler.
İkincisi, teorik bir bakış açısından bakıldığında;
geliri yeniden dağıtmada başvurulan zor-lama, hür
teşebbüs uygulamasını engelleyeceği için, bir
toplumu sosyal adalet temelinde organize etmek
imkânsızdır. Bu hür uygulamanın sınırlanması,
medeniyetin makûl gelişimini sağlayan yaratıcılığa
ve birlikte çalışmaya imkân vermez. Üçüncüsü, ahlâkî
bakış açısından bakıldığında, bütün insanlar
müteşebbis yaratıcılıklarının ürünleri üzerinde
doğal bir hakka sahiptirler; oysa, zora dayalı
yeniden dağıtım, bu hakkı ihlâl eder. Vatandaşlar bu
düzmece sosyal adalet kavra-minin yanlışını
anladıkça, sosyal refah planlarını uygulamak için
devlet gücüne rağbetin giderek yok olacağı tahmin
edilebilir.
Israel Kirzner'in Ahlâka Katkısı
Kirzner'in katkısı, kökeninde statik ekonomi düşüncesi olan
dağıtımcı adaletle ilgili ana görüşlerin, önemli
siyasî ve sosyal hareketlerin (sosyalistler ve
sosyal demokrat hareketlerin) ahlâkî temelini
oluşturduğunu göstermekten ibarettir.8
Neoklâsik model, malûmatın tarafsız ve (ya kesin ya
da ihtimali anlamda) verili olduğunu öne sürer ve bu
yüzden, fayda-maliyet analizleri yapmayı mümkün hale
getirir. Eğer durum buysa, fayda maksimizasyonu ile
ilgili konuların ahlâkî yönlerden bağımsız olmaya
devam ettiği ve bu iki faktörün farklı oranlarda
birleştirilebileceği düşüncesi mantıklı
gözükmektedir. Üstelik statik düşünce, bizi, karşı
konulmaz şekilde kaynakların belirli ve biliniyor
olduğu faraziyesine ve dağıtımla ilgili ekonomik
sorunun üretim sorunundan farklı olduğu düşüncesine
götürür. Aksine, eğer kaynaklar müteşebbislikle
ortaya konur veya keşfedilirse (yani verili
değilse), bu kaynakların nasıl dağıtılacağı sorunu,
üretim süreciyle, aradaki bağ koparılamaz şekilde
ilişkilendirilmiş olur.
Statik ekonomik model, genel olarak Avusturyalı
iktisatçılar ve özel olarak da Kirzner'in
müteşebbislik analizi tarafından geliştirilen
dinamik piyasa süreci düşüncesiyle modası geçmiş
hale getirilmiştir. Kirzner'e göre müteşebbislik,
tüm insanların, kazancı arttırma fırsatlarını
anlamak, keşfetmek ve buna göre hareket etmek için
doğuştan getirdikleri yeteneklerinin bir
uzantısıdır. Bu yüzden müteşebbislik, genellikle
yeni gayeler ve yeni vasıtalar meydana getirmeye ve
keşfetmeye yönelik insan yeteneğiyle ilişkilidir.
Müteşebbisler, daha yüksek bir değere sahip olduğunu
keşfedecekleri yeni hedefleri gerçekleştirmeye
azimli bireylerdir. Fakat, eğer amaçlar, araçlar ve
kaynaklar verili değilse, aksine, insanların
faaliyetleriyle sürekli olarak yaratılıyorsa, o
zaman temel ahlâkî sorun, artık âdil bir esasla ka-
zançlarm nasıl dağıtılacağı değil, daha ziyade
yaratıcılığın nasıl teşvik edileceği-dir. Kirzner'in
sosyal ahlâka katkısının tamamen değerini
bulabildiği yer, işte burasıdır: Yaratıcı bir kimse
olarak insanoğlu kavramı şu aksiyomu getirir: Tüm
insanlar müteşebbis yaratıcılıklarının ürünleri
üzerinde doğal bir hakka sahiptir.
Bu, sadece bu sonuçlar insanoğlunun müteşebbis ve yaratıcı yanını
teşvik eden bir_
müşevvik olarak işlediği için değil, aynı
zamanda her makûl koşulda, her insana uygun
olabilecek evrensel bir ilke olduğu için de
böyledir.
Bu ilke, aynı zamanda, başka önemli avantajlara da sahiptir.
Öncelikle, onun sezgisel cazibesi üzerinde durmak
gerekir: Eğer birisi bir şey meydana getirirse, onun
bu şeye değer biçme hakkının olduğu açıktır.
İkincisi, bu, bir kimseye ait olmayan kaynakların
paylaşımını yapan Roma hukukundaki bir ilkeye (ocupatio
rei nullius) uygun, evrensel bir şekilde muteber bir
ahlâkî durumdur. Bu ilke, aslî kaynakların paylaşımı
konusunda, başkalarına yeterli bir pay ayırmayı esas
alan ve "Locke'cu şart" diye bilinen paradoksal
sorunu çözer. Kirzner'e göre yaratıcılık ilkesi,
Locke'un sözleşme koşulunu gereksiz kılarak sorunu
çözer. Çünkü, insanlar ihtiyaçlarını giderecek
araçlar keşfetmeden veya üretmeden önce insan
yaratıcılığının ürünleri olmadığı için, insan
yaratıcılığının meyvelerinin paylaşımı bir kimseyi
ön yargılı yapmaya yetmez. Locke'un düşüncesi
sadece, kaynakların sabit olduğunu ve sayısı önceden
belirli olan insanlar arasında paylaştırılması
gerektiğini varyasan statik bir ortamda anlam
kazanır.
Aynı zamanda, üçüncü aşamada, Kirzner, adaletle ilgili alternatif
teorilerin çoğunun, özellikle John Rawls'un
teorisinin, zımnen, kaynaklarla ilgili statik bir
çevrenin önceden varolduğuna inanan neoklâsik tam
bilgi modelini esas aldığını gösterir. Rawls,
çözümlemesinde bir "cehalet perdesi"ni dikkate
alırken, en âdil sistemin, sosyal statüleri ne
olursa olsun, tek tek herkesin, en uygunsuz şartlar
altında bile kaynaklardan en üst seviyede pay
aldıkları bir sistem olduğu sonucuna vardı.9
Eğer toplum dinamik bir teşebbüs süreci olarak
görülürse, o zaman, ahlâkî ilkenin farklı olması
gerektiği açıktır. En âdil toplum, en etkili biçimde
onu meydana getiren insanların müteşebbis
yaratıcılıklarını geliştiren toplumdur. Fakat, bu
amaca erişmek için, tek tek herkesin, müteşebbis
yaratıcılıklarının sonuçlarının/ürünlerinin, zorla
kamulaştırılmaksızın, kendilerine ait olacağından
emin olmaları gerekir.
Dördüncü aşamada, Kirzner'in analizinin diğer bir
avantajı, hür insan eylemine veya müteşebbisliğe
karşı devlet tarafından desteklenen bir endüstriyel
çatışma sistemi olarak anlaşılan sosyalizmin
gayri-ahlâkî doğasını ortaya koymuş olmasıdır.
Gerçekten de, bu süreçte yer alanlara karşı baskı, o
kimsenin en temel, en doğal ve en tipik özelliğinin,
yani doğuştan gelen yeni amaç ve yöntemler yaratma
ve onlara erişmek için eylemde bulunma yeteneğinin
gelişimini engeller. Devlet baskısının, müteşebbis
tavrı ve insanoğlunun yaratıcı kapasitesini
engellemesi, büyük oranda sınırlandırıcı olacak ve
toplumu iş birliğine teşvik etmek için gerekli bilgi
ve malûmatın ortaya çıkmasını da engelleyecektir.
Tam da bu sebepten dolayı, sosyalizm, insan doğasına
kafa tutar; ve (belki de bunun için) entellektüel
olarak iflas etmiştir. Zira, yönetimi elinde
bulunduran yapının, emir vererek toplumu koordine
etmek için ihtiyaç duyduğu bilgiyi üretmesi
imkânsızdır.
Roma Katolik Sosyal Doktrini ve Israel Kirzner'in Katkısı
Serbest piyasa ekonomisi konusunda son zamanlardaki Katolik sosyal
öğretisinin en önemli yönlerinden biri, Avusturya
Okulu iktisatçılarından özellikle Friedrich von
Hayek'in ve Israel Kirzner'in fikirlerinden
türemektedir. Bu iktisatçılardan birincisi,
agnostik; ikincisi ise dindar bir Yahudi'ydi.
Michael Novak, Papa
II.
John Paul ile Friedrich von Hayek arasında, Hayek'in
ölümünden önce vuku bulan uzun şahsî konuşmayı
yayınladığı zaman, dünyayı hayrete düşürdü." The
Catolic Ethic and the Spirit of Capitalism (Katolik
Ahlâkı ve Kapitalizmin Ruhu) adlı eserinde Novak,
Papa'nm The Acting Person (Eyleyen Şahıs) başlıklı
kitabında geliştirdiği yaratıcı insan eylemi
düşüncesi ile Kirzner'in müteşebbislik düşüncesi
arasındaki paralelliği ortaya koydu.
Bu ilişki, Centesimus Annus (Yüzüncü Yıl) adlı
kutsal genelgede Papa II. John Paul tarafından
netleştirilmişti. Centesimus Annus'da. Papa,
"kendisini bilen insan" ifadesiyle, toplumdaki
nihaî faktör olarak müteşebbislik yeteneğine veya
yaratıcı insan eylemine göndermede bulundu. Papa'nm
işaret ettiği bilgi, "başkalarının ihtiyaçlarını
gidermek ve onları memnun etmek için" gerekli şeyler
olarak tanımlanan bilimsel ve pratik bilgidir.
Papa'ya göre bu bilgi, insanoğlunun "yaratıcılığını
ifade etmeyi ve potansiyelini geliştirmeyi" ve kendi
başlarına piyasayı ve toplumu oluşturan "bilgi ve
dahili haberleşme ağını" kurmayı sağlar. Böylece,
ona göre, disiplinli ve yaratıcı insan çalışmasının
[ben insan eylemi demeyi tercih ederim] rolü ve, bu
çalışmanın aslî bir parçası olarak, inisiyatif ve
müteşebbislik kabiliyeti gittikçe açık ve kesin
olmaktadır.13 Şüphesiz Centesimus Annus,
Papa'nm ekonomik ilişkilerle ilgili anlayışının
nasıl yenilendiğini ve böylece Kilise'nin ekonomiy
le ilgili daha önceki sosyal öğretisinin büyük bir
bölümünü nasıl moda dışı hale getir-diğini gösterir.
Hatta bu, kendi başına, ekonomi biliminin neoklâsik-Keynesyen
para-digmanın mekanizmalarına sıkı sıkıya bağlanmış
olan ve son derece yaratıcı ve dina mik
müteşebbislik doğasını hesaba katmayan görüşlerini
anlamsız hale getirir. Tarihte ilk defa, daha çok
Avusturya iktisadının etkisiyle, Katolik
Kilisesi'nin sosyal öğretisi, iktisatla ilgili ana
akım (mainstream) paradigmanın ötesine geçmiştir.
Kirzner'in Çalışması Üzerine Bazı Eleştirel Yorumlar
İlk itirazımız, Kirzner'in, dengesizliğin, belirsizliğin ve
yaratıcılığın en üst seviyede olduğu durumlarda,
müteşebbisler tarafından keşfedilen mal ve
hizmetlerin paylaşımına dayanan adalet ilkesinin
konuya daha uygun olacağı görüşünedir. Fakat,
Kirzner'e göre, nisbeten daha kararlı piyasalarda,
bu adalet kuralının, konuyla ilgisi daha azdır.
Bana göre, Kirzner tarafından önerilen dinamik
adalet kuralı, her koşulda evrensel geçerliliğe
sahiptir. Her ne zaman kurumsal baskı sosyal ürünü
yeniden dağıtmak için kullanılırsa, insanoğlu
yaratıcı yeteneğini kaybeder; ve böylece, yeni
bilgi yaratma ve sosyal süreci düzenleme imkânı da
engellenmiş olur. Üstelik, serbest piyasaların
nisbeten daha "istikrarlı" tabiatının dağıtımcı
adalete dayanan alternatif kriterlerin tatbikine
izin verdiği durumları nisbî sosyal durağanlığın
devlet zorunun sistematik pratiğinin sonucu olduğu
durumlardan ayırt etme analitik imkânı yoktur.
Bununla beraber, Kirzner, "kapitalizm kendi
kendisine geliştikçe ve daha grift ve ucu-açık hale
geldikçe onun ekonomik ve ahlâkî felsefesine
keşifçi feraset (kavrayış) açısından bakma ihtiyacı
gittikçe büyümeketdir" der. Kirzner'den farklı
olarak biz, Kirzner'in, insanoğlunun yaratılışı
itibariyle doğuştan getirdiği müteşebbislik ve
yaratıcılık yetenekleri ile donatıldığı fikrinden
hareket eden ve tüm olası tarihî durumlar için
evrensel olarak uygulanabilir bir ilke olarak
gördüğü müteşebbislik tanımlamasını esas alan adalet
ilkesi için istisnaların olmadığını göstermeye
çalışıyoruz.
İkinci itiraz, müteşebbislik teorisinin sosyal
kurumların oluşumu ve gelişimi yönünde kendiliğinden
bir eğilimin varlığını haklılaştırmasının zor
olacağı şeklindeki tezi destekleyen Kirzner'e ait
oldukça rahatsız edici iki makale ile ilgilidir.
Kirzner'in ana tezi, bir "dışsallığın" farazî
varlığının, topluma uygun kurumsal gelişmelerin
gerçekleşmesini engelleyeceğidir. Bu gelişmeler,
müteşebbisler tarafından kullanılabilecek ve doğan
kazançlar müteşebbisler tarafından tahsil
edilebilecek fırsatlara dönüşür. Böylece, ona göre,
müteşebbisler ekonomik faaliyetlerinden doğan
kârları kendilerine tahsis etmekte zorlanacakları
için, müteşebbis yaratıcılık ve keşif süreci,
kurumların etkinlik alanında vuku bulamayacaktır.
Kirzner, isabetle, eğer devlet mülkiyet haklarının
uygun bir tanımını ve/veya savunmasını yapmazsa,
bir pazar bağlamında, bir "kamu malı" durumunun
varlığı-bir eksiklik olarak görülemeyeceğini kabul
eder. Nihayetinde, kurumsal yeter-sizliklerden
kaynaklanan ideal bir durumun bulunmayışını bir
"pazar eksikliği" olarak tasnife tabi tutmak saçma
olur. Kirzner, devam eder, ve sözü paylaşmadığı bir
fikre getirir. Bu, yetersizliklerin, aynı zamanda,
sözde bir kamu menfaati durumunun bir sonucu olarak,
kendiliğinden, sosyal kurumlarla ilişki içinde
ortaya çıkabileceği ve varlığını devam
ettirebileceğidir. Böylesi durumlar, gerekli
kurumsal gelişmeler doğrultusundaki keşif ve
çabaları ifade eden müteşebbis yaratıcılığı
önleyecektir.
Biz, Kirzner'in müteşebbislik teorisi uygulaması ile sosyal
kurumların ortaya çıkışı arasında kurduğu ilişkiye
katılamayız. Öncelikle, dinamik piyasa süreci
bağlamında, kamu malları, kurumsal bir
"yetersizliğin" sonucu olarak ortaya çıktıkları
için, piyasada çok fazla bir sorun oluşturmaz. Kamu
malları ile ilgili sorun asla bir pazar eksikliğine
atfedilemez; çünkü toplu arzın ve bedavadan
geçinenlerin/beleşçilerin dışarıda tutulmalarının
imkânsızlığının görüldüğü her durumda, baskıcı
devlet müdahalesinin yokluğunda, müteşebbis
yaratıcılık için gerekli olan dürtüler ortaya çıkar.
Bu yaratıcılık, sözde kamu-menfaati durumundan
kurtulmak için gerekli olan teknik, hukukî ve
kurumsal buluşlar yapmanın önünü açar. Farklı
kullanıcılara (çiftçiler ve büyükbaş hayvancılık
yapanlar) ait olan topraklar üzerindeki mülkiyet
hakları, uygun bir biçimde tamamlanıncaya kadar, bir
zamanlar sosyal koordinasyonda önemli
anlaşmazlıkların yaşandığı, Amerika'daki otlaklarla
ilgili olarak ortaya çıkan durumlar buna örnektir.
Fakat bu durum, daha sonraları geniş arazilerde
mülkiyet haklarının gelişmesini sağlayan önemli bir
teknolojik buluş olarak, sınırlan birbirinden
ayırmada kullanılan dikenli telin icadı yolunda,
müteşebbislerde bir dürtü oluşturdu. Bu buluş, arazi
tahsisi ile ilgili kamu-menfaati sorununu çözdü.
Piyasa perspektifinden, eğer, devlet olaya müdahale
etmezse, aktif olarak konuşulan kamu menfaatleri,
müteşebbislerin yaratıcı yeteneklerinin bir sonucu
olarak sorun olmaktan çıkacaktır.
Sosyal kurumların (adlî, ahlâkî,
ekonomik ve dille ilgili) görkemi içinde,
müteşebbis yaratıcılığın ürünlerinin bireysel
tahsisatından kaynaklanan sorunların daha zahmetli
olduğu doğrudur. Fakat bu, ürünlerin sosyal
kurumlara bir etkisinin olamayacağı ve gelişmelerin
mutad olarak ortaya çıkmayacağı anlamına gelmez.
Aksine, müteşebbisliğin yaratıcı yeteneği
olmaksızın, ne üretim süreci ne de en önemli sosyal
kurumların gelişimi anlaşılabilir. Cari Menger,
sosyal kurumların evrimci oluşumu ile ilgili
çözümlemesinde bu gerçeği gözler önüne serdi;
örneğin, buradan hareketle parayla ilgili tahlillere
girişti. Para, nisbeten daha uyanık birkaç
müteşebbisin öncülüğünde ortaya çıktı. Bu insanlar,
başkalarından önce, kendi mal ve hizmetleri
karşılığında, çabucak satabilecekleri malları
alırlarsa, daha kolay bir şekilde amaçlarına
erişebileceklerini keşfettiler. Bu mallar daha
sonra, bir mübadele aracı olarak talep edilmeye
başladı. Bu olgu, piyasada mübadele aracı
genelleşinceye ve neticede paraya dönüşünceye kadar
genişletildi. Bu buluşların hiçbiri, Kirzner'in
müteşebbis uyanıklık ve müteşebbisliğin yaratıcı
yeteneği kavramlarına başvurmaksızın yeterince
açıklanamaz.
Sonuçta, rasyonel olarak tasarlanmış bir kurumun -yani dinamik
müteşebbislik motoru olarak düzenlenmiş olanın- yani
dinamik müteşebbislik süreci tarafından oluş-turulmuş-
olandan daha etkili olduğu şeklindeki yaygın
önermenin nesnel bir kriterinin olmadığı açıktır.
Esperanto dili, İngilizce ve İspanyolca'dan daha
mükemmel ve daha etkin midir? Veya, metrik
sisteminin, dinamik koordinasyon açısından,
Amerikan ölçü standartlarından daha verimli olduğu
gösterilebilir mi? Üstelik, sosyal koordinasyonu ve
müteşebbisliğin hayata geçmesini mümkün kılan temel
yasal ilkelere gelince; bu ilkeler, açıkça evrimci
bir süreçle ortaya çıkmıştır. Bu ilkeleri şöyle
ifade edebiliriz: hayata saygı, barışçı bir şekilde
elde edilmiş mülkiyete saygı ve sözleşmelerin
yerine getirilmesi.
Kirzner'in karşı yorumlarına rağmen, onun
müteşebbislik teorisi, tam olarak, mevcut sosyal
kurumların ortaya çıkışı ve gelişimi konusunda,
Avusturya ekonomi teorisinin ihtiyaç duyduğu zemini
sağlıyor gibi gözükmektedir; bu durum,
halihazırdaki sosyal kurumların "rasyonel bir
şekilde" geliştirilmesini de mümkün kılar." Fakat,
bu "gelişme", sadece yorumun, mantıksal hatalarını
gidermenin, evrimle oluşmuş ilkelerin yeni alanlara
uygulanmasının ve müteşebbis yaratıcılığın ortaya
çıkardığı (örneğin, sözleşme hukukunun,
özelleştirilmiş denizlere veya benzeri yerlere
uygulanması gibi) bir sonuç olabilecektir.
Kirzner'in, sosyal kurumların ortaya çıkması,
inkişaf etmesi ve gelişmesine yönelik kendi
müteşebbislik teorisini uygulamanın imkânı
hususunda yeterince Kirzner'ci olmadığını ispat
etmek mümkündür.
Sonuç
Benim eleştirel yorumlarım, Kirzner'in müteşebbislik teorisi
alanındaki çalışmalarının değerini ve dağıtımcı
adaletin baskısını bir tarafa koyabilen sosyal bir
ahlâkın gelişmesine olan katkısını küçümsemeye
çalışmadı. Kirzner'in dinamik piyasa düşüncesi,
ahlâkî bir durumu benimsemeyi ve müteşebbislik
tarafından yönlendirilen serbest piyasaların sadece
daha verimli değil, aynı zamanda daha da âdil olduğu
fikrini desteklemeyi oldukça kolaylaştırır. Üstelik,
eylemleri geleneksel mülkiyet hukuku ilkelerine
uyan müteşebbislerin, yaratıcı faaliyetlerinin
ürünlerini kendilerine tahsis etmede bir suçluluk
duyması doğru değildir. Piyasa sürecinin nasıl
işlediği kavranınca, sosyal adalet ilkesinin, herbir
müteşebbisin faaliyetlerinin ürünlerini kendine
tahsisini esas almasının gerekliliği apaçık ortaya
çıkar. Aynı şekilde gönüllü olarak araştırmaya ve
keşfetmeye alışmış ve diğer insanların içine
düşebilecekleri muhtaçlığı azaltacak olan bu
müteşebbis yaratıcılık, bizim fikrimize tamamen
uygun düşer.
Çeviren:
H. Yücel BAŞDEMİR
Kaynak: J. Huerta de Soto – Politik İktisat
Profesörü
|