Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Kapitalizmin Etiği ve Kapitalizm Tarihi 

1. Sosyalist bir iftira kelimesi 

Yaygın olarak, ahlâkî ve iktisadî bakış açılan arasında veya ahlâk ile iktisat arasında çok az bir ilişki olduğu varsayılır. Aslında, aralarında sıkı bir ilişki vardır. Her ikisi de insan davranışı1, tavrı, kararı ve tercihi ile ilişkilidir. Ekonomi bili­mi, insan davranışının ve tercihinin nedenleri, sonuçları ve etkilerinin tanımı, açık­lanması veya analizidir. Fakat biz insan davranış ve kararlarının haklılığına, bir davranış veya kararın ne olması gerektiği sorusuna veya şu ya da bu davranışın veya davranış kurallarının sonuçlarının birey veya toplum için uzun dönemde daha iyi olup olmayacağı sorusuna geldiğimizde ahlâkın kapsam alanına girmiş oluruz. Bir ekonomik politikanın bir diğerine nazaran istenilirliğini tartışmaya başladığı­mızda da durum böyledir. 

Ahlâkî hükümlere kurumların, prensiplerin veya davranış kurallarının ekono­mik sonuçlarının analizinden bağımsız olarak (veya bunlardan soyutlanmış halde) ulaşılamaz. Etikle uğraşan çoğu filozofun ekonomi bilimini görmezden gelmesi ve hatta ekonomik prensipleri anlayan filozofların onları etik problemlere uygula­madaki başarısızlıkları (ekonomik prensiplerin etik gibi yüce ve ruhanî bir disip­lin üzerine uygulanamayacak kadar çok materyalist ve günlük bir konu olması veya konuyla ilgisi olmadığı varsayımına dayanarak) ahlâkî analizin gelişmesinin önünü tıkamaktadır ve onun başarısızlığının kısmen sebebidir. 

Aslında, ekonomik yönü olmayan bir ahlâk problemi neredeyse bulunmamak­tadır. Günlük ahlâkî kararlarımız çoğunlukla ekonomik kararlardır ve günlük eko­nomik kararlarımızın da neredeyse tamamının ahlâkî yönleri bulunmaktadır. 

Dahası, bugünün çoğu ahlâkî tartışmaları tam da ekonomik örgütlenme sorun­ları etrafında cereyan etmektedir. Geleneksel "burjuvazi" ahlâkî standartlarına ve değerlerine karşı en önemli meydan okuma Marksistlerden, sosyalistlerden ve komünistlerden gelmektedir. Saldırı altında olan kapitalist sistemdir; ve kapitalist sisteme asıl olarak materyalist, bencil, adaletsiz, ahlâksız, acımasızca rekabetçi, hissiyatsız, vahşi ve yok edici gibi ahlâkî gerekçelerle saldırılmaktadır. Eğer kapi­talist sistem gerçekten korumaya değerse, ahlâkî gerekçelere dayalı sosyalist sal­dırıların yanlış ve mesnetsiz olduğunu göveremedikçe, onu, daha üretken olması gibi sadece teknik gerekçelere dayanarak savunmak yanlış ve dayanaksız olacak­tır. 

Böyle bir tartışmanın daha başında kendimizi ciddî bir semantik dezavantajla karşı karşıya bulmaktayız. Sistemin adı bile onun düşmanlarınca verilmiştir. O, bir iftira kelimesi niyetiyle kullanılmak istenmiştir. Kapitalizm ismi nispeten yeni­dir. Kari Marx ve Engels henüz onu düşünmemiş olduklarından, bu isim 1848'de yazılan Komünist Manifesto'da yer almaz. Onların ya da onların arkasından giden bir kişinin bu kelimeyi ortaya atma mutluluğuna ermesi ancak 6 yıl sonra olmuş­tur. Bu isim amaçlarına tam olarak uyuyordu. Kapitalizm, tamamen kapitalistler tarafından, kapitalistler için işletilen bir ekonomik sistemi ifade ediyordu. İsim, bu kendine ekli çağrışımı hâlâ muhafaza etmektedir. Bu nedenle kelime kendili­ğinden kötü anlamlıdır. Popüler tartışmada kapitalizmin savunulmasını zorlaştı­ran bu isimdir. Bu kavramsal ayak oyununun neredeyse mükemmel derecede ba­şarılı oluşu, pek çok insanın komünizm için ölmeye istekli iken, kapitalizm için ölecek çok az kişinin bulunmasının önemli bir açıklamasıdır. 

Bu sistemin en az yarım düzine adı bulunmaktadır ve bunların herhangi biri sistem için daha uygun ve onu daha iyi tanımlayıcıdır: Üretim Araçlarının Özel Mülkiyeti Sistemi, Piyasa Ekonomisi, Rekabetçi Sistem, Kâr-Zarar Sistemi, Ser­best Girişim, Ekonomik Özgürlük Sistemi. Ancak, bu saatten sonra, kapitalizm kelimesini atmaya çalışmak yalnızca anlamsız olmaz, aynı zamanda oldukça ge­reksizdir de. Çünkü, iftira niyeti taşıyan bu kelime en azından kasıtsız olarak tüm ekonomik gelişme, ilerleme ve büyümenin kapital birikimine (üretim araçla­rının miktar ve kalitesindeki sürekli artışa), makinelere, tesislere ve ekipmanlara bağımlı olduğuna dikkat çeker. Buna göre kapitalist sistem bu büyümeyi teşvik etmek için diğer herhangi bir alternatiften daha fazlasını yapmaktadır. 

2. Özel Mülkiyet ve Serbest Piyasalar, Kapitalist Devlet 

Bu sistemin temel kurumlarına bakalım. Tartışma kolaylığı için bu kurumlan aşağıdaki gruplara ayırabiliriz. 1) özel mülkiyet, 2) serbest piyasalar, 3) rekabet, 4) iş bölümü ve emeğin kombinasyonu, 5) sosyal işbirliği. Daha sonra da görüle­ceği üzere bunlar ayrı kurumlar değildir. Bunlar birbirine karşılıklı olarak ba­ğımlıdırlar: Her biri diğerini ima eder ve mümkün kılar.

Özel mülkiyetle başlayalım. Bazı sosyalist yazarların inanmamızı istedikleri­nin aksine bu, ne yeni ne de rastgele bir kurumdur. Kökleri insanlık tarihi kadar eskiye dayanır. Her çocuk, oyuncakları söz konusu olduğunda bir mülkiyet hissi gösterir. Bilim adamları hayvanlar aleminde bile hâkim olan bir tür mülkiyet hakları veya arazi (toprak) hakları sistemi veya hissinin ne derece yaygın olduğunu yeni anlamaya başlıyorlar.

Ancak, burada bizi ilgilendiren soru; bu kurumun ne derece eski olduğu değil, ne derece kullanışlı olduğudur. Bir insanın mülkiyet hakkının güvence altında olması, onun emeğinin karşılığını barış içinde muhafaza etmesi ve tadını çıkarma­sı anlamına gelmektedir. Bu .güvenlik, onun çalışmasını teşvik eden tek unsur de­ğilse de, ana unsurdur. Eğer biri bir çiftçinin yetiştirip ürettiğine el koyarsa çiftçiyi bir daha ekme veya yetiştirmeye teşvik eden bir şey kalmayacaktır. Eğer siz inşa ettikten sonra, birisi evinize el koysa onu hiç inşa etmezdiniz. Tüm üretim ve tüm medeniyet, mülkiyet haklarının tanınmasına ve onlara saygı duyulmasına dayanır. Tıpkı yaşam güvencesi gibi mülkiyet güvencesi de olmadıkça serbest girişim müm­kün değildir. Serbest girişim ancak kanun, düzen ve ahlâkî bir alt yapı içinde müm­kündür. Bu durum, serbest girişimin ahlâkı ön şart olarak koştuğu anlamına gelir; fakat daha sonra göreceğimiz gibi, serbest girişim aynı zamanda ahlâkı korur ve teşvik eder.

Kapitalist ekonominin ikinci bir kurumu serbest piyasalardır. Serbest piyasa, kişinin mülkiyetini uygun gördüğü şartlarda başkasına devretmesi, onu diğer bir mülkiyetle veya parayla değiştirmesi veya onu daha fazla üretim için kullanması özgürlüğü anlamına gelmektedir. Tabiî ki bu özgürlük, özel mülkiyetin doğal bir sonucudur. Özel mülkiyet, tüketim amaçlı veya daha fazla üretim için kullanım hakkını ve serbest elden çıkarma veya değiştirme hakkını vurgular. 

Özel mülkiyet ve serbest piyasaların ayrılamaz olduğunu vurgulamak önemli­dir. Örneğin bazı sosyalistler, sosyalist sistemde, yani üretim araçlarının devletin elinde olduğu bir sistemde, serbest piyasayı taklit ederek onun fonksiyonlarını ve başarısını elde edebileceklerini düşünmektedirler. 

Böyle bir görüş, sadece kafa karışıklığından kaynaklanmaktadır. Eğer ben ger­çekte benim olmayan bir şeyi satan bir hükümet görevlisi olsam, siz de size ait olmayan parayla onu almaya çalışan bir diğer hükümet görevlisi olsanız, bu du­rumda ikimiz de fıyatın ne olduğunu umursamayız. Sosyalist veya komünist bir ülkede olduğu gibi madenler, fabrikalar, mağazalar ve ortak çiftliklerin yönetici­leri, diğer bürokratlardan gıda maddeleri veya hammadde satın alan ve mamul maddelerini yine başka hükümet görevlilerine satan maaşlı hükümet görevlileri olduğunda, bu malların alındığı ve satıldığı sözde fiyatlar sadece muhasebe kur­guları olacaktır. Bu bürokratlar sadece "serbest piyasa" adında doğal olmayan bir oyun oynamaktadırlar. Onlar, özel mülkiyeti bir tarafa bırakarak, sadece serbest piyasa özelliğini taklit ederek sosyalist sistemi, bir serbest girişim sistemi olarak işletemezler.

Aslında serbest fiyat sisteminin bu şekilde taklidi pratikte Sovyet Rusya ve diğer tüm sosyalist veya komünist sistemlerde bulunmaktadır. Fakat bu taklit -piyasa ekonomisinin işlemesi bile (yani onun bir sosyalist ekonominin çalışması­nı sağlaması) onun bürokratik yöneticilerinin serbest dünya pazarlarında hangi malların satıldığını yakından izlemeleri ve kendi mallarını buna uygun olarak fiyatlandırmaları sayesinde olmaktadır. Bunu yapmakta zorlandıklarında, yapamadıklarında veya yapmayı ihmâl ettiklerinde planları daha da ciddî şekilde yanlış gitmeye başlar. Stalin bir zamanlar Sovyet ekonomisinin yöneticilerini, sunî ola­rak oluşturdukları fiyatların serbest dünya piyasalarındakilere uygun olmadığı gerekçesiyle azarlamıştı. 

Özel mülkiyet konusunda sadece insan gıdası, diş fırçası, piyano, ev veya ara­ba gibi tüketim mallarındaki kişisel mülkiyeti kastetmediğimi vurgulamam gere­kiyor. Çağdaş piyasa ekonomisinde üretim araçlarının özel mülkiyeti daha az önemli değildir. Bu sahiplik bir bakımdan ayrıcalıktır. Üretim araçlarının özel sa­hipleri, mülklerini sadece kendilerini tatmin etmek için kullanamazlar. Onlar, mülkiyetlerini en iyi müşteri memnuniyetini sağlayacak şekilde kullanmak zo­rundadırlar. Eğer bunu iyi yaparlarsa, kârla ve sahibi oldukları şeylerin daha da artmasıyla ödüllendirilirler, eğer beceriksizce davranırlarsa veya başarılı olamaz-larsa kayıplarla cezalandırılırlar. Yatırımları asla sonsuza kadar güvencede değil­dir. Bir serbest piyasa ekonomisinde satın almalarıyla veya satın almamalarıyla üretim mülkiyetine kimin ve ne kadar sahip olacağını müşteriler günlük olarak her gün yeniden belirlerler. Üretim sermayesinin sahipleri onu, diğer insanları tatmin edecek şekilde kullanmaya itilirler.3 Özel olarak işletilen bir demir yolu, en az hükümetin sahip olduğu bir demir yolu kadar "halk amaçlarına hizmet et­mektedir". Aslında sadece işi iyi başarması nedeniyle alacağı ödüllerden dolayı değil, aynı zamanda ve hatta daha da önemlisi rekabetçi maliyetler ve fiyatlar bakımından yolcuların ihtiyacını karşılayamazsa, karşılaşacağı ağır cezalardan do­layı böyle bir amacı başarması çok daha muhtemeldir. 

3. Rekabet 

Buraya kadar olan tartışma kapitalist sistemdeki üçüncü vazgeçilmez kurum olan rekabeti zaten vurgulamıştır. Bir özel teşebbüs sisteminde rekabet edenler piyasa fiyatına uymalıdır. Piyasada ayakta kalacaksa, birim üretim maliyetini pa­zar fiyatının altında tutmalıdır. Maliyetini piyasa fiyatının ne kadar altında tutarsa kâr marjı o oranda artacaktır. Kâr marjı ne kadar yüksekse, işini o kadar geliştire­cek ve üretimini o kadar artıracaktır. Kısa bir dönemden daha uzun bir süre zarar ederse ayakta kalamaz. Bu nedenle rekabetin etkisi, üretimi sürekli olarak daha az başarılı yöneticilerden almakta ve daha başarılı yöneticilere vermektedir. Bir baş­ka ifadeyle, serbest rekabet sürekli olarak daha etkin üretim yöntemlerini teşvik etmektedir. Bu durum, üretim maliyetlerini sürekli olarak düşürür. Düşük mali­yetli üreticiler üretimlerini artırdıkça, fiyatlarda da düşüşe sebep olurlar ve böyle­ce yüksek maliyetli üreticiler ürünlerini daha düşük bir fiyatla satmaya ve en so­nunda ya maliyetlerini düşürmeye ya da faaliyetlerini başka alanlara kaydırmaya zorlanırlar. 

Fakat kapitalist veya serbest piyasa rekabeti, sadece homojen bir ürünün üre­tim maliyetini düşürme yönünde rekabet değildir. Aynı zamanda belli bir ürünü daha da geliştirme yönündeki rekabettir ve son yüzyılda bu tamamen yeni ürünler ve üretim araçları (tren yolu, dinamo, elektrik ışığı, motorlu araç, uçak, telgraf, telefon, fonograf, fotoğraf makinesi, kamera, radyo, TV, buzdolabı, klima ve sayı­sız çeşitlilikte plastik, sentetik ve diğer yeni maddeler) ortaya koyma ve geliştirme rekabeti olmuştur. Sonuçta, hayatın konforu ve kitlelerin maddî refahı müthiş öl­çüde artmaktadır. 

Kısacası kapitalist rekabet, gelişme ve yenilik için harika bir kamçı, araştırma­nın, maliyet azaltmanın yeni ve daha iyi ürünler geliştirmenin ve her tür daha yüksek etkinliğin asıl teşvik edici unsurudur. Bu sistem, insanoğluna sayısız ni­met bahsetmiştir. 

Ne var ki, son yüzyılda kapitalist rekabet, sosyalistlerin ve anti-kapitalistlerin sürekli saldırısı altında kalmıştır. Kapitalizm vahşi, bencil, boğaz boğaza ve gad­dar olarak ilan edilmiştir. Bazı yazarlar (Bertrand Russel bunların tipiklerinden-dir) sürekli olarak iş rekabetinden bir "savaşmış gibi" bahsetmekte ve iş rekabeti­nin pratikte savaş rekabetiyle aynı şey olduğunu ifade etmektedirler. Bundan daha yanlış ve daha saçma bir şey olamaz (tabiî müşterilere daha ucuz fiyata daha iyi ve yeni mal ve hizmet verme rekabetini karşılıklı olarak birbirini boğazlama rekabeti ile eş tutmayı makul görmedikçe). 

İş rekabetini eleştirenler, sadece onun ortaya koyduğu cezalara gözyaşı dök­mezler, aynı zamanda onun en başarılı ve etkin olana sağladığı "aşın" kârlara da büyük ölçüde kızmaktadırlar. Eleştirenler, rekabetin tüketici ve ulusal refah için sağladığı katkıyı anlamak istemedikleri için ağlarlar ve kızarlar. Rekabetin adil olarak işlemediği münferit örnekler tabiî ki vardır. Sistem, bazen iyi insanları ve eğitimli kişileri cezalandırır, kaba ya da adi kişileri ödüllendirir. Kurallar ve ka­nunlar sistemimiz ne kadar iyi olursa olsun, münferit adaletsizlik olayları asla tamamen ortadan kaldırılamaz. Fakat kurumların faydalı veya zararlı oluşu, ada­leti ve adaletsizliği, onların çoğu durumdaki etkilerine göre (sonuçlarıyla birlikte bir bütün olarak) değerlendirilmelidir. Bu konuya daha sonra yeniden döneceğiz. 

Ayırt etmeksizin "rekabete" karşı olanların küçük gördüğü şey, her şeyin için­de rekabet bulunan şeye ve onun kullandığı araçların tabiatına bağlı olduğudur. Rekabet "kendi başına" ne ahlâklı ne de ahlâksızdır. Onun mutlak faydalı ya da mutlak zararlı olması gerekmez. Dolandırıcılıkta veya birbirini boğazlamaktaki rekabet başka şeydir, insan sevgisi veya mükemmellikteki rekabet başka şeydir (örneğin Leonardo da Vinci ve Michalangelo arasındaki, Verdi ve Wagner arasın­daki, Newton ve Leibnitz arasındaki rekabet gibi). Rekabet mutlaka düşmanlık ilişkileri anlamına gelmez, fakat rakip olma, karşılıklı gıpta etme ve karşılıklı teş­vik anlamına gelir. Faydalı rekabet dolaylı olarak bir işbirliği şeklidir. 

Öyleyse ekonomik rekabeti eleştirenlerin küçümsediği şey (yüksek ahlâk stan­dartlarında ve iyi kanunlar sisteminde gerçekleştirildiğinde) rekabetin bir ekono­mik işbirliği şekli olması veya daha ziyade onun bir ekonomik işbirliği sisteminin gerekli ve vazgeçilmez bir parçası olmasıdır. Eğer rekabete dar çerçevede bakar­sak, bu ifade paradoksal görünebilir, fakat bir adım geri çekilip daha geniş olarak baktığımızda, sözkonusu ifade daha aşikâr hale gelir. General Motors ve Ford birbirleriyle doğrudan işbirliği yapmamaktadır, fakat her ikisi de müşterileriyle yani potansiyel araba alıcılarıyla işbirliği yapmaktadır. İkisi de müşteriyi, raki­binden daha iyi bir otomobil verebileceğine veya aynı kalitede bir otomobili daha düşük fiyata verebileceğine ikna etmeye çalışmaktadır. Bu şekilde her biri diğeri­ni "itmektedir" ya da daha doğrusu diğerini, üretim maliyetlerini düşürmeye ve otomobilini iyileştirmeye teşvik etmektedir. Bir diğer ifadeyle her biri diğerini müşteriler ile daha iyi bir şekilde işbirliği yapmaya "itmektedir." Böylece bunlar dolaylı olarak (sözün gelişi bir üçgen formatında) işbirliği yapmaktadır. Her biri diğerini daha başarılı yapmaktadır. 

Tabiî bu durum, her tür rekabette doğrudur, savaşın vahşi rekabetinde bile. Edmund Burke'ün de ifade ettiği gibi "karşımıza çıkan rakipler, sinirlerimizi güç­lendirir ve becerimizi keskinleştirir. Rakibimiz yardımcımızdır." Fakat serbest pi­yasa rekabetindeki bu karşılıklı yardım, tüm toplum için de faydalıdır. 

Bu hükmün paradoksal olduğunu hâlâ düşünenler, sadece oyunların ve sporun sunî rekabetine bakması gerekir. Briç rekabete dayalı bir kâğıt oyunudur, fakat birbiriyle oynamaya razı olan dört kişiyi gerektirir. Dördüncü kişi olarak oturmayı reddeden kişi, rekabetçi olmayan değil, işbirliği yapmayan olarak değerlendirilir. Bir futbol maçının olması için sadece aynı takımdaki 11 oyuncunun işbirliği için­de olması değil, fakat her bir takımın diğeri ile (oynayıp oynamama, yer, tarih, saat, hakem ve belli bir oyun kuralları konusunda) hemfikir olmasını da gerektirir. Olimpiyat oyunları, katılan ülkelerin işbirliği olmaksızın mümkün olmazdı. Son yıllarda ekonomi literatüründe "oyun teorisi" ile ekonomik hayat arasında çok şüpheli benzetmeler yapılmaktadır, fakat her iki alanda da daha geniş bir işbirliği ortamında rekabetin var olduğunu ve istenen sonuçları meydana getirdiğini tanı­yan benzetmeler doğrudur ve aydınlatıcıdır. 

4. İş bölümü 

Şimdi kapitalist sistemin bir parçası olarak belirttiğimiz dördüncü kuruma ge­liyorum, iş bölümü ve emeğin kombinasyonu. Bunun gerekliliği ve faydası politik iktisadın kurucusu olan ve bunu muhteşem çalışması Milletlerin Zenginliği eseri­nin ilk bölümünün konusu yapan Adam Smith tarafından yeterince vurgulanmış­tır. Gerçekten de bu muhteşem eserin ilk cümlesinde Adam Srnith'in şunu belirtti­ğini görüyoruz: "Emeğin üretim gücündeki en büyük ilerleme ve emeğin yönlen­dirildiği veya uygulandığı alandaki beceri, marifet ve muhakemesi başarısının büyük kısmı iş bölümünün etkileri sayesindedir." 

Smith, işin bölünmesinin ve daha da bölünmesinin işçilerin, bir işten diğerine geçerken kaybettikleri zamandan tasarruf edildiğini ve özel makinelerin icadı ve uygulanması ile becerilerinin geliştiğini vurgulamaktadır. Yazar şöyle bitiriyor: "İyi yönetilen bir toplumda en alt tabakadaki insanlara ulaşan zenginliğe yol açan şey, iş bölümünün sonucu olarak, tüm farklı sanatların sağladığı üretimlerdeki büyük artıştır. 

Ekonomi biliminin neredeyse 200 yıllık çalışması sadece bu tespiti sağlamlaş­tırmıştır. "İş bölümü, emeğin ne kadar bölünürse o kadar verimli olacağının anla­şılmasıyla yayılmaktadır."6 "Toplumu ve medeniyeti oluşturan ve bir hayvan olan insanı insan haline getiren temel gerçekler, işbölümüyle yapılan işin tek başına yapılan işten daha verimli olduğu gerçeği ve insanoğlunun aklının bu durumu kavrama yeteneğinde olması gerçeğidir. 

5. Sosyal işbirliği 

İş bölümünü, sosyal işbirliğinden önceye koymuşsam da bunların birbirinden ayrı düşünülemeyeceği açıktır. Biri diğerini gerekli kılar. Tek başına yaşandığında hiç kimse uzmanlaşamaz ve ihtiyaçlarının hepsini kendi başına karşılamak zorun­da kalır. İş bölümü ve emeğin kombinasyonu zaten sosyal işbirliğini gerektirmek­tedir. Bunlar, kişinin, kendi emeğinin ürününün bir kısmını diğerlerinin emeğinin ürünüyle mübadele etmesini gerektirir. Ve iş bölümü bu kez sosyal işbirliğini artı­rır ve yoğunlaştırır. Adam Smith'in de ifade ettiği gibi "En farklı yetenekler bile bir başkasına faydalı olmaktadır; her insan diğer insanların yeteneklerinin ürünle­rinin herhangi bir kısmını satın alabileceği ortak bir stok niteliğinde oluşan genel bir mübadele veya alışveriş havuzuna katkıda bulunur."

Günümüz iktisatçıları iş bölümü ve sosyal işbirliğini daha ön plana çıkarırlar: "Toplum uyumlu davranış, işbirliği ...dir. İşbirliğini bireylerin izole edilmiş ya­şamlarının (en azından muhtemelen) yerine koyar. Toplum iş bölümüdür... Top­lum bireylerin ortaklaşa çaba için bir araya gelmesinden başka bir şey değildir"

Adam Smith de bunu açık bir şekilde ortaya koymuştur: 

Medenî toplumda insanın tüm hayatı, ancak bir kaç kişinin arkadaşlığını kazan­maya yetecek kadar kısadır ve her zaman iş birliğine ve büyük yığınların yardımına ihtiyaç duymaktadır. İnsan her zaman kardeşlerinden yardım alma şansına sahiptir ve bunu sadece onların yardımseverliklerinden dolayı beklememektedir. Kardeşle­rinin kendilerini sevmelerini kendi lehine döndürebilirse ve kardeşlerinden islediği şeyin onların kendi avantajlarına olduğunu gösterebilirse başarılı olma şansı daha yüksektir. Bir diğerine herhangi bir tür pazarlık teklif eden kimse şunu teklif edi­yordur: Bana istediğimi ver ve sen şu istediğini al. Bu tip her teklifin anlamı budur; ve ihtiyaç duyduğumuz iyi mevkilerin çoğunu bir diğerimizden alma şeklimiz bu­dur. Akşam yemeği beklentimiz kasabın, fırıncının veya biracının iyilik duygula­rından değil, onların kendi çıkarlarını gözetmelerinden dolayı gerçekleşmektedir. Biz onların insafına kalmış değiliz, fakat kendimize hitap ederiz, onlara kendi ihti­yaçlarımızdan değil, kendi avantajlarından bahsederiz." 

Bu pasajda ve diğerlerinde Adam Smith'in işaret ettiği şey, piyasa ekonomisi­nin bu kadar başarılı olmasının sebebi, onun insanların kendini ve kendi çıkarını sevmesinin avantajını kullanması ve bunları üretim ve mübadele için kullanması­dır. Daha da ünlü bir pasajda Smith bu ifadeyi daha da ileri götürüyor: 

Her toplumun yıllık geliri daima, tam olarak sanayiinin tüm yıllık üretiminin mübadele edilebilir değerine eşittir, ya da daha ziyade, bu mübadele edilebilir de­ğerle aynı şeydir. Bu nedenle her birey hem sermayesini yerli endüstriyi destekle­mek için kullanmak ve hem de böylece o endüstriyi üretimi en yüksek değere ulaşa­cak şekilde yönlendirmek için elinden geleni yapmaya çalışacağından, her bir birey toplumun yıllık gelirini elinden geldiği kadar yükseltmeye çalışacaktır. Gerçekte, birey genellikle ne kamu çıkarını yüceltme niyetindedir ve ne de onu ne kadar yü­celttiğinin farkındadır. Yerli endüstriyi desteklemeyi yabancı endüstriye tercih etme yoluyla sadece kendi güvenliğinin peşindedir; ve bu endüstriyi onun üretimi en yüksek değere ulaşacak şekilde yönlendirmesi yoluyla sadece kendi kazancının pe­şindedir ve bu konuda (diğer pek çok durumda olduğu gibi) gizli bir el tarafından hiç bir şekilde niyetlenmediği bir sonuç için teşvik edilmektedir. Böyle olması toplum için her zaman kötü de değildir. Kendi çıkarlarının peşinde koşmasıyla toplumun çıkarını, gerçekten bunu yapmaya niyetli olduğu durumda yücelteceğin­den çok daha iyi bir şekilde yüceltir." 

Bu pasaj, Smith'in kendi yararına çok meşhur olmuştur. "Görünmez el" ben­zetmesinden başka bir şeyi görmeyen pek çok yazar onu ya yanlış yorumlamışlar veya kastettiği şeyi saptırmışlardır. Bu yazarlar bu benzetmeyi (Smith onu sadece bir kez kullanmışsa da) Ulusların Zenginliği' nin tüm doktrininin esası kabul et­mişlerdir. Bu yazarlar bu benzetmenin anlamını bir Deist olan (Tanrı'yı kabul eden fakat vahyi reddeden) Adam Smith'in Tanrının (gizemli bir şekilde) kendini düşünerek yapılan tüm davranışların sosyal açıdan faydalı sonuçlar vermeyi sağ­layacak şekilde müdahalesi şeklinde yorumlamışlardır. Bu açıkça bir yanlış yo­rumlamadır. Piyasanın ona katılan her bireyin refahına katkıda bulunduğu olgu­su, analizin dayandığı bir varsayım değil, bilimsel analize dayalı bir sonuçtur. 

Diğer yazarlar "görünmez el" pasajını bencilliğin bir savunması, başkaları ise serbest piyasa ekonomisinin sadece bencilliğe dayalı olarak inşa edilmediğini fakat tek başına bencilliği ödüllendirdiği şeklinde bir itiraf olarak yorumlamışlardır. Ve Smith bu son yorum için en azından kısmen suçluydu. O, insanların toplumun genel çıkarını teşvik etmesinin ancak kazançlarını yasal ve ahlâkî yollarla kazan­dığı müddetçe söz konusu olduğunu açık bir şekilde ortaya koymamıştır. Kendi çıkarlarını hile, dolandırıcılık, soygun, tehdit veya cinayetle artırmaya çalışan ki­şiler, ulusal gelire katkıda bulunmazlar. Üreticiler tüketicilerin ihtiyaçlarını en ucuz fiyatla karşılamak için rekabet yapma yoluyla ulusal refahı artırırlar. Özgür bir ekonomi ancak uygun bir yasal ve ahlâkî altyapı içinde işleyebilir. 

Ve bir piyasa ekonomisindeki insanların motivasyonlarının her zaman ve sade­ce bencillik olduğunu kabul etmek büyük bir hatadır. Adam Smith'in ifadesi mükemmel idiyse de kolayca yanlış yorumlanabilirdi. İyi ki birkaç çağdaş iktisat­çı süreci ve motivasyonu daha ayrıntılı şekilde açıkladılar: İktisadî hayat "diğer insanlarla birlikte içinde bulunduğumuz ve kendimizi veya kaynaklarımızı onla­rın amaçlarına (kendimizinkilerin geliştirilmesinin dolaylı bir yolu olarak) yardım olarak verdiğimiz ilişkiler kompleksini içerir."13 Bizim amaçlarımız mutlaka bize aittir; fakat bu amaçların mutlaka ve sadece bencil amaçlar olması gerekmez. "Eko­nomik ilişki ... veya iş bağlantısı prens ve tebaası, aziz ve günahkâr, havari ve önder, en empatik ve en bencil insanların hayatını devam ettirmesi gibi gerekli­dir... Karmaşık ilişkiler sistemimiz bizi, amaçlarımızı başarmak için gerekli olan işbirliğinin liderliğine oturtturur. Bir ekonomik ilişkinin kendine has niteliği Wicksteed'e göre onun "egoizm"i değil fakat non-tuism'i dir. Wicksteed bunu şöyle açıklıyor:

Siz ve ben bir iş yapıyorsak (bu işin benim açımdan tamamen ekonomik oldu­ğunu varsayalım) ben tamamen veya kısmen kendi amacım için, belki tamamen başkaları için (ama kesinlikle sizin için değil) sizin amacınızı gerçekleştirmekte­yim. Bunu ekonomik bir işlem yapan şey, sizi (zincirde bir halka olmanız hariç) düşünmemem veya (başka birisinin amaçlarını -ki benimki olmak zorunda değil-tatmin etme aracı olması dışında) sizin arzularınızı düşünmememdir. Ekonomik ilişki benim aklımdan kendim dışındaki herkesi çıkarmaz, fakat sizden başka her­kesi potansiyel olarak hesaba katar."' 

"Non-tuism"i (başkalarını düşünmeyi) ekonomik ilişkinin esası yapmada bir miktar keyfilik söz konusudur. Bu tavırdaki gerçeklik unsuru sadece "sıkı ölçü­de ekonomik" bir ilişkinin tanım gereği "kişisel olmayan" bir ilişki olmasıdır. 

Fakat Wicksteed'in en büyük katkılarından birisi ekonomik faaliyetin aşırı ölçüde egoist veya bencil olduğu kalıcı fikrini çürütmüş olmasıdır. Mises'in de ifade ettiği gibi: 

Sosyal işbirliği çerçevesinde, toplum üyeleri arasında sempati ve arkadaşlık duyguları ile birbirine ait olma hissi ortaya çıkar. Bu duygular insanın en zevkli ve en değerli deneyimlerinin kaynağıdır... Ancak bu duygular (bazılarının söylediği gibi) sosyal ilişkileri ortaya çıkaran etmenler değillerdir. Bunlar sosyal işbirliğinin meyveleridir ve ancak sosyal işbirliği ortamında iyi gelişirler. Bu duygular sosyal ilişkilerin oluşmasından önce ortaya çıkmamışlardı ve sosyal ilişkilerin kaynağı da değillerdir... 

İnsan toplumunun karakteristik özelliği amaçlı işbirliğidir... İnsan toplumu ... kâinatın var oluşunu belirleyen evrensel bir kanunun (yani iş bölümünün yüksek verimliliğinin) amaçlı kullanımının sonucudur. 

Bir bireyin kendi başına yaptığı davranışı birlikte davranışla (işbirliğiyle) de­ğiştirmek için attığı her adım, onun durumunda çabuk ve farkedilir bir iyileşme sağlamaktadır. Barışçı işbirliği ve işbölümünden sonuçlanan avantajlar evrensel­dir. Sadece sonraki nesilleri değil her nesli derhal faydalandırırlar. Bireyin toplum uğruna feragat etmesi gereken şeyler çok daha büyük avantajlarla telafi edilir. Onun feragati sadece görünüştedir ve geçicidir; daha sonra çok daha büyük bir kazanım elde etmek için daha küçük bir kazançtan vazgeçer... İşbölümü yapılan sahayı ge­nişletme yoluyla sosyal işbirliği yaygınlaştığında veya barışın yasal olarak korun­ması ve muhafaza edilmesi güçlendirildiğinde teşvik edici unsur kendi şartlarını iyileştirme peşinde olanların arzusudur. Birey, kendi (haklı) çıkarları peşinde ko­şarken sosyal işbirliği ve barışçı ilişkilerin geliştirilmesi yönünde çalışır.

Hume'den Ricardo'ya İngiliz politik iktisadı tarafından oluşturulan iş bölümü teorisinin tarihsel rolü, sosyal işbirliğinin orijini ve işlemesine dair tüm metafizik doktrinlerin tamamen yıkılmasına dayanmaktaydı. O, epikürizm* felsefesiyle baş­latılan insanoğlunun ruhsal, ahlâkî özgürleşmesini tamamladı. O, otonom rasyonel ahlâkı eski günlerin heteronom ve içgüdüsel etiğin yerine koymuştur. Yasa ve ya­şadık, ahlâk yasaları ve sosyal kurumlar artık Tanrı'nın anlaşılmaz emirleri gibi saptırılmaz. Bunlar insan orijinlidir ve bunlara uygulanacak tek referans insan refa­hına dair olanlardır. Faydacı iktisatçı şunu söylemez: Fiat justitia pereat mundus . O şunu söyler. Fiat justitia ne pereat mundus. O, herhangi bir kişiden, refahından toplumun refahı için vazgeçmesini istemez. O kişiden hakkı olan çıkarlarının ne olduğunu bilmesini ister. 

Mises aynı bakış açısını önceki kitabı Sosyalizm 'de açıklamıştır. Burada da diğerlerini sadece araç olarak görmenin yanlış olduğu Kantçı teze zıt olarak, Wicksteed'de görmüş olduğumuz aynı temayı vurgulamaktadır. 

Liberal sosyal teori insanın kendini diğer tüm insanların amaçlarını gerçekleş­tirmenin bir yolu olarak gördüğünü, diğer insanları da kendi amaçlarının gerçekleş­tirilmesinin yolları olarak gördüğünü ispatlar; ve nihayet yine bu karşılıklı davranış ile (bu davranışta her bir kişi aynı anda bir araç ve ulaşılacak bir sonuçtur) en yük­sek sosyal yaşam amacına (herkes için daha iyi bir varoluşun başarılmasına) ulaşı­lır. Toplum, ancak herkesin (kendi hayatını yaşarken) diğerlerinin yaşamasına yar­dım etmesiyle, her birey aynı anda araç ve amaç ise; eğer her bir bireyin iyi durum­da olması aynı anda diğerlerinin iyi durumda olması için gerekli şart ise ben ve siz, araç ve amaç arasındaki zıtlığın otomatikman ortadan kalktığı ortadadır.20

Sosyal işbirliğinin temel prensibini tanıdığımızda "bencillik" ve "başkalarını düşünme"nin gerçek uyumunu buluruz. Herkesin, asıl olarak kendisi için yaşadı­ğını ve yaşamak istediğini varsaysak bile, bunun sosyal hayatı bozmadığını fakat teşvik ettiğini görebiliriz. Çünkü bireyin hayatının daha iyi olması ancak toplum­da ve toplum yoluyla mümkündür. Bu bakımdan egoizmi toplumun temel kuralı olarak kabul etmek mümkündür. Fakat temel hata "egoist olma" ve "başkalarını düşünme" eğilimleri arasında mutlak bir uyuşmazlık olduğunu varsaymak ve hat­ta bunlar arasında keskin bir ayrım olduğunda ısrar etmektir. 

Mises'in de ifade ettiği gibi: 

Bu egoist ve diğerlerini düşünme davranışını karşılaştırma girişimi bireylerin sosyal olarak birbirlerine bağımlı olmasının yanlış algılanmasından kaynaklanmak­tadır. Tavırlarımın davranışlarımın bana veya dostlarıma hizmet edip etmeyeceğini seçme gücü bana bırakılmamaktadır ve bu durum belki de iyi olarak kabul edilebi­lir. Eğer bu güç bizde olsa, insan toplumu mümkün olmazdı. İş bölümü ve iş birli­ğine dayalı toplumda, tüm fertlerin çıkarları birbiriyle uyumludur ve sosyal hayatın bu gerçeğinden sonuçta benim ve diğerlerinin çıkarlarına göre davranmasının bir­biriyle çelişmeyeceği anlaşılır. Çünkü bireylerin çıkarları sonuçta birleşir. Buna göre egoist eğilimlerden başkalarını düşünme eğilimlerinin gelişine ihtimali konu­sundaki ünlü bilimsel anlaşmazlığın kesin bir şekilde ortadan kalktığını kabul ede­biliriz. 

Ahlâkî görev ve bencil çıkarlar arasında hiçbir zıtlık yoktur. Toplumu toplum olarak muhafaza etmek için bireyin topluma verdiği şeyi, kendisine uzak amaçlar uğruna değil, kendi çıkarları için vermektedir. 

Bu sosyal işbirliği serbest piyasa sisteminin her yerinde söz konusudur. Üreti­ci ve tüketici arasında, alan ve satan arasında bu iş birliği vardır. Bu işlemden bunların her ikisi de faydalanır ve bu nedenle onu yaparlar. Tüketici ihtiyacı olan ekmeği fırından alır, fırıncı hem onun ekmek yapması ve hem de daha fazlasını yapması için gerekli olan parasal faydayı alır.. Aksi yöndeki yoğun sendika ve sosyalist propagandaya rağmen, işçi ve işveren arasındaki ilişki, temelde bir işbirligi ilişkisidir. Her biri diğerine muhtaçtır. İşveren ne kadar başarılı ise o kadar fazla işçi çalıştırabilir ve onlara daha fazla şey verebilir. İşçi ne kadar başarılı ise o kadar fazla kazanır ve işveren de o ölçüde başarılı olur. İşçilerin sağlıklı ve güçlü olması, iyi beslenmesi ve barınması kendilerine adil davranıldığını hisset­meleri, başarılarına göre ödüllendirilmeleri ve bu nedenle başarılı olmak için ça­balamaları işverenin lehinedir. Çalıştığı firmanın kâr etmesi, tercihen de hem bü­yümeyi teşvik edecek, hem de onu gerçekleştirecek kadar kârlı olması işçinin çıkarına olacaktır.

"Mikroekonomi" düzeyinde her firma bir işbirliği girişimidir. Bir dergi veya bir gazete (tüm hayatı boyunca gazete ve dergilerle ilişkisi olan birisi olarak bunu bilerek söylüyorum) her bir muhabirin, editörün, reklam alıcının, yazıcı­nın, dağıtım kamyonu şoförünün ve dağıtıcısının kendine verilen rolü oynamak için, tıpkı sonuçtaki ezgiyi meydana getirmek için özel aletler çalan her bir sa­natçının işbirliği yaptığı bir orkestradaki muhteşem işbirliği gibi, işbirliği yaptı­ğı harika bir işbirliği organizasyonudur. General Motors, ABD Çelik Şirketi, veya General Electrics ya da diğer binlerce şirketten biri gibi büyük bir endüst­riyel şirket, bir sürekli işbirliği harikasıdır ve "makroekonomik" düzeyde tüm özgür dünya her bir ulusun diğerinin ihtiyacını (kendi başına karşılayabilece­ğinden) daha ucuz ve daha iyi bir şekilde karşılayabildiği (karşılıklı ticaret yo­luyla) uluslararası işbirliği sisteminde birbirine bağlıdır. Bu işbirliği hem küçük çapta ve hem de büyük çapta söz konusudur çünkü hepimiz biliriz ki, diğerleri­nin amaçlarına ulaşmasını sağlamamız (dolaylı da olsa) kendi amaçlarımızı ba­şarma yollarımızın en etkin olanıdır. 

Buna göre, asıl itici gücü "egoizm" olarak adlandırabilirsek de bunu kesinlikle sırf "egoist" veya "bencil" bir sistem olarak adlandıramayız. Amaçlar ister "ego­ist" ister "başkasını düşünen" olsun bu bizim amaçlarımıza ulaşmaya çalıştığımız sistemdir. Sistemin baskın olarak "başkalarını düşünen" şeklinde adlandırılması kesin olarak mümkün değildir, çünkü her birimiz asıl olarak diğerlerinin amaçları için değil kendi amacımız için diğerleriyle işbirliği yapıyoruz. Sistem en doğru şekilde "karşılıklı" olarak adlandırılabilir. Her ne olarak adlandırılırsa adlandırıl­sın, asıl unsuru işbirliğidir. 

6. Kapitalizm adaletsiz midir? 

Şimdi bir diğer konuya geçelim. Serbest piyasa sistemi yani "kapitalist" sistem adil midir, adaletsiz midir? "Kapitalist" sistem üzerine sosyalist saldırılar nere­deyse tamamen onun sözde adaletsizliği ve işçiyi "sömürüsü" üzerinedir. Etik üze­rine bir kitap bu çekişmeyi enine boyuna incelemenin yeri değildir. Böyle bir ince­leme ekonomi biliminin işidir. Bu nedenle bu sosyalist argümanı doğrudan incele­me yerine, sadece çığır açan çalışması Zenginliğin Bölüşümü (The Distribution of IVealth, 1888) adlı eserindeki John Bates Clark'ın hükmünü kabul edersem ve okuyucuyu onun bu hükmünü desteklemek için bu kitaba ve ekonomi alanındaki diğer çalışmalara gönderirsem okuyucunun beni affedeceğini umarım. 

Clark'ın çalışmasının genel tezi "serbest rekabetin emeğe emeğin ürettiğini, sermaye sahibine sermayenin yarattığını ve girişimciye koordinasyon işlevinin ürettiğini verdiğidir... (O) bu üreticilerin her birine kendisinin özel olarak mey­dana getirdiği zenginlik miktarını verme eğilimindedir. 

Aslında Clark serbest rekabetçi sistemin eğiliminin, "herkese ürettiğini ver­mesi" olduğunu savunmaktadır. Clark, eğer doğruysa, bu durum sadece "işçilerin ürettiklerinin düzenli olarak çalındığı" sömürü teorisini çürütmekle kalmaz. Aynı zamanda o, kapitalist sistemin temelde adil bir sistem olduğu ve çabalarımızın onu yok edip yerine tamamen farklı bir sistem getirmek değil, onun hakim olan bölüşüm kuralına olan istisnaları azaltacak şekilde, onu mükemmel hale getirmek olması gerektiği anlamına da gelir.

Bu hükümlerde bazı şartlar söz konusudur. Clark'ın kendisinin de belirttiği gibi serbest piyasadaki bu "bölüşüm" prensibi25 bir eğilimi temsil eder. Bu herke­sin "her durumda" ürettiğinin veya üretmeye yardımcı olduğu şeyin değerini tam olarak alabileceği anlamına gelmez. Ve onun aldığı payın değeri, "piyasa" değeri­dir, yani bu katkının "diğerlerince ölçülen" değeri.

Bu sistem, mükemmel "adalet"in gerektirdiğinden ne kadar eksik olursa ol­sun, şu ana kadar daha üstün hiçbir sistem bulunmamıştır. Bir sonraki bölümde göreceğimiz üzere, bu üstün sistem sosyalizm hiç değildir.

Bu harika serbest piyasa sistemi hakkındaki nihaî ahlâkî değerlendirmemize gelmeden önce bir diğer büyük erdeme de dikkat çekmemiz gerekmektedir. Bu, onun bireyleri sadece üretime yaptıkları özel katkıya uygun olarak ödüllendirmesi değildir. Piyasa (fiyatlar, ücretler, kiralar, faiz oranlan ve diğer maliyetler, nisbî kâr marjları veya kayıpların anlık oynamasıyla) sadece maksimum üretimi değil, aynı zamanda optimum üretimi de sürekli olarak başarma eğilimindedir. Yani bu sürekli değişen fiyat ve maliyet ilişkileriyle sağlanan teşvik ve caydırıcılık yoluyla binlerce farklı mal ve hizmet fiyatı birbirine uyumlu hale gelir ve bunların bir diğeriyle ilişkisine bağlı olarak bu binlerce malın üretim miktarında dinamik bir denge sürdürülür. Bu dengenin, herhangi bir bireyin arzusunu yansıtması gerek­mez. Herhangi bir ekonomi planlayıcısının ütopya idealiyle örtüşmesi gerekmez. Fakat var olan tüm üretici ve tüketici grubunun birleşik arzularını yansıtma eğili­mindedir.   Satın alması veya almaması ile her bir müşteri bir malın daha fazla, diğerinin de daha az üretimini oyladığından; üretici tüketicinin kararlarına uyma­ya zorlanmaktadır. 

Bu sistemin ne yaptığını gördükten sonra onun adaletine biraz daha yakından bakalım. O yaygın biçimde "adaletsiz" olarak kabul edilir, çünkü hatırlanamaya-cak kadar eski zamanlardan kalma mantıksız "sosyal adalet" ideali mutlak gelir eşitliği anlamına gelmektedir. Sosyalistler "bolluk ortasında fakirlik" lanetleme­sinden asla bıkmamıştır. Zenginin servetinin, fakirin yoksulluğunun sebebi oldu­ğu fikrinden kendilerini soyutlayamamışlardır. Ne var ki bu fikir tamamen yanlış­tır. Zenginin serveti fakiri daha fakir değil, daha az fakir yapar. Zenginler, fakirle­rin hizmetleri karşılığında onlara verecek bir şeyleri olan kimselerdir. Ve sadece zenginler üretimi artırmak ve fakirin emeğinin marjinal değerini artırmak için fa­kire sermaye ve üretim araçları sağlayabilir. Zengin zenginleştikçe fakir daha fa­kir değil, daha zengin olur. Aslında bu ekonomik ilerlemenin tarihidir. 

Kişinin gelir elde etmek veya kazanmak için yaptığı veya yapamadığına bak­maksızın, çalışıp çalışmadığına veya üretip üretmediğine bakılmaksızın, gelir eşit­liği idealini sağlamak için yapılacak herhangi bir ciddî girişim, evrensel fakirliğe yol açacaktır. Bu durum becerisi olmayan veya yetersiz olana kendini geliştirmesi için var olan teşvikleri ve tembellerin çalışması için her türlü teşviki ortadan kal­dırmakla kalmayacak, doğal yeteneği olan, çalışmak ve kendini geliştirmek iste­yen için de teşvikleri ortadan kaldıracaktır.

Adalet üzerine olan bölümde vardığımız hükümlere bir kez daha dönelim. Adalet sadece kendi başına bir hedef değildir. Sonuçlarından izole edilebilecek bir ideal değildir. Ara bir amaç olarak kabul edilse de asıl olarak bir araçtır. Ada­let, özet olarak, sosyal işbirliğine ciddî şekilde destek olan sosyal düzenleme ve kuralları içerir. Bu, ekonomi alanında üretimi en üst düzeye çıkarmaya da ciddî  olarak destek olma anlamına gelmektedir. Ve bu kez düzenleme ve kuralların ada­leti, onların şu veya bu münferit durum üzerindeki etkilerine göre belirlenmez fakat (ilk olarak Hume tarafından açıklanan prensibe uygun olarak) onların uzun dönemdeki genel etkilerine göre belirlenir. 

Pratikte eşit gelir dağılımı için tüm argümanlar, böyle bir eşit bölüşümün, orta­lama geliri azaltacak etki yapmayacağını; toplam gelir ve zenginliğin (herkesin yaptığı üretime veya üretime yaptığı katkıya göre ödeme alacağı) bir serbest piya­sa sistemindeki kadar yüksek kalmaya devam edeceğini varsaymaktadır. Bu var­sayım eşi görülmemiş bir aptallıktır. Böylesine bir zorlanmış eşit bölüşüm (ki bu ancak zorlamayla başarılır) üretimde şiddetli ve felaket niteliğinde bir düşüşe yol açacak ve onu uygulayan ulusu fakirleştirecektir. Komünist Rusya kısa sürede bu eşitçi fikri terk etmek zorunda kalmıştır; ve komünist ülkeler ona bağlı kalmaya çalıştığı müddetçe insanları bunu pahalıya ödemişlerdir. Bu tartışma ileriki bir bölümde ele alınacaktır. 

Bir serbest piyasa sisteminin müthiş üretkenliği ile-sosyalist bir sistemin "ada­letini" bir araya getiren veya en azından tamamen serbest bir ekonomik sistemde elde edilenden daha fazla gelir ve refah eşitliği meydana getirebilecek olan bir tür "üçüncü" sistem (bir orta-yol sistemi) bulunduğu varsayılabilir (ve bugün her yer­de popüler olarak varsayılmaktadır da). Burada bunun sadece bir hayal olduğuna dair olan hükmümü ifade edebilirim. Eğer böyle bir orta yol sistemi bir kaç mün­ferit adaletsizliği düzeltebilse, bunu sadece çok daha fazla adaletsizlik yaratarak ve toplam üretimi bir serbest piyasa sisteminin başaracağıyla karşılaştırıldığında mutlak surette azaltarak yapacaktır. Bu hükme temel olarak okuyucunun ekonomi tezlerine başvurmasını salık veriyorum. 

7. Piyasa "Etiğe Kayıtsız mı?" 

Ancak şimdi, moda olmasına Politik İktisadın Sağduyusu (Common Sense of Political Economy, 1910) adlı eserinde Philip H. Wicksteed'in yardımcı olduğu ve son yıllarda iktisatçıların sıkça taraftar olduğu bir fikre geliyoruz. Bu, ekono­mik sistemin "etiğe karşı kayıtsız kalan bir araç olduğu"dur. Wicksteed, önemli bir kısmını burada alıntı yaptığım oldukça zarif ve etkileyici bir pasajda bu fikri şöyle savunuyor: 

Şimdi biz, pek çok zihinde kendini ekonomik ilişkiyle ve hatta onun ilmini yap­makla özdeşleştirmiş olan alçak menfaatperestlik ayıbının konunun doğasına iliş­kin bir yanlış algılamadan kaynaklandığını görmüş olduk. Fakat diğer yandan, eko­nomik güçlerin (kendi başlarına oynamalarına müsaade ettiğimizde) en ıyı olası ya­şam şartlarını kencftliğınden garanti edeceğini bekleyen kolaycı iyimserlik de aynı ölçüde yanlıştır ve hatta daha da tehlikelidir. Aslında ekonomik kuvvetleri tamamen iyiliksever olarak göstermek kolaydır. Bu güçlerin, daha önce birbirini hiç görmemiş veya duymamış, diğerlerin varlığını veya arzularını hayalinde bile fark etmeyen in­sanların her defasında birbirini desteklediği ve bir diğerinin amaçlarına ulaşmasını kolaylaştırdığı büyük bir sistemi otomatik olarak organize ettiğini görmedık mi? Bunlar dünyayı devasa bir karşılıklı fayda toplumu halinde kucaklamıyorlar mı? Hiç kimse görmese bile Londra'nın günbegün doyurulmasının kendi bile (laissez-faire laissez-passer sosyal organizasyon teorisinin onuruna sürekli olarak söylenmiş olan en coş­kulu zafer şarkısını haklı kılmazsa da) bahane bulunamayacak kadar çok etkileyici­dir. Bizim, bir kişinin/hiçbirini kendisi için yapmayacağı binlerce şeyden biri uğruna kendini harap etmesini anormal kabul etmemiz, ekonomik bağlantıların başarısını göstermektedir. Dünyayı, günden güne taşıyan milyonlarca karşılıklı denge içinde gördüğümüzde ve "Kimin umurunda?" diye sorduğumuzda ve cevap alamadığımız­da önceki nesil iktisatçılardaki dinî huşu'yu ve istekliliği iyi anlayabiliriz. Bu 'huşu' ve isteklilikle önceki nesil iktisatçılar, her birinin faziletiyle ihtiyaç içindeki her bir bireyin (kendine hizmet ederken komşusuna yardım ederek ve kendisi hakkındaki baskılara basitçe boyun eğme suretiyle ve önünde açılan yolu izleyerek) kendisine "boyundan büyük amaçlar" temayülü yarattığı "ekonomik harmoniler" hakkında kafa yormuştur.

Fakat bu resme daha yakından bakmamız gerekir. Kendi amaçlarımı aklımla seçme işleminin ta kendisi bana diğerlerinin amaçlarına ulaşmasını mı sağlattırır? Evet. Oldukça. Fakat benim kısa ve uzun dönem amaçlarım nedir? Ve ben, kendi amaçlarımı başarmanın bir yolu olarak, diğer kişilerin hangi amaçlarına hizmet edi­yorum? Ben ve onlar bu amaçlara ulaşabilmeye uygun yollar konusunda hangi gö­rüşlere sahibiz? Bunlar bir toplumun sağlığının ve gücünün bağlı olduğu sorulardır ve anlatılan ekonomik güçler bunları hesaba katmazlar. Toplumun ekonomik orga­nizasyonunun bağlı olduğu iş bölümü ve mübadele amaçlarımıza ulaşma yollarımı­zı genişletir fakat amaçlarımızın kendisine doğrudan bir etkide bulunmaz ve bunlar araçların kullanımında vicdan sahibi olmanın sebebi olma eğiliminde değildir. Ah­lâkî açıdan istenir sonuçların etiğe kayıtsız araçlardan beklenmesi gerektiğini var­saymak abestir ve ekonomik bir ilişkiyi putlaştırmak kadar, onu şeytanlaştırmak da aptallıktır. 

Dünya benim kendim ve diğerleri için isteyeceğim ve ancak mübadele yoluyla elde edebileceğim pek çok şeye sahiptir. Öyleyse ben dünyanın isteyeceği neye sa­hibim veya ne yapabilirim? Ya da dünyaya istettirecek veya istediğine ikna ettire­cek veya ona benim diğerlerinden daha iyisini verebileceğime inandıracak ne yapa­bilirim? İdeal bir standartla ölçüldüğünde, istediğim şeyi benim almam ya da onla­rın vermesi ve benim onlara verdiğim şeyle benim onlarda uyandırdığım arzu ve onları memnun etme araçlarım benim için veya diğerleri için iyi veya kötü olabilir. Herkesin bir diğerine yardım ettiği ve onu kendisine "faydalı" hale getirdiği "eko­nomik harmoni"nin baştan çıkarıcı resmini çizdiğimizde, onun içine sokulması ke­sin bir şekilde yanlış olan ahlâkî veya duygusal ilişkileri sokmaya "yardım etme" fikrine anlamsız bir şekilde izin veririz.

"Yardım'ın tarafsız bir şekilde yıkıcı veya mahvedici ya da yapıcı ve faydalı sonuçlara ulaşabileceğini ve dahası onun her türlü aracı kullanabileceğini unuturuz. Bir kişinin veya bir toplumun kısa vadeli amacının bir diğerinin amacına ne kadar sık engel olduğunu veya onu alıkoyduğu­nu veya insanları kandırdığını veya onların huzurunu kaçırdığını ve huzurları kaçtı­ğında onlara yardım ettiğini fark etmek için sadece büyük savaş endüstrilerine, köpük şirketlerin (dolandırıcı karavan şirketler) yüzmesine, bir firma veya işletme­nin henüz kuruluş aşamasında olan diğerlerini nasıl boğduğuna, Çin ve Hindistan' daki afyon kültürüne ve cin veya alkol imalatı yapılan evlere bakmamız gerekir. 

Wicksteed'den bu kadar uzun alıntı yaptım, çünkü onun ifadesi serbest piyasa sisteminin "ahlâkî açıdan kayıtsız" olduğu veya ahlâkî açıdan nötr olduğu tezinin bu zamana kadar rastladığım en güçlü ifadesiydi. Yine de bu tez bana hâlâ ciddi şekilde sorgulanabilir gelmektedir. 

Bu tezi serbest piyasa ekonomisinin pozitif bir ahlâk değerine sahip olduğu rakip tezinden bir veya iki ifadeyle karşılaştıralım. Okuyucu Ludwig von Mises'-den alıntılanan ve yazarın "sempati ve arkadaşlık ve birlikte olma hislerinin ... sosyal işbirliğinin meyveleri olduğunu," sosyal işbirliğinin kaynağı olmadığını ileri sürdüğü pasajını hatırlayacaktır. Benzer bir iddia Murray N. Rothbard tara­fından da ileri sürülmüştür. 

Toplumun orijinlerinin açıklanmasında, bireyler arasında herhangi bir mistik paylaşım veya "ait olma duygusu" hayal etmeye gerek yoktur. Bireyler akıllarını kullanarak iş bölümünün yüksek üretkenliğinden kaynaklanan mübadele avantaj­larını tanırlar ve bu avantajlı yolu izlerler. Aslında, arkadaşlık ve paylaşım duygu­larının bir sebep olmaktan ziyade (sözleşmeye dayalı) bir sosyal işbirliği rejiminin etkileri olması daha olasıdır. Örneğin, iş bölümünün üretken olmadığını veya in­sanların onun üretkenliğini bilmediğini varsayalım. Bu durumda, mübadele şansı az olacaktır veya hiç olmayacaktır ve her birey kendi gereçlerini saçma bir şekilde bağımsız olarak elde etmeye çalışacaktır. Sonucun kıt malların sahipliğini kazan­mak için vahşice bir boğuşma olacağı kesindir, çünkü böyle bir dünyada her bir kişinin faydalı gereçleri kazanması diğer kişilerin kaybetmesi olacaktır. Böylesine saçma bir dünyada şiddet ve uzun savaşların büyük ölçüde baskın olması kaçınıl­maz olacaktır. Her bir kişi bir şeyleri arkadaşlarından ve onlara zarar vererek aldı­ğından şiddet yaygın olacaktır ve karşılıklı düşmanlık duyguları egemen olacaktır. Kemik için boğuşan hayvanlar gibi, savaşın egemen olduğu bu dünya, kişiler ara­sında sadece nefrete ve düşmanlığa yol açacaktır. Öte yandan, karşılıklı faydalı mübadele yoluyla gönüllü sosyal işbirliğine dayalı olan ve bir kişinin kazancının diğer kişinin de kazancı olduğu bir dünyada gelişme ve sosyal sempatiye ve insan arkadaşlıklarına büyük önem verileceği ortadadır. İnsanlar arasında arkadaşlık duy­gulan için uygun şartlan yaratan işbirliği yapan, barışçı toplumdur. 

Mübadelenin sağladığı karşılıklı faydalar olası saldırganlar (diğerlerine karşı şiddet hareketini başlatanlar) için saldırganlıklarını kısıtlamak ve etrafındaki diğer kişilerle barışçı şekilde işbirliği yapmak için büyük bir teşvik sağlamaktadır. Birey­ler bundan sonra uzmanlaşma ve mübadelenin avantajlarının savaşın getirebileceği avantajlardan üstün olup olmayacağına karar verirler. 

Şimdi Wicksteed'in tezine daha yakından bakalım. Onun da çok zarif bir şe­kilde işaret ettiği gibi, Wicksteed'in zamanında da, bugün de fonksiyon gösteren kapitalizmin iş birliği yapan azizlerle dolu bir cennet olmadığı doğrudur. Fakat bu bizim bireysel yetersizliklerimiz veya günahlarımızdan sistemin sorumlu olduğu­nu ve hatta sistemin ahlâka kayıtsız kaldığını veya nötr olduğunu göstermez. Wick-steed kendi zamanının kapitalizminin sadece ekonomik değil aynı zamanda ah­lâkî faydalarını da mutlak kabul etmiştir, çünkü kapitalizm onun çevresinde her yerde gördüğü sistemdi ve bu yüzden o alternatifleri görmedi. Yukarıda alıntı ya­pılan pasajı yazdığında unuttuğu şey, modern kapitalizmin mutlak ve kaçınılmaz bir sistem olmadığı fakat onun altında yaşayan insanların seçtiği bir sistem oldu­ğudur. O bir "özgürlük sistemindir. Londra "kimsenin umurunda olmasa da" bes­leniyor değildir. Londra kesinlikle Londra'daki neredeyse herkesin umursamasın­dan dolayı beslenmektedir. Ev hanımları her gün gıda alışverişi yapar ve onu elle­rinde veya arabayla eve getirirler. Kasap ve manav ev hanımının alışveriş yapaca­ğını bilirler ve onun alacağını umdukları şeyleri bulundururlar. Etler ve sebzeler onların dükkanlarına ya kendi kamyonları veya toptancıların kamyonları içinde gelir. Toptancılar malları pazarlayanlardan sipariş eder, pazarlayanlar çiftçilerden sipariş verirler ve demiryollarından gıdaları taşımalarını isterler, ve demiryolları kesinlikle bu işi yapmak için vardır. Tüm bu sistemde eksik olan tek şey, her şey için cafcaflı şekilde emirler veren ve tüm başarıyı kendine mal eden bir diktatör­dür. 

Bu özgürlük sisteminin, bu serbest piyasa sisteminin uygun bir yasal sistemi ve uygun bir ahlâklılığı şart koştuğu doğrudur. Bunlar olmadan onun var olması ve çalışması söz konusu değildir. Fakat bu sistem varsa ve çalışıyorsa toplumun ahlâk düzeyini daha da yükseltir. 

Kaynak: Henry Hazlitt

Çeviren: Necdet Kandemir

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005