Kapitalizmin Etiği ve Kapitalizm Tarihi
1. Sosyalist bir iftira kelimesi
Yaygın olarak, ahlâkî ve iktisadî bakış açılan
arasında veya ahlâk ile iktisat arasında çok az bir
ilişki olduğu varsayılır. Aslında, aralarında sıkı
bir ilişki vardır. Her ikisi de insan davranışı1,
tavrı, kararı ve tercihi ile ilişkilidir. Ekonomi
bilimi, insan davranışının ve tercihinin nedenleri,
sonuçları ve etkilerinin tanımı, açıklanması
veya analizidir. Fakat biz insan davranış ve
kararlarının haklılığına, bir davranış veya
kararın ne olması gerektiği sorusuna veya şu
ya da bu davranışın veya davranış kurallarının
sonuçlarının birey veya toplum için uzun dönemde
daha iyi olup olmayacağı sorusuna
geldiğimizde ahlâkın kapsam alanına girmiş oluruz.
Bir ekonomik politikanın bir diğerine nazaran
istenilirliğini tartışmaya başladığımızda da durum
böyledir.
Ahlâkî hükümlere kurumların, prensiplerin veya
davranış kurallarının ekonomik sonuçlarının
analizinden bağımsız olarak (veya bunlardan
soyutlanmış halde) ulaşılamaz. Etikle uğraşan çoğu
filozofun ekonomi bilimini görmezden gelmesi ve
hatta ekonomik prensipleri anlayan filozofların
onları etik problemlere uygulamadaki
başarısızlıkları (ekonomik prensiplerin etik gibi
yüce ve ruhanî bir disiplin üzerine uygulanamayacak
kadar çok materyalist ve günlük bir konu olması veya
konuyla ilgisi olmadığı varsayımına dayanarak)
ahlâkî analizin gelişmesinin önünü tıkamaktadır ve
onun başarısızlığının kısmen sebebidir.
Aslında, ekonomik yönü olmayan bir ahlâk problemi
neredeyse bulunmamaktadır. Günlük ahlâkî
kararlarımız çoğunlukla ekonomik kararlardır ve
günlük ekonomik kararlarımızın da neredeyse
tamamının ahlâkî yönleri bulunmaktadır.
Dahası, bugünün çoğu ahlâkî tartışmaları tam da
ekonomik örgütlenme sorunları etrafında cereyan
etmektedir. Geleneksel "burjuvazi" ahlâkî
standartlarına ve
değerlerine karşı en önemli meydan okuma
Marksistlerden, sosyalistlerden ve komünistlerden
gelmektedir. Saldırı altında olan kapitalist
sistemdir; ve kapitalist sisteme asıl olarak
materyalist, bencil, adaletsiz, ahlâksız, acımasızca
rekabetçi, hissiyatsız, vahşi ve yok edici gibi
ahlâkî gerekçelerle saldırılmaktadır. Eğer
kapitalist sistem gerçekten korumaya değerse,
ahlâkî gerekçelere dayalı sosyalist saldırıların
yanlış ve mesnetsiz olduğunu göveremedikçe, onu,
daha üretken olması gibi sadece teknik gerekçelere
dayanarak savunmak yanlış ve dayanaksız olacaktır.
Böyle bir tartışmanın daha başında kendimizi ciddî
bir semantik dezavantajla karşı karşıya bulmaktayız.
Sistemin adı bile onun düşmanlarınca verilmiştir. O,
bir iftira kelimesi niyetiyle kullanılmak
istenmiştir. Kapitalizm ismi nispeten yenidir. Kari
Marx ve Engels henüz onu düşünmemiş olduklarından,
bu isim 1848'de yazılan Komünist Manifesto'da
yer almaz. Onların ya da onların arkasından giden
bir kişinin bu kelimeyi ortaya atma mutluluğuna
ermesi ancak 6 yıl sonra olmuştur. Bu isim
amaçlarına tam olarak uyuyordu. Kapitalizm, tamamen
kapitalistler tarafından, kapitalistler için
işletilen bir ekonomik sistemi ifade ediyordu. İsim,
bu kendine ekli çağrışımı hâlâ muhafaza etmektedir.
Bu nedenle kelime kendiliğinden kötü anlamlıdır.
Popüler tartışmada kapitalizmin savunulmasını
zorlaştıran bu isimdir. Bu kavramsal ayak oyununun
neredeyse mükemmel derecede başarılı oluşu, pek çok
insanın komünizm için ölmeye istekli iken,
kapitalizm için ölecek çok az kişinin bulunmasının
önemli bir açıklamasıdır.
Bu sistemin en az yarım düzine adı bulunmaktadır ve
bunların herhangi biri sistem için daha uygun ve onu
daha iyi tanımlayıcıdır: Üretim Araçlarının Özel
Mülkiyeti Sistemi, Piyasa Ekonomisi, Rekabetçi
Sistem, Kâr-Zarar Sistemi, Serbest Girişim,
Ekonomik Özgürlük Sistemi. Ancak, bu saatten sonra,
kapitalizm kelimesini atmaya çalışmak yalnızca
anlamsız olmaz, aynı zamanda oldukça gereksizdir
de. Çünkü, iftira niyeti taşıyan bu kelime en
azından kasıtsız olarak tüm ekonomik gelişme,
ilerleme ve büyümenin kapital birikimine (üretim
araçlarının miktar ve kalitesindeki sürekli
artışa), makinelere, tesislere ve ekipmanlara
bağımlı olduğuna dikkat çeker. Buna göre kapitalist
sistem bu büyümeyi teşvik etmek için diğer herhangi
bir alternatiften daha fazlasını yapmaktadır.
2. Özel Mülkiyet ve Serbest Piyasalar, Kapitalist
Devlet
Bu sistemin temel kurumlarına bakalım. Tartışma
kolaylığı için bu kurumlan aşağıdaki gruplara
ayırabiliriz. 1) özel mülkiyet, 2) serbest
piyasalar, 3) rekabet, 4) iş bölümü ve emeğin
kombinasyonu, 5) sosyal işbirliği. Daha sonra da
görüleceği üzere bunlar ayrı kurumlar değildir.
Bunlar birbirine karşılıklı olarak bağımlıdırlar:
Her biri diğerini ima eder ve mümkün kılar.
Özel mülkiyetle başlayalım. Bazı sosyalist
yazarların inanmamızı istediklerinin aksine bu, ne
yeni ne de rastgele bir kurumdur. Kökleri insanlık
tarihi kadar eskiye dayanır. Her çocuk, oyuncakları
söz konusu olduğunda bir mülkiyet hissi gösterir.
Bilim adamları hayvanlar aleminde bile hâkim olan
bir tür mülkiyet hakları veya arazi (toprak) hakları
sistemi veya hissinin ne derece yaygın olduğunu yeni
anlamaya başlıyorlar.
Ancak, burada bizi ilgilendiren soru; bu kurumun ne
derece eski olduğu değil, ne derece kullanışlı
olduğudur. Bir insanın mülkiyet hakkının güvence
altında olması, onun emeğinin karşılığını barış
içinde muhafaza etmesi ve tadını çıkarması anlamına
gelmektedir. Bu .güvenlik, onun çalışmasını teşvik
eden tek unsur değilse de, ana unsurdur. Eğer biri
bir çiftçinin yetiştirip ürettiğine el koyarsa
çiftçiyi bir daha ekme veya yetiştirmeye teşvik eden
bir şey kalmayacaktır. Eğer siz inşa ettikten sonra,
birisi evinize el koysa onu hiç inşa etmezdiniz. Tüm
üretim ve tüm medeniyet, mülkiyet haklarının
tanınmasına ve onlara saygı duyulmasına dayanır.
Tıpkı yaşam güvencesi gibi mülkiyet güvencesi de
olmadıkça serbest girişim mümkün değildir. Serbest
girişim ancak kanun, düzen ve ahlâkî bir alt yapı
içinde mümkündür. Bu durum, serbest girişimin
ahlâkı ön şart olarak koştuğu anlamına gelir; fakat
daha sonra göreceğimiz gibi, serbest girişim aynı
zamanda ahlâkı korur ve teşvik eder.
Kapitalist ekonominin ikinci bir kurumu serbest
piyasalardır. Serbest piyasa, kişinin mülkiyetini
uygun gördüğü şartlarda başkasına devretmesi, onu
diğer bir mülkiyetle veya parayla değiştirmesi veya
onu daha fazla üretim için kullanması özgürlüğü
anlamına gelmektedir. Tabiî ki bu özgürlük, özel
mülkiyetin doğal bir sonucudur. Özel mülkiyet,
tüketim amaçlı veya daha fazla üretim için kullanım
hakkını ve serbest elden çıkarma veya değiştirme
hakkını vurgular.
Özel mülkiyet ve serbest piyasaların ayrılamaz
olduğunu vurgulamak önemlidir. Örneğin bazı
sosyalistler, sosyalist sistemde, yani üretim
araçlarının devletin elinde olduğu bir sistemde,
serbest piyasayı taklit ederek onun fonksiyonlarını
ve başarısını elde edebileceklerini
düşünmektedirler.
Böyle bir görüş, sadece kafa karışıklığından
kaynaklanmaktadır. Eğer ben gerçekte benim olmayan
bir şeyi satan bir hükümet görevlisi olsam, siz de
size ait olmayan parayla onu almaya çalışan bir
diğer hükümet görevlisi olsanız, bu durumda ikimiz
de fıyatın ne olduğunu umursamayız. Sosyalist veya
komünist bir ülkede olduğu gibi madenler,
fabrikalar, mağazalar ve ortak çiftliklerin
yöneticileri, diğer bürokratlardan gıda maddeleri
veya hammadde satın alan ve mamul maddelerini yine
başka hükümet görevlilerine satan maaşlı hükümet
görevlileri olduğunda, bu malların alındığı ve
satıldığı sözde fiyatlar sadece muhasebe kurguları
olacaktır. Bu bürokratlar sadece "serbest piyasa"
adında doğal olmayan bir oyun oynamaktadırlar.
Onlar, özel mülkiyeti bir tarafa bırakarak, sadece
serbest piyasa özelliğini taklit ederek sosyalist
sistemi, bir serbest girişim sistemi olarak
işletemezler.
Aslında serbest fiyat sisteminin bu şekilde taklidi
pratikte Sovyet Rusya ve diğer tüm sosyalist veya
komünist sistemlerde bulunmaktadır. Fakat bu taklit
-piyasa ekonomisinin işlemesi bile (yani onun bir
sosyalist ekonominin çalışmasını sağlaması) onun
bürokratik yöneticilerinin serbest dünya
pazarlarında hangi malların satıldığını yakından
izlemeleri ve kendi mallarını buna uygun olarak
fiyatlandırmaları sayesinde olmaktadır. Bunu
yapmakta zorlandıklarında, yapamadıklarında veya
yapmayı ihmâl ettiklerinde planları daha da ciddî
şekilde yanlış gitmeye başlar. Stalin bir zamanlar
Sovyet ekonomisinin yöneticilerini, sunî olarak
oluşturdukları fiyatların serbest dünya
piyasalarındakilere uygun olmadığı gerekçesiyle
azarlamıştı.
Özel mülkiyet konusunda sadece insan gıdası, diş
fırçası, piyano, ev veya araba gibi tüketim
mallarındaki kişisel mülkiyeti kastetmediğimi
vurgulamam gerekiyor. Çağdaş piyasa ekonomisinde
üretim araçlarının özel mülkiyeti daha az önemli
değildir. Bu sahiplik bir bakımdan ayrıcalıktır.
Üretim araçlarının özel sahipleri, mülklerini
sadece kendilerini tatmin etmek için kullanamazlar.
Onlar, mülkiyetlerini en iyi müşteri memnuniyetini
sağlayacak şekilde kullanmak zorundadırlar. Eğer
bunu iyi yaparlarsa, kârla ve sahibi oldukları
şeylerin daha da artmasıyla ödüllendirilirler, eğer
beceriksizce davranırlarsa veya başarılı olamaz-larsa
kayıplarla cezalandırılırlar. Yatırımları asla
sonsuza kadar güvencede değildir. Bir serbest
piyasa ekonomisinde satın almalarıyla veya satın
almamalarıyla üretim mülkiyetine kimin ve ne kadar
sahip olacağını müşteriler günlük olarak her gün
yeniden belirlerler. Üretim sermayesinin sahipleri
onu, diğer insanları tatmin edecek şekilde
kullanmaya itilirler.3 Özel olarak
işletilen bir demir yolu, en az hükümetin sahip
olduğu bir demir yolu kadar "halk amaçlarına hizmet
etmektedir". Aslında sadece işi iyi başarması
nedeniyle alacağı ödüllerden dolayı değil, aynı
zamanda ve hatta daha da önemlisi rekabetçi
maliyetler ve fiyatlar bakımından yolcuların
ihtiyacını karşılayamazsa, karşılaşacağı ağır
cezalardan dolayı böyle bir amacı başarması çok
daha muhtemeldir.
3. Rekabet
Buraya kadar olan tartışma kapitalist sistemdeki
üçüncü vazgeçilmez kurum olan rekabeti zaten
vurgulamıştır. Bir özel teşebbüs sisteminde rekabet
edenler piyasa fiyatına uymalıdır. Piyasada ayakta
kalacaksa, birim üretim maliyetini pazar fiyatının
altında tutmalıdır. Maliyetini piyasa fiyatının ne
kadar altında tutarsa kâr marjı o oranda artacaktır.
Kâr marjı ne kadar yüksekse, işini o kadar
geliştirecek ve üretimini o kadar artıracaktır.
Kısa bir dönemden daha uzun bir süre zarar ederse
ayakta kalamaz. Bu nedenle rekabetin etkisi, üretimi
sürekli olarak daha az başarılı yöneticilerden
almakta ve daha başarılı yöneticilere vermektedir.
Bir başka ifadeyle, serbest rekabet sürekli olarak
daha etkin üretim yöntemlerini teşvik etmektedir. Bu
durum, üretim maliyetlerini sürekli olarak düşürür.
Düşük maliyetli üreticiler üretimlerini artırdıkça,
fiyatlarda da düşüşe sebep olurlar ve böylece
yüksek maliyetli üreticiler ürünlerini daha düşük
bir fiyatla satmaya ve en sonunda ya maliyetlerini
düşürmeye ya da faaliyetlerini başka alanlara
kaydırmaya zorlanırlar.
Fakat kapitalist veya serbest piyasa rekabeti,
sadece homojen bir ürünün üretim maliyetini düşürme
yönünde rekabet değildir. Aynı zamanda belli bir
ürünü
daha da geliştirme yönündeki rekabettir ve son
yüzyılda bu tamamen yeni ürünler ve üretim araçları
(tren yolu, dinamo, elektrik ışığı, motorlu araç,
uçak, telgraf, telefon, fonograf, fotoğraf makinesi,
kamera, radyo, TV, buzdolabı, klima ve sayısız
çeşitlilikte plastik, sentetik ve diğer yeni
maddeler) ortaya koyma ve geliştirme rekabeti
olmuştur. Sonuçta, hayatın konforu ve kitlelerin
maddî refahı müthiş ölçüde artmaktadır.
Kısacası kapitalist rekabet, gelişme ve yenilik için
harika bir kamçı, araştırmanın, maliyet azaltmanın
yeni ve daha iyi ürünler geliştirmenin ve her tür
daha yüksek etkinliğin asıl teşvik edici unsurudur.
Bu sistem, insanoğluna sayısız nimet bahsetmiştir.
Ne var ki, son yüzyılda kapitalist rekabet,
sosyalistlerin ve anti-kapitalistlerin sürekli
saldırısı altında kalmıştır. Kapitalizm vahşi,
bencil, boğaz boğaza ve gaddar olarak ilan
edilmiştir. Bazı yazarlar (Bertrand Russel bunların
tipiklerinden-dir) sürekli olarak iş rekabetinden
bir "savaşmış gibi" bahsetmekte ve iş rekabetinin
pratikte savaş rekabetiyle aynı şey olduğunu ifade
etmektedirler. Bundan daha yanlış ve daha saçma bir
şey olamaz (tabiî müşterilere daha ucuz fiyata daha
iyi ve yeni mal ve hizmet verme rekabetini
karşılıklı olarak birbirini boğazlama rekabeti ile
eş tutmayı makul görmedikçe).
İş rekabetini eleştirenler, sadece onun ortaya
koyduğu cezalara gözyaşı dökmezler, aynı zamanda
onun en başarılı ve etkin olana sağladığı "aşın"
kârlara da büyük ölçüde kızmaktadırlar.
Eleştirenler, rekabetin tüketici ve ulusal refah
için sağladığı katkıyı anlamak istemedikleri için
ağlarlar ve kızarlar. Rekabetin adil olarak
işlemediği münferit örnekler tabiî ki vardır.
Sistem, bazen iyi insanları ve eğitimli kişileri
cezalandırır, kaba ya da adi kişileri ödüllendirir.
Kurallar ve kanunlar sistemimiz ne kadar iyi olursa
olsun, münferit adaletsizlik olayları asla tamamen
ortadan kaldırılamaz. Fakat kurumların faydalı veya
zararlı oluşu, adaleti ve adaletsizliği, onların
çoğu durumdaki etkilerine göre (sonuçlarıyla
birlikte bir bütün olarak) değerlendirilmelidir. Bu
konuya daha sonra yeniden döneceğiz.
Ayırt etmeksizin "rekabete" karşı olanların küçük
gördüğü şey, her şeyin içinde rekabet bulunan
şeye ve onun kullandığı araçların tabiatına
bağlı olduğudur. Rekabet "kendi başına" ne ahlâklı
ne de ahlâksızdır. Onun mutlak faydalı ya da mutlak
zararlı olması gerekmez. Dolandırıcılıkta veya
birbirini boğazlamaktaki rekabet başka şeydir, insan
sevgisi veya mükemmellikteki rekabet başka şeydir
(örneğin Leonardo da Vinci ve Michalangelo
arasındaki, Verdi ve Wagner arasındaki, Newton ve
Leibnitz arasındaki rekabet gibi). Rekabet mutlaka
düşmanlık ilişkileri anlamına gelmez, fakat rakip
olma, karşılıklı gıpta etme ve karşılıklı teşvik
anlamına gelir. Faydalı rekabet dolaylı olarak bir
işbirliği şeklidir.
Öyleyse ekonomik rekabeti eleştirenlerin küçümsediği
şey (yüksek ahlâk standartlarında ve iyi kanunlar
sisteminde gerçekleştirildiğinde) rekabetin bir
ekonomik işbirliği şekli olması veya daha ziyade
onun bir ekonomik işbirliği sisteminin gerekli ve
vazgeçilmez bir parçası olmasıdır. Eğer rekabete dar
çerçevede bakarsak, bu ifade paradoksal
görünebilir, fakat bir adım geri çekilip daha geniş
olarak baktığımızda, sözkonusu ifade daha aşikâr
hale gelir. General Motors ve Ford
birbirleriyle doğrudan işbirliği yapmamaktadır,
fakat her ikisi de müşterileriyle yani potansiyel
araba alıcılarıyla işbirliği yapmaktadır. İkisi de
müşteriyi, rakibinden daha iyi bir otomobil
verebileceğine veya aynı kalitede bir otomobili daha
düşük fiyata verebileceğine ikna etmeye
çalışmaktadır. Bu şekilde her biri diğerini
"itmektedir" ya da daha doğrusu diğerini, üretim
maliyetlerini düşürmeye ve otomobilini iyileştirmeye
teşvik etmektedir. Bir diğer ifadeyle her biri
diğerini müşteriler ile daha iyi bir şekilde
işbirliği yapmaya "itmektedir." Böylece bunlar
dolaylı olarak (sözün gelişi bir üçgen formatında)
işbirliği yapmaktadır. Her biri diğerini daha
başarılı yapmaktadır.
Tabiî bu durum, her tür rekabette doğrudur, savaşın
vahşi rekabetinde bile. Edmund Burke'ün de ifade
ettiği gibi "karşımıza çıkan rakipler, sinirlerimizi
güçlendirir ve becerimizi keskinleştirir. Rakibimiz
yardımcımızdır." Fakat serbest piyasa rekabetindeki
bu karşılıklı yardım, tüm toplum için de faydalıdır.
Bu hükmün paradoksal olduğunu hâlâ düşünenler,
sadece oyunların ve sporun sunî rekabetine bakması
gerekir. Briç rekabete dayalı bir kâğıt oyunudur,
fakat birbiriyle oynamaya razı olan dört kişiyi
gerektirir. Dördüncü kişi olarak oturmayı reddeden
kişi, rekabetçi olmayan değil, işbirliği yapmayan
olarak değerlendirilir. Bir futbol maçının olması
için sadece aynı takımdaki 11 oyuncunun işbirliği
içinde olması değil, fakat her bir takımın diğeri
ile (oynayıp oynamama, yer, tarih, saat, hakem ve
belli bir oyun kuralları konusunda) hemfikir
olmasını da gerektirir. Olimpiyat oyunları, katılan
ülkelerin işbirliği olmaksızın mümkün olmazdı. Son
yıllarda ekonomi literatüründe "oyun teorisi" ile
ekonomik hayat arasında çok şüpheli benzetmeler
yapılmaktadır, fakat her iki alanda da daha geniş
bir işbirliği ortamında rekabetin var olduğunu ve
istenen sonuçları meydana getirdiğini tanıyan
benzetmeler doğrudur ve aydınlatıcıdır.
4. İş bölümü
Şimdi kapitalist sistemin bir parçası olarak
belirttiğimiz dördüncü kuruma geliyorum, iş bölümü
ve emeğin kombinasyonu. Bunun gerekliliği ve faydası
politik iktisadın kurucusu olan ve bunu muhteşem
çalışması Milletlerin Zenginliği eserinin
ilk bölümünün konusu yapan Adam Smith tarafından
yeterince vurgulanmıştır. Gerçekten de bu muhteşem
eserin ilk cümlesinde Adam Srnith'in şunu
belirttiğini görüyoruz: "Emeğin üretim gücündeki en
büyük ilerleme ve emeğin yönlendirildiği veya
uygulandığı alandaki beceri, marifet ve muhakemesi
başarısının büyük kısmı iş bölümünün etkileri
sayesindedir."
Smith, işin bölünmesinin ve daha da bölünmesinin
işçilerin, bir işten diğerine geçerken kaybettikleri
zamandan tasarruf edildiğini ve özel makinelerin
icadı ve uygulanması ile becerilerinin geliştiğini
vurgulamaktadır. Yazar şöyle bitiriyor: "İyi
yönetilen bir toplumda en alt tabakadaki insanlara
ulaşan zenginliğe yol açan şey, iş bölümünün sonucu
olarak, tüm farklı sanatların sağladığı
üretimlerdeki büyük artıştır.
Ekonomi biliminin neredeyse 200 yıllık çalışması
sadece bu tespiti sağlamlaştırmıştır. "İş bölümü,
emeğin ne kadar bölünürse o kadar verimli olacağının
anlaşılmasıyla yayılmaktadır."6 "Toplumu
ve medeniyeti oluşturan ve bir hayvan olan insanı
insan haline getiren temel gerçekler, işbölümüyle
yapılan işin tek başına yapılan işten daha verimli
olduğu gerçeği ve insanoğlunun aklının bu durumu
kavrama yeteneğinde olması gerçeğidir.
5. Sosyal işbirliği
İş bölümünü, sosyal işbirliğinden önceye koymuşsam
da bunların birbirinden ayrı düşünülemeyeceği
açıktır. Biri diğerini gerekli kılar. Tek başına
yaşandığında hiç kimse uzmanlaşamaz ve
ihtiyaçlarının hepsini kendi başına karşılamak
zorunda kalır. İş bölümü ve emeğin kombinasyonu
zaten sosyal işbirliğini gerektirmektedir. Bunlar,
kişinin, kendi emeğinin ürününün bir kısmını
diğerlerinin emeğinin ürünüyle mübadele etmesini
gerektirir. Ve iş bölümü bu kez sosyal işbirliğini
artırır ve yoğunlaştırır. Adam Smith'in de ifade
ettiği gibi "En farklı yetenekler bile bir başkasına
faydalı olmaktadır; her insan diğer insanların
yeteneklerinin ürünlerinin herhangi bir kısmını
satın alabileceği ortak bir stok niteliğinde oluşan
genel bir mübadele veya alışveriş havuzuna katkıda
bulunur."
Günümüz iktisatçıları iş bölümü ve sosyal
işbirliğini daha ön plana çıkarırlar: "Toplum uyumlu
davranış, işbirliği ...dir. İşbirliğini bireylerin
izole edilmiş yaşamlarının (en azından muhtemelen)
yerine koyar. Toplum iş bölümüdür... Toplum
bireylerin ortaklaşa çaba için bir araya gelmesinden
başka bir şey değildir"
Adam Smith de bunu açık bir şekilde ortaya
koymuştur:
Medenî toplumda insanın tüm hayatı, ancak bir kaç
kişinin arkadaşlığını kazanmaya yetecek kadar
kısadır ve her zaman iş birliğine ve büyük
yığınların yardımına ihtiyaç duymaktadır. İnsan her
zaman kardeşlerinden yardım alma şansına sahiptir ve
bunu sadece onların yardımseverliklerinden dolayı
beklememektedir. Kardeşlerinin kendilerini
sevmelerini kendi lehine döndürebilirse ve
kardeşlerinden islediği şeyin onların kendi
avantajlarına olduğunu gösterebilirse başarılı olma
şansı daha
yüksektir. Bir diğerine herhangi bir tür pazarlık
teklif eden kimse şunu teklif ediyordur: Bana
istediğimi ver ve sen şu istediğini al. Bu tip her
teklifin anlamı budur; ve ihtiyaç duyduğumuz iyi
mevkilerin çoğunu bir diğerimizden alma şeklimiz
budur. Akşam yemeği beklentimiz kasabın, fırıncının
veya biracının iyilik duygularından değil, onların
kendi çıkarlarını gözetmelerinden dolayı
gerçekleşmektedir. Biz onların insafına kalmış
değiliz, fakat kendimize hitap ederiz, onlara kendi
ihtiyaçlarımızdan değil, kendi avantajlarından
bahsederiz."
Bu pasajda ve diğerlerinde Adam Smith'in işaret
ettiği şey, piyasa ekonomisinin bu kadar başarılı
olmasının sebebi, onun insanların kendini ve kendi
çıkarını sevmesinin avantajını kullanması ve bunları
üretim ve mübadele için kullanmasıdır. Daha da ünlü
bir pasajda Smith bu ifadeyi daha da ileri
götürüyor:
Her toplumun yıllık geliri daima, tam olarak
sanayiinin tüm yıllık üretiminin mübadele edilebilir
değerine eşittir, ya da daha ziyade, bu mübadele
edilebilir değerle aynı şeydir. Bu nedenle her
birey hem sermayesini yerli endüstriyi desteklemek
için kullanmak ve hem de böylece o endüstriyi
üretimi en yüksek değere ulaşacak şekilde
yönlendirmek için elinden geleni yapmaya
çalışacağından, her bir birey toplumun yıllık
gelirini elinden geldiği kadar yükseltmeye
çalışacaktır. Gerçekte, birey genellikle ne kamu
çıkarını yüceltme niyetindedir ve ne de onu ne kadar
yücelttiğinin farkındadır. Yerli endüstriyi
desteklemeyi yabancı endüstriye tercih etme yoluyla
sadece kendi güvenliğinin peşindedir; ve bu
endüstriyi onun üretimi en yüksek değere ulaşacak
şekilde yönlendirmesi yoluyla sadece kendi
kazancının peşindedir ve bu konuda (diğer pek çok
durumda olduğu gibi) gizli bir el tarafından hiç bir
şekilde niyetlenmediği bir sonuç için teşvik
edilmektedir. Böyle olması toplum için her zaman
kötü de değildir. Kendi çıkarlarının peşinde
koşmasıyla toplumun çıkarını, gerçekten bunu yapmaya
niyetli olduğu durumda yücelteceğinden çok daha iyi
bir şekilde yüceltir."
Bu pasaj, Smith'in kendi yararına çok meşhur
olmuştur. "Görünmez el" benzetmesinden başka bir
şeyi görmeyen pek çok yazar onu ya yanlış
yorumlamışlar veya kastettiği şeyi saptırmışlardır.
Bu yazarlar bu benzetmeyi (Smith onu sadece bir kez
kullanmışsa da) Ulusların Zenginliği' nin tüm
doktrininin esası kabul etmişlerdir. Bu yazarlar bu
benzetmenin anlamını bir Deist olan (Tanrı'yı kabul
eden fakat vahyi reddeden) Adam Smith'in Tanrının
(gizemli bir şekilde) kendini düşünerek yapılan tüm
davranışların sosyal açıdan faydalı sonuçlar vermeyi
sağlayacak şekilde müdahalesi şeklinde
yorumlamışlardır. Bu açıkça bir yanlış
yorumlamadır. Piyasanın ona katılan her bireyin
refahına katkıda bulunduğu olgusu, analizin
dayandığı bir varsayım değil, bilimsel analize
dayalı bir sonuçtur.
Diğer yazarlar "görünmez el" pasajını bencilliğin
bir savunması, başkaları ise serbest piyasa
ekonomisinin sadece bencilliğe dayalı olarak inşa
edilmediğini fakat tek başına bencilliği
ödüllendirdiği şeklinde bir itiraf olarak
yorumlamışlardır. Ve Smith bu son yorum için en
azından kısmen suçluydu. O, insanların toplumun
genel çıkarını teşvik etmesinin ancak kazançlarını
yasal ve ahlâkî yollarla kazandığı müddetçe söz
konusu olduğunu açık bir şekilde ortaya koymamıştır.
Kendi çıkarlarını hile, dolandırıcılık, soygun,
tehdit veya cinayetle artırmaya çalışan kişiler,
ulusal gelire katkıda bulunmazlar. Üreticiler
tüketicilerin ihtiyaçlarını en ucuz fiyatla
karşılamak için rekabet yapma yoluyla ulusal refahı
artırırlar. Özgür bir ekonomi ancak uygun bir yasal
ve ahlâkî altyapı içinde işleyebilir.
Ve bir piyasa ekonomisindeki insanların
motivasyonlarının her zaman ve sadece bencillik
olduğunu kabul etmek büyük bir hatadır. Adam
Smith'in ifadesi mükemmel idiyse de kolayca yanlış
yorumlanabilirdi. İyi ki birkaç çağdaş iktisatçı
süreci ve motivasyonu daha ayrıntılı şekilde
açıkladılar: İktisadî hayat "diğer insanlarla
birlikte içinde bulunduğumuz ve kendimizi veya
kaynaklarımızı onların amaçlarına
(kendimizinkilerin geliştirilmesinin dolaylı bir
yolu olarak) yardım olarak verdiğimiz ilişkiler
kompleksini içerir."13 Bizim amaçlarımız
mutlaka bize aittir; fakat bu amaçların
mutlaka ve sadece bencil amaçlar olması
gerekmez. "Ekonomik ilişki ... veya iş bağlantısı
prens ve tebaası, aziz ve günahkâr, havari ve önder,
en empatik ve en bencil insanların hayatını devam
ettirmesi gibi gereklidir... Karmaşık ilişkiler
sistemimiz bizi, amaçlarımızı başarmak için gerekli
olan işbirliğinin liderliğine oturtturur. Bir
ekonomik ilişkinin kendine has niteliği Wicksteed'e
göre onun "egoizm"i değil fakat non-tuism'i dir.
Wicksteed bunu şöyle açıklıyor:
Siz ve ben bir iş yapıyorsak (bu işin benim açımdan
tamamen ekonomik olduğunu varsayalım) ben tamamen
veya kısmen kendi amacım için, belki tamamen
başkaları için (ama kesinlikle sizin için değil)
sizin amacınızı gerçekleştirmekteyim. Bunu ekonomik
bir işlem yapan şey, sizi (zincirde bir halka
olmanız hariç) düşünmemem veya (başka birisinin
amaçlarını -ki benimki olmak zorunda değil-tatmin
etme aracı olması dışında) sizin arzularınızı
düşünmememdir. Ekonomik ilişki benim aklımdan kendim
dışındaki herkesi çıkarmaz, fakat sizden başka
herkesi potansiyel olarak hesaba katar."'
"Non-tuism"i (başkalarını düşünmeyi) ekonomik
ilişkinin esası yapmada bir miktar keyfilik söz
konusudur. Bu tavırdaki gerçeklik unsuru sadece
"sıkı ölçüde ekonomik" bir ilişkinin tanım
gereği "kişisel olmayan" bir ilişki olmasıdır.
Fakat Wicksteed'in en büyük katkılarından birisi
ekonomik faaliyetin aşırı ölçüde egoist veya bencil
olduğu kalıcı fikrini çürütmüş olmasıdır. Mises'in
de ifade ettiği gibi:
Sosyal işbirliği çerçevesinde, toplum üyeleri
arasında sempati ve arkadaşlık duyguları ile
birbirine ait olma hissi ortaya çıkar. Bu duygular
insanın en zevkli ve en değerli deneyimlerinin
kaynağıdır... Ancak bu duygular (bazılarının
söylediği gibi) sosyal ilişkileri ortaya çıkaran
etmenler değillerdir. Bunlar sosyal işbirliğinin
meyveleridir ve ancak sosyal işbirliği ortamında iyi
gelişirler. Bu duygular sosyal ilişkilerin
oluşmasından önce ortaya çıkmamışlardı ve sosyal
ilişkilerin kaynağı da değillerdir...
İnsan toplumunun karakteristik özelliği amaçlı
işbirliğidir... İnsan toplumu ... kâinatın var
oluşunu belirleyen evrensel bir kanunun (yani iş
bölümünün yüksek verimliliğinin) amaçlı kullanımının
sonucudur.
Bir bireyin kendi başına yaptığı davranışı birlikte
davranışla (işbirliğiyle) değiştirmek için attığı
her adım, onun durumunda çabuk ve farkedilir bir
iyileşme sağlamaktadır. Barışçı işbirliği ve
işbölümünden sonuçlanan avantajlar evrenseldir.
Sadece sonraki nesilleri değil her nesli derhal
faydalandırırlar. Bireyin toplum uğruna feragat
etmesi gereken şeyler çok daha büyük avantajlarla
telafi edilir. Onun feragati sadece görünüştedir ve
geçicidir; daha sonra çok daha büyük bir kazanım
elde etmek için daha küçük bir kazançtan vazgeçer...
İşbölümü yapılan sahayı genişletme yoluyla sosyal
işbirliği yaygınlaştığında veya barışın yasal olarak
korunması ve muhafaza edilmesi güçlendirildiğinde
teşvik edici unsur kendi şartlarını iyileştirme
peşinde olanların arzusudur. Birey, kendi (haklı)
çıkarları peşinde koşarken sosyal işbirliği ve
barışçı ilişkilerin geliştirilmesi yönünde çalışır.
Hume'den Ricardo'ya İngiliz politik iktisadı
tarafından oluşturulan iş bölümü teorisinin tarihsel
rolü, sosyal işbirliğinin orijini ve işlemesine dair
tüm metafizik doktrinlerin tamamen yıkılmasına
dayanmaktaydı. O, epikürizm* felsefesiyle
başlatılan insanoğlunun ruhsal, ahlâkî
özgürleşmesini tamamladı. O, otonom rasyonel ahlâkı
eski günlerin heteronom ve içgüdüsel etiğin yerine
koymuştur. Yasa ve yaşadık, ahlâk yasaları ve
sosyal kurumlar artık Tanrı'nın anlaşılmaz emirleri
gibi saptırılmaz. Bunlar insan orijinlidir ve
bunlara uygulanacak tek referans insan refahına
dair olanlardır. Faydacı iktisatçı şunu söylemez:
Fiat justitia pereat mundus . O şunu söyler. Fiat
justitia ne pereat mundus. O, herhangi bir
kişiden, refahından toplumun refahı için
vazgeçmesini istemez. O kişiden hakkı olan
çıkarlarının ne olduğunu bilmesini ister.
Mises aynı bakış açısını önceki kitabı Sosyalizm
'de açıklamıştır. Burada da diğerlerini sadece
araç olarak görmenin yanlış olduğu Kantçı teze zıt
olarak, Wicksteed'de görmüş olduğumuz aynı temayı
vurgulamaktadır.
Liberal sosyal teori insanın kendini diğer tüm
insanların amaçlarını gerçekleştirmenin bir yolu
olarak gördüğünü, diğer insanları da kendi
amaçlarının gerçekleştirilmesinin yolları olarak
gördüğünü ispatlar; ve nihayet yine bu karşılıklı
davranış ile (bu davranışta her bir kişi aynı anda
bir araç ve ulaşılacak bir sonuçtur) en yüksek
sosyal yaşam amacına (herkes için daha iyi bir
varoluşun başarılmasına) ulaşılır. Toplum, ancak
herkesin (kendi hayatını yaşarken) diğerlerinin
yaşamasına yardım etmesiyle, her birey aynı anda
araç ve amaç ise; eğer her bir bireyin iyi durumda
olması aynı anda diğerlerinin iyi durumda olması
için gerekli şart ise ben ve siz, araç ve amaç
arasındaki zıtlığın otomatikman ortadan kalktığı
ortadadır.20
Sosyal işbirliğinin temel prensibini tanıdığımızda
"bencillik" ve "başkalarını düşünme"nin gerçek
uyumunu buluruz. Herkesin, asıl olarak kendisi için
yaşadığını ve yaşamak istediğini varsaysak bile,
bunun sosyal hayatı bozmadığını fakat teşvik
ettiğini görebiliriz. Çünkü bireyin hayatının daha
iyi olması ancak toplumda ve toplum yoluyla
mümkündür. Bu bakımdan egoizmi toplumun temel kuralı
olarak kabul etmek mümkündür. Fakat temel hata
"egoist olma" ve "başkalarını düşünme" eğilimleri
arasında mutlak bir uyuşmazlık olduğunu varsaymak ve
hatta bunlar arasında keskin bir ayrım olduğunda
ısrar etmektir.
Mises'in de ifade ettiği gibi:
Bu egoist ve diğerlerini düşünme davranışını
karşılaştırma girişimi bireylerin sosyal olarak
birbirlerine bağımlı olmasının yanlış
algılanmasından kaynaklanmaktadır. Tavırlarımın
davranışlarımın bana veya dostlarıma hizmet edip
etmeyeceğini seçme gücü bana bırakılmamaktadır ve bu
durum belki de iyi olarak kabul edilebilir. Eğer bu
güç bizde olsa, insan toplumu mümkün olmazdı. İş
bölümü ve iş birliğine dayalı toplumda, tüm
fertlerin çıkarları birbiriyle uyumludur ve sosyal
hayatın bu gerçeğinden sonuçta benim ve diğerlerinin
çıkarlarına göre davranmasının birbiriyle
çelişmeyeceği anlaşılır. Çünkü bireylerin çıkarları
sonuçta birleşir. Buna göre egoist eğilimlerden
başkalarını düşünme eğilimlerinin gelişine ihtimali
konusundaki ünlü bilimsel anlaşmazlığın kesin bir
şekilde ortadan kalktığını kabul edebiliriz.
Ahlâkî görev ve bencil çıkarlar arasında hiçbir
zıtlık yoktur. Toplumu toplum olarak muhafaza etmek
için bireyin topluma verdiği şeyi, kendisine uzak
amaçlar uğruna değil, kendi çıkarları için
vermektedir.
Bu sosyal işbirliği serbest piyasa sisteminin her
yerinde söz konusudur. Üretici ve tüketici
arasında, alan ve satan arasında bu iş birliği
vardır. Bu işlemden bunların her ikisi de faydalanır
ve bu nedenle onu yaparlar. Tüketici ihtiyacı olan
ekmeği fırından alır, fırıncı hem onun ekmek yapması
ve hem de daha fazlasını yapması için gerekli olan
parasal faydayı alır.. Aksi yöndeki yoğun sendika ve
sosyalist propagandaya rağmen, işçi ve işveren
arasındaki ilişki, temelde bir işbirligi
ilişkisidir. Her biri diğerine muhtaçtır. İşveren ne
kadar başarılı ise o kadar fazla işçi çalıştırabilir
ve onlara daha fazla şey verebilir. İşçi ne kadar
başarılı ise o kadar fazla kazanır ve işveren de o
ölçüde başarılı olur. İşçilerin sağlıklı ve güçlü
olması, iyi beslenmesi ve barınması kendilerine adil
davranıldığını hissetmeleri, başarılarına göre
ödüllendirilmeleri ve bu nedenle başarılı olmak için
çabalamaları işverenin lehinedir. Çalıştığı
firmanın kâr etmesi, tercihen de hem büyümeyi
teşvik edecek, hem de onu gerçekleştirecek kadar
kârlı olması işçinin çıkarına olacaktır.
"Mikroekonomi" düzeyinde her firma bir işbirliği
girişimidir. Bir dergi veya bir gazete (tüm hayatı
boyunca gazete ve dergilerle ilişkisi olan birisi
olarak bunu bilerek söylüyorum) her bir muhabirin,
editörün, reklam alıcının, yazıcının, dağıtım
kamyonu şoförünün ve dağıtıcısının kendine verilen
rolü oynamak için, tıpkı sonuçtaki ezgiyi meydana
getirmek için özel aletler çalan her bir sanatçının
işbirliği yaptığı bir orkestradaki muhteşem
işbirliği gibi, işbirliği yaptığı harika bir
işbirliği organizasyonudur. General Motors, ABD
Çelik Şirketi, veya General Electrics ya da diğer
binlerce şirketten biri gibi büyük bir endüstriyel
şirket, bir sürekli işbirliği harikasıdır ve
"makroekonomik" düzeyde tüm özgür dünya her bir
ulusun diğerinin ihtiyacını (kendi başına
karşılayabileceğinden) daha ucuz ve daha iyi bir
şekilde karşılayabildiği (karşılıklı ticaret
yoluyla) uluslararası işbirliği sisteminde
birbirine bağlıdır. Bu işbirliği hem küçük çapta ve
hem de büyük çapta söz konusudur çünkü hepimiz
biliriz ki, diğerlerinin amaçlarına ulaşmasını
sağlamamız (dolaylı da olsa) kendi amaçlarımızı
başarma yollarımızın en etkin olanıdır.
Buna göre, asıl itici gücü "egoizm" olarak
adlandırabilirsek de bunu kesinlikle sırf "egoist"
veya "bencil" bir sistem olarak adlandıramayız.
Amaçlar ister "egoist" ister "başkasını düşünen"
olsun bu bizim amaçlarımıza ulaşmaya çalıştığımız
sistemdir. Sistemin baskın olarak "başkalarını
düşünen" şeklinde adlandırılması kesin olarak mümkün
değildir, çünkü her birimiz asıl olarak diğerlerinin
amaçları için değil kendi amacımız için diğerleriyle
işbirliği yapıyoruz. Sistem en doğru şekilde
"karşılıklı" olarak adlandırılabilir. Her ne olarak
adlandırılırsa adlandırılsın, asıl unsuru
işbirliğidir.
6. Kapitalizm adaletsiz midir?
Şimdi bir diğer konuya geçelim. Serbest piyasa
sistemi yani "kapitalist" sistem adil midir,
adaletsiz midir? "Kapitalist" sistem üzerine
sosyalist saldırılar neredeyse tamamen onun sözde
adaletsizliği ve işçiyi "sömürüsü" üzerinedir. Etik
üzerine bir kitap bu çekişmeyi enine boyuna
incelemenin yeri değildir. Böyle bir inceleme
ekonomi biliminin işidir. Bu nedenle bu sosyalist
argümanı doğrudan inceleme yerine, sadece çığır
açan çalışması Zenginliğin Bölüşümü (The
Distribution of IVealth, 1888) adlı eserindeki
John Bates Clark'ın hükmünü kabul edersem ve
okuyucuyu onun bu hükmünü desteklemek için bu kitaba
ve ekonomi alanındaki diğer çalışmalara gönderirsem
okuyucunun beni affedeceğini umarım.
Clark'ın çalışmasının genel tezi "serbest rekabetin
emeğe emeğin ürettiğini, sermaye sahibine sermayenin
yarattığını ve girişimciye koordinasyon işlevinin
ürettiğini verdiğidir... (O) bu üreticilerin her
birine kendisinin özel olarak meydana getirdiği
zenginlik miktarını verme eğilimindedir.
Aslında Clark serbest rekabetçi sistemin eğiliminin,
"herkese ürettiğini vermesi" olduğunu
savunmaktadır. Clark, eğer doğruysa, bu durum sadece
"işçilerin ürettiklerinin düzenli olarak çalındığı"
sömürü teorisini çürütmekle kalmaz. Aynı zamanda o,
kapitalist sistemin temelde adil bir sistem olduğu
ve çabalarımızın onu yok edip yerine tamamen farklı
bir sistem getirmek değil, onun hakim olan bölüşüm
kuralına olan istisnaları azaltacak şekilde, onu
mükemmel hale getirmek olması gerektiği anlamına da
gelir.
Bu hükümlerde bazı şartlar söz konusudur. Clark'ın
kendisinin de belirttiği gibi serbest piyasadaki bu
"bölüşüm" prensibi25 bir eğilimi
temsil eder. Bu herkesin "her durumda" ürettiğinin
veya üretmeye yardımcı olduğu şeyin değerini tam
olarak alabileceği anlamına gelmez. Ve onun aldığı
payın değeri, "piyasa" değeridir, yani bu katkının
"diğerlerince ölçülen" değeri.
Bu sistem, mükemmel "adalet"in gerektirdiğinden ne
kadar eksik olursa olsun, şu ana kadar daha üstün
hiçbir sistem bulunmamıştır. Bir sonraki bölümde
göreceğimiz üzere, bu üstün sistem sosyalizm hiç
değildir.
Bu harika serbest piyasa sistemi hakkındaki nihaî
ahlâkî değerlendirmemize gelmeden önce bir diğer
büyük erdeme de dikkat çekmemiz gerekmektedir. Bu,
onun bireyleri sadece üretime yaptıkları özel
katkıya uygun olarak ödüllendirmesi değildir. Piyasa
(fiyatlar, ücretler, kiralar, faiz oranlan ve diğer
maliyetler, nisbî kâr marjları veya kayıpların anlık
oynamasıyla) sadece maksimum üretimi değil, aynı
zamanda optimum üretimi de sürekli olarak başarma
eğilimindedir. Yani bu sürekli değişen fiyat ve
maliyet ilişkileriyle sağlanan teşvik ve
caydırıcılık yoluyla binlerce farklı mal ve hizmet
fiyatı birbirine uyumlu hale gelir ve bunların bir
diğeriyle ilişkisine bağlı olarak bu binlerce malın
üretim miktarında dinamik bir denge sürdürülür. Bu
dengenin, herhangi bir bireyin arzusunu yansıtması
gerekmez. Herhangi bir ekonomi planlayıcısının
ütopya idealiyle örtüşmesi gerekmez. Fakat var olan
tüm üretici ve tüketici grubunun birleşik arzularını
yansıtma eğilimindedir. Satın alması veya
almaması ile her bir müşteri bir malın daha fazla,
diğerinin de daha az üretimini oyladığından; üretici
tüketicinin kararlarına uymaya zorlanmaktadır.
Bu sistemin ne yaptığını gördükten sonra onun
adaletine biraz daha yakından bakalım. O yaygın
biçimde "adaletsiz" olarak kabul edilir, çünkü
hatırlanamaya-cak kadar eski zamanlardan kalma
mantıksız "sosyal adalet" ideali mutlak gelir
eşitliği anlamına gelmektedir. Sosyalistler "bolluk
ortasında fakirlik" lanetlemesinden asla
bıkmamıştır. Zenginin servetinin, fakirin
yoksulluğunun sebebi olduğu fikrinden kendilerini
soyutlayamamışlardır. Ne var ki bu fikir tamamen
yanlıştır. Zenginin serveti fakiri daha fakir
değil, daha az fakir yapar. Zenginler, fakirlerin
hizmetleri karşılığında onlara verecek bir şeyleri
olan kimselerdir. Ve sadece zenginler üretimi
artırmak ve fakirin emeğinin marjinal değerini
artırmak için fakire sermaye ve üretim araçları
sağlayabilir. Zengin zenginleştikçe fakir daha
fakir değil, daha zengin olur. Aslında bu ekonomik
ilerlemenin tarihidir.
Kişinin gelir elde etmek veya kazanmak için yaptığı
veya yapamadığına bakmaksızın, çalışıp
çalışmadığına veya üretip üretmediğine
bakılmaksızın, gelir eşitliği idealini sağlamak
için yapılacak herhangi bir ciddî girişim, evrensel
fakirliğe yol açacaktır. Bu durum becerisi olmayan
veya yetersiz olana kendini geliştirmesi için var
olan teşvikleri ve tembellerin çalışması için her
türlü teşviki ortadan kaldırmakla kalmayacak, doğal
yeteneği olan, çalışmak ve kendini geliştirmek
isteyen için de teşvikleri ortadan kaldıracaktır.
Adalet üzerine olan bölümde vardığımız hükümlere bir
kez daha dönelim. Adalet sadece kendi başına bir
hedef değildir. Sonuçlarından izole edilebilecek bir
ideal değildir. Ara bir amaç olarak kabul edilse de
asıl olarak bir araçtır. Adalet, özet olarak,
sosyal işbirliğine ciddî şekilde destek olan sosyal
düzenleme ve kuralları içerir. Bu, ekonomi alanında
üretimi en üst düzeye çıkarmaya da ciddî olarak
destek olma anlamına gelmektedir. Ve bu kez
düzenleme ve kuralların adaleti, onların şu veya bu
münferit durum üzerindeki etkilerine göre
belirlenmez fakat (ilk olarak Hume tarafından
açıklanan prensibe uygun olarak) onların uzun
dönemdeki genel etkilerine göre belirlenir.
Pratikte eşit gelir dağılımı için tüm argümanlar,
böyle bir eşit bölüşümün, ortalama geliri azaltacak
etki yapmayacağını; toplam gelir ve zenginliğin
(herkesin yaptığı üretime veya üretime yaptığı
katkıya göre ödeme alacağı) bir serbest piyasa
sistemindeki kadar yüksek kalmaya devam edeceğini
varsaymaktadır. Bu varsayım eşi görülmemiş bir
aptallıktır. Böylesine bir zorlanmış eşit bölüşüm
(ki bu ancak zorlamayla başarılır) üretimde şiddetli
ve felaket niteliğinde bir düşüşe yol açacak ve onu
uygulayan ulusu fakirleştirecektir. Komünist Rusya
kısa sürede bu eşitçi fikri terk etmek zorunda
kalmıştır; ve komünist ülkeler ona bağlı kalmaya
çalıştığı müddetçe insanları bunu pahalıya
ödemişlerdir. Bu tartışma ileriki bir bölümde ele
alınacaktır.
Bir serbest piyasa sisteminin müthiş üretkenliği
ile-sosyalist bir sistemin "adaletini" bir araya
getiren veya en azından tamamen serbest bir ekonomik
sistemde elde edilenden daha fazla gelir ve refah
eşitliği meydana getirebilecek olan bir tür "üçüncü"
sistem (bir orta-yol sistemi) bulunduğu
varsayılabilir (ve bugün her yerde popüler olarak
varsayılmaktadır da). Burada bunun sadece bir hayal
olduğuna dair olan hükmümü ifade edebilirim. Eğer
böyle bir orta yol sistemi bir kaç münferit
adaletsizliği düzeltebilse, bunu sadece çok daha
fazla adaletsizlik yaratarak ve toplam üretimi bir
serbest piyasa sisteminin başaracağıyla
karşılaştırıldığında mutlak surette azaltarak
yapacaktır. Bu hükme temel olarak okuyucunun ekonomi
tezlerine başvurmasını salık veriyorum.
7. Piyasa "Etiğe Kayıtsız mı?"
Ancak şimdi, moda olmasına Politik İktisadın
Sağduyusu (Common Sense of Political Economy,
1910) adlı eserinde Philip H. Wicksteed'in yardımcı
olduğu ve son yıllarda iktisatçıların sıkça taraftar
olduğu bir fikre geliyoruz. Bu, ekonomik sistemin
"etiğe karşı kayıtsız kalan bir araç olduğu"dur.
Wicksteed, önemli bir kısmını burada alıntı yaptığım
oldukça zarif ve etkileyici bir pasajda bu fikri
şöyle savunuyor:
Şimdi biz, pek çok zihinde kendini ekonomik
ilişkiyle ve hatta onun ilmini yapmakla
özdeşleştirmiş olan alçak menfaatperestlik ayıbının
konunun doğasına ilişkin bir yanlış algılamadan
kaynaklandığını görmüş olduk. Fakat diğer yandan,
ekonomik güçlerin (kendi başlarına oynamalarına
müsaade ettiğimizde) en ıyı olası yaşam şartlarını
kencftliğınden garanti edeceğini bekleyen kolaycı
iyimserlik de aynı ölçüde yanlıştır ve hatta daha da
tehlikelidir. Aslında ekonomik kuvvetleri tamamen
iyiliksever olarak göstermek kolaydır. Bu güçlerin,
daha önce birbirini hiç görmemiş veya duymamış,
diğerlerin varlığını veya arzularını hayalinde bile
fark etmeyen insanların her defasında birbirini
desteklediği ve bir diğerinin amaçlarına ulaşmasını
kolaylaştırdığı büyük bir sistemi otomatik olarak
organize ettiğini görmedık mi? Bunlar dünyayı devasa
bir karşılıklı fayda toplumu halinde kucaklamıyorlar
mı? Hiç kimse görmese bile Londra'nın günbegün
doyurulmasının kendi bile (laissez-faire laissez-passer
sosyal organizasyon teorisinin onuruna sürekli
olarak söylenmiş olan en coşkulu zafer şarkısını
haklı kılmazsa da) bahane bulunamayacak kadar çok
etkileyicidir. Bizim, bir kişinin/hiçbirini kendisi
için yapmayacağı binlerce şeyden biri uğruna kendini
harap etmesini anormal kabul etmemiz, ekonomik
bağlantıların başarısını göstermektedir. Dünyayı,
günden güne taşıyan milyonlarca karşılıklı denge
içinde gördüğümüzde ve "Kimin umurunda?" diye
sorduğumuzda ve cevap alamadığımızda önceki nesil
iktisatçılardaki dinî huşu'yu ve istekliliği iyi
anlayabiliriz. Bu 'huşu' ve isteklilikle önceki
nesil iktisatçılar, her birinin faziletiyle ihtiyaç
içindeki her bir bireyin (kendine hizmet ederken
komşusuna yardım ederek ve kendisi hakkındaki
baskılara basitçe boyun eğme suretiyle ve önünde
açılan yolu izleyerek) kendisine "boyundan büyük
amaçlar" temayülü yarattığı "ekonomik harmoniler"
hakkında kafa yormuştur.
Fakat bu resme daha yakından bakmamız gerekir. Kendi
amaçlarımı aklımla seçme işleminin ta kendisi bana
diğerlerinin amaçlarına ulaşmasını mı sağlattırır?
Evet. Oldukça. Fakat benim kısa ve uzun dönem
amaçlarım nedir? Ve ben, kendi amaçlarımı başarmanın
bir yolu olarak, diğer kişilerin hangi amaçlarına
hizmet ediyorum? Ben ve onlar bu amaçlara
ulaşabilmeye uygun yollar konusunda hangi görüşlere
sahibiz? Bunlar bir toplumun sağlığının ve gücünün
bağlı olduğu sorulardır ve anlatılan ekonomik güçler
bunları hesaba katmazlar. Toplumun ekonomik
organizasyonunun bağlı olduğu iş bölümü ve mübadele
amaçlarımıza ulaşma yollarımızı genişletir fakat
amaçlarımızın kendisine doğrudan bir etkide bulunmaz
ve bunlar araçların kullanımında vicdan sahibi
olmanın sebebi olma eğiliminde değildir. Ahlâkî
açıdan istenir sonuçların etiğe kayıtsız araçlardan
beklenmesi gerektiğini varsaymak abestir ve
ekonomik bir ilişkiyi putlaştırmak kadar, onu
şeytanlaştırmak da aptallıktır.
Dünya benim kendim ve diğerleri için isteyeceğim ve
ancak mübadele yoluyla elde edebileceğim pek çok
şeye sahiptir. Öyleyse ben dünyanın isteyeceği neye
sahibim veya ne yapabilirim? Ya da dünyaya
istettirecek veya istediğine ikna ettirecek veya
ona benim diğerlerinden daha iyisini verebileceğime
inandıracak ne yapabilirim? İdeal bir standartla
ölçüldüğünde, istediğim şeyi benim almam ya da
onların vermesi ve benim onlara verdiğim şeyle
benim onlarda uyandırdığım arzu ve onları memnun
etme araçlarım benim için veya diğerleri için iyi
veya kötü olabilir. Herkesin bir diğerine yardım
ettiği ve onu kendisine "faydalı" hale getirdiği
"ekonomik harmoni"nin baştan çıkarıcı resmini
çizdiğimizde, onun içine sokulması kesin bir
şekilde yanlış olan ahlâkî veya duygusal ilişkileri
sokmaya "yardım etme" fikrine anlamsız bir şekilde
izin veririz.
"Yardım'ın tarafsız bir şekilde yıkıcı veya
mahvedici ya da yapıcı ve faydalı sonuçlara
ulaşabileceğini ve dahası onun her türlü aracı
kullanabileceğini unuturuz. Bir kişinin veya bir
toplumun kısa vadeli amacının bir diğerinin amacına
ne kadar sık engel olduğunu veya onu alıkoyduğunu
veya insanları kandırdığını veya onların huzurunu
kaçırdığını ve huzurları kaçtığında onlara yardım
ettiğini fark etmek için sadece büyük savaş
endüstrilerine, köpük şirketlerin (dolandırıcı
karavan şirketler) yüzmesine, bir firma veya
işletmenin henüz kuruluş aşamasında olan
diğerlerini nasıl boğduğuna, Çin ve Hindistan' daki
afyon kültürüne ve cin veya alkol imalatı yapılan
evlere bakmamız gerekir.
Wicksteed'den bu kadar uzun alıntı yaptım, çünkü
onun ifadesi serbest piyasa sisteminin "ahlâkî
açıdan kayıtsız" olduğu veya ahlâkî açıdan nötr
olduğu tezinin bu zamana kadar rastladığım en güçlü
ifadesiydi. Yine de bu tez bana hâlâ ciddi şekilde
sorgulanabilir gelmektedir.
Bu tezi serbest piyasa ekonomisinin pozitif bir
ahlâk değerine sahip olduğu rakip tezinden bir veya
iki ifadeyle karşılaştıralım. Okuyucu Ludwig von
Mises'-den alıntılanan ve yazarın "sempati ve
arkadaşlık ve birlikte olma hislerinin ... sosyal
işbirliğinin meyveleri olduğunu," sosyal
işbirliğinin kaynağı olmadığını ileri sürdüğü
pasajını hatırlayacaktır. Benzer bir iddia Murray N.
Rothbard tarafından da ileri sürülmüştür.
Toplumun orijinlerinin açıklanmasında, bireyler
arasında herhangi bir mistik paylaşım veya "ait olma
duygusu" hayal etmeye gerek yoktur. Bireyler
akıllarını kullanarak iş bölümünün yüksek
üretkenliğinden kaynaklanan mübadele avantajlarını
tanırlar ve bu avantajlı yolu izlerler. Aslında,
arkadaşlık ve paylaşım duygularının bir sebep
olmaktan ziyade (sözleşmeye dayalı) bir sosyal
işbirliği rejiminin etkileri olması daha
olasıdır. Örneğin, iş bölümünün üretken olmadığını
veya insanların onun üretkenliğini bilmediğini
varsayalım. Bu durumda, mübadele şansı az olacaktır
veya hiç olmayacaktır ve her birey kendi gereçlerini
saçma bir şekilde bağımsız olarak elde etmeye
çalışacaktır. Sonucun kıt malların sahipliğini
kazanmak için vahşice bir boğuşma olacağı kesindir,
çünkü böyle bir dünyada her bir kişinin faydalı
gereçleri kazanması diğer kişilerin kaybetmesi
olacaktır. Böylesine saçma bir dünyada şiddet ve
uzun savaşların büyük ölçüde baskın olması
kaçınılmaz olacaktır. Her bir kişi bir şeyleri
arkadaşlarından ve onlara zarar vererek aldığından
şiddet yaygın olacaktır ve karşılıklı düşmanlık
duyguları egemen olacaktır. Kemik için boğuşan
hayvanlar gibi, savaşın egemen olduğu bu dünya,
kişiler arasında sadece nefrete ve düşmanlığa yol
açacaktır. Öte yandan, karşılıklı faydalı mübadele
yoluyla gönüllü sosyal işbirliğine dayalı olan ve
bir kişinin kazancının diğer kişinin de kazancı
olduğu bir dünyada gelişme ve sosyal sempatiye ve
insan arkadaşlıklarına büyük önem verileceği
ortadadır. İnsanlar arasında arkadaşlık duygulan
için uygun şartlan yaratan işbirliği yapan, barışçı
toplumdur.
Mübadelenin sağladığı karşılıklı faydalar olası
saldırganlar (diğerlerine karşı şiddet
hareketini başlatanlar) için saldırganlıklarını
kısıtlamak ve etrafındaki diğer kişilerle barışçı
şekilde işbirliği yapmak için büyük bir teşvik
sağlamaktadır. Bireyler bundan sonra uzmanlaşma ve
mübadelenin avantajlarının savaşın getirebileceği
avantajlardan üstün olup olmayacağına karar
verirler.
Şimdi Wicksteed'in tezine daha yakından bakalım.
Onun da çok zarif bir şekilde işaret ettiği gibi,
Wicksteed'in zamanında da, bugün de fonksiyon
gösteren kapitalizmin iş birliği yapan azizlerle
dolu bir cennet olmadığı doğrudur. Fakat bu bizim
bireysel yetersizliklerimiz veya günahlarımızdan
sistemin sorumlu olduğunu ve hatta sistemin ahlâka
kayıtsız kaldığını veya nötr olduğunu göstermez.
Wick-steed kendi zamanının kapitalizminin sadece
ekonomik değil aynı zamanda ahlâkî faydalarını da
mutlak kabul etmiştir, çünkü kapitalizm onun
çevresinde her yerde gördüğü sistemdi ve bu yüzden o
alternatifleri görmedi. Yukarıda alıntı yapılan
pasajı yazdığında unuttuğu şey, modern kapitalizmin
mutlak ve kaçınılmaz bir sistem olmadığı fakat onun
altında yaşayan insanların seçtiği bir sistem
olduğudur. O bir "özgürlük sistemindir. Londra
"kimsenin umurunda olmasa da" besleniyor değildir.
Londra kesinlikle Londra'daki neredeyse herkesin
umursamasından dolayı beslenmektedir. Ev
hanımları her gün gıda alışverişi yapar ve onu
ellerinde veya arabayla eve getirirler. Kasap ve
manav ev hanımının alışveriş yapacağını bilirler ve
onun alacağını umdukları şeyleri bulundururlar.
Etler ve sebzeler onların dükkanlarına ya kendi
kamyonları veya toptancıların kamyonları içinde
gelir. Toptancılar malları pazarlayanlardan sipariş
eder, pazarlayanlar çiftçilerden
sipariş verirler ve demiryollarından gıdaları
taşımalarını isterler, ve demiryolları kesinlikle bu
işi yapmak için vardır. Tüm bu sistemde eksik olan
tek şey, her şey için cafcaflı şekilde emirler veren
ve tüm başarıyı kendine mal eden bir diktatördür.
Bu özgürlük sisteminin, bu serbest piyasa sisteminin
uygun bir yasal sistemi ve uygun bir ahlâklılığı
şart koştuğu doğrudur. Bunlar olmadan onun var
olması ve çalışması söz konusu değildir. Fakat bu
sistem varsa ve çalışıyorsa toplumun ahlâk düzeyini
daha da yükseltir.
Kaynak:
Henry Hazlitt
Çeviren: Necdet Kandemir
|