Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
Türkiye İktisat Tarihi
Yeraltı Ekonomisi

Kredi Kartı Piyasası

Gelişmekte Olan Ülkeler

Finansal Piyasalar

Kent Ekonomisi

Liberalizm

Forex Piyasaları

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Klasik ve Neoklasik Ekonomide Enerji 

Klasik görüşü savunan iktisatçılar, enerjiyi açıkça bir üretim faktörü olarak kabul etmeseler de ekonomik aktivitelerin toprak nedeniyle bir sınırının olduğunu belirtirler. Bu argümanı açıklamak içinse ekonomiyi tarım ve imalat sanayi olmak üzere iki alt sektöre ayırarak analiz ederler. Klasikler, bu ayrıma giderken imalat sanayinden farklı olarak tarım sektörünü, sermaye ve işgücü üretim faktörüyle beraber toprağı da ayrı bir üretim faktörü olarak değerlendirmişlerdir. Klasikler, toprağın doğada sabit oranda bulunduğunu, kalitesinin değişken olduğunu ve doğada sabit miktarda bulunan toprak üretim faktörünün varlığının sermaye ve işgücü üretim faktörlerinde azalan verimlere neden olduğunu belirtmektedirler. Klasik iktisatçılara göre azalan verimler, doğanın ekonomiye getirdiği kısıtları göstermektedir (Alam, 2006: 4) 

Bir diğer görüş olan Neoklasik iktisadı savunan iktisatçılar, sermayeyi bir önceki dönemden taşınan ekonomik çıktının bir parçası olarak kabul ederken işgücünün nasıl üretildiği konusunda çok yorum yapmazlar. Bu görüşe göre işgücünün büyümesi ve gelişmesi dışsaldır. Teknoloji ise ekonomi için var olan belli bir bilgi stoku olarak tanımlanmaktadır. Bu bilgi bazen üretim sürecinde kullanılan makinelerde kendini gösterirken, bazen nitelikli işgücü olarak ortaya çıkmaktadır. Neoklasikler tarafında oluşturulan, ekonomi muhasebesinde unutulan ve bütün ekonomik aktivitelerin sürdürülmesini sağlayan bir güç vardır. Bu güç enerjidir. 

Ekonomiye işgücü eforu olarak giren enerji, Neoklasik iktisatçılara göre bir ara maddedir ve ulusal gelir hesabında enerji sektörü içinde yer aldıkları kabul edilir (Alam, 2006: 1). Neoklasik iktisatçılara göre cam, çelik neyse petrol, elektrik, gaz da odur. Bu görüş ise enerji ile diğer ara maddeler ve hammaddeler arasındaki fonksiyonel farklılıkların ortadan kalkmasına neden olmaktadır. Ancak, enerji birçok ara madde ve hammaddeden nihai ürünlerin elde edilmesini sağlar. Demirden çelik yapılması aşamasında gereken ısının sağlanması buna bir örnektir. Yukarıda da belirtilen nedenlerden dolayı Neoklasik teoride enerji bir üretim faktörü olarak değerlendirilmezken ekonomi, doğadan ve onun enerji kaynaklarından izole edilerek, ekoloji ile ekonomi arasında ayrıma gidilmiştir.

Ekonomik teoride enerjiye yer verilmemesine yorum yapan ilk iktisatçı Georgescu-Roegen (1972 - 1976)’dır. Georgescu, Marksistlerin ve Neoklasiklerin ekonomiyi doğadan soyutladıklarından yakınmaktadır. Georgescu, bu standart ekonomistlerin enerji kaynaklarının bilinçsizce ve geri dönüşümü olmaksızın kullanılması sonucu çevre üzerinde meydana getirdikleri yıkıcı etkinin farkında olmadıkları ve doğayı hesaplamalarına dahil etmedikleri için büyümenin sınırsız olabileceğini sandıklarını belirtmiştir (Alam, 2006: 1–2).

Modern İktisadi büyüme teorileri ilk olarak Frank Ramsey’in 1928 yılında yapmış olduğu “A Mathematical Theory of Saving” isimli çalışması ile başlamıştır. Bu çalışmasında Ramsey, hanehalkının dönemlerarası optimizasyon kararlarını büyüme teorisine uygulamıştır. Ramsey’in bu çalışmasını izleyen yıllar ile 1950’li yılların sonu arasındaki dönemde Harrod ile Domar’ın, Keynesyen statik teoriyi, büyüme teorisi ile dinamikleştirme çabaları yer almıştır. Bu iktisatçılar tarafından geliştirilen Harrod-Domar büyüme modelinde büyüme oranının artırılmasının sermayenin marjinal verimi ve tasarruf oranının artırılması ile sağlanacağı savunulmaktadır. Bu modelde denge sabit üretim fonksiyonu varsayımı nedeniyle “bıçak sırtı olarak adlandırılan bir yerde ve tesadüfi olarak kurgulanmaktadır (Atamtürk, 2007: 90). 

Mikro ekonomik bazda hanehalkının tüketim fonksiyonlarından hareket ederek büyüme teorisine yaklaşan Ramsey (1928)’in ve Keynesyen analiz içinde büyümeyi açıklamaya çalışan Harrod (1939) ve Domar (1946)’ın çalışmaları sonraki yıllarda önemini yitirmiştir. 

Harrod-Domar büyüme modellerinden sonra büyüme literatüründe 1980’li yılların ikinci yarısına kadar hakim rol oynamış olan Neoklasik büyüme teorisi damgasını vurmuştur. Çıkış noktasını Solow (1956) ve Swan (1956)’ın çalışmalarının oluşturduğu bu teori şu varsayımlara dayanmaktadır (Kibritçioğlu, 1998: 209-214). 

•   Modelde ölçeğe göre getiriler sabittir (azalan verimlere dayanan).

•   Sermayenin marjinal verimliliği azalmaktadır.

•   Bağımsız bir yatırım fonksiyonu bulunmaktadır.

•   Faktörler arası ikame olanaklıdır.

•   Nüfus dışsal olarak belirlenen sabit bir hızla büyümektedir.

•   Devletin ekonomik hayattaki rolü sınırlıdır. 

Bu varsayımlar altında kurulan modelde durağan durum incelendiğinde Neoklasik teorinin iki temel öngörüye sahip olduğu görülmektedir. Bu öngörülürden birincisi; bu modelde tasarruf oranı ile durağan olan sermaye, işgücü ve kişi başına gelir değerleri doğru orantılıdır. Bir başka deyişle göreli olarak, durağan durumda daha çok tasarruf eden ülke, daha az tasarruf eden ülkeye oranla daha sermaye yoğun ve daha zengin olacaktır. Fakat tasarruf oranındaki artış durağan durumdaki büyüme hızına etki etmemektedir. Model azalan verimlerle ifade edildiğinden, durağan duruma geldiğinde ekonomik büyümeyi belirleyen temel unsurlar model içerisinde belirlenemeyen ve modele dışsal olarak katılan teknolojik değişme ve nüfus artış hızıdır (Kar ve Ağır, 2006: 53). 

Bu öngörülerden diğeri ise; ülkelerin milli gelirlerinin zamanla birbirine yaklaşacağı ve gelişmişlik farklarının ortadan kalkacağıdır. Farklı ülkeler arasındaki, gelişmişlik farkları ülkeler arasındaki faktör donanımlarının farklı olmasından kaynaklanmaktadır. Sermayenin azalan verimlere tabi olarak çalıştığı varsayımından hareketle işgücü başına daha az sermayeye sahip olan ülkeler, daha yüksek sermaye getiri oranına ve dolayısıyla büyüme oranına sahip olacak ve gelişmiş ekonomilerin milli gelirlerine yakınsayacaklardır (Jones, 2001: 62-63).

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005