Klasik ve Neoklasik Ekonomide Enerji
Klasik görüşü
savunan iktisatçılar, enerjiyi açıkça bir üretim
faktörü olarak kabul etmeseler de ekonomik
aktivitelerin toprak nedeniyle bir sınırının
olduğunu
belirtirler. Bu argümanı
açıklamak içinse ekonomiyi tarım ve imalat sanayi
olmak üzere iki alt sektöre ayırarak analiz ederler.
Klasikler, bu ayrıma giderken imalat sanayinden
farklı olarak tarım sektörünü, sermaye ve işgücü
üretim faktörüyle beraber toprağı da ayrı bir üretim
faktörü olarak değerlendirmişlerdir. Klasikler,
toprağın doğada sabit oranda bulunduğunu,
kalitesinin değişken olduğunu ve doğada sabit
miktarda bulunan toprak üretim faktörünün varlığının
sermaye ve işgücü üretim faktörlerinde azalan
verimlere neden olduğunu belirtmektedirler. Klasik
iktisatçılara göre azalan verimler, doğanın
ekonomiye getirdiği kısıtları göstermektedir (Alam,
2006: 4)
Bir diğer
görüş olan Neoklasik iktisadı savunan iktisatçılar,
sermayeyi bir önceki dönemden taşınan ekonomik
çıktının bir parçası olarak kabul ederken işgücünün
nasıl üretildiği konusunda çok yorum yapmazlar. Bu
görüşe göre işgücünün büyümesi ve gelişmesi
dışsaldır. Teknoloji ise ekonomi için var olan belli
bir bilgi stoku olarak tanımlanmaktadır. Bu bilgi
bazen üretim sürecinde kullanılan makinelerde
kendini gösterirken, bazen nitelikli işgücü olarak
ortaya çıkmaktadır. Neoklasikler tarafında
oluşturulan, ekonomi muhasebesinde unutulan ve bütün
ekonomik aktivitelerin sürdürülmesini sağlayan bir
güç vardır. Bu güç enerjidir.
Ekonomiye işgücü
eforu olarak giren enerji, Neoklasik iktisatçılara
göre bir ara maddedir ve ulusal gelir hesabında
enerji sektörü içinde yer aldıkları kabul edilir
(Alam, 2006: 1). Neoklasik iktisatçılara göre cam,
çelik neyse petrol, elektrik, gaz da odur. Bu görüş
ise enerji ile diğer ara maddeler ve hammaddeler
arasındaki fonksiyonel farklılıkların ortadan
kalkmasına neden olmaktadır. Ancak, enerji birçok
ara madde ve hammaddeden nihai ürünlerin elde
edilmesini sağlar. Demirden çelik yapılması
aşamasında gereken ısının sağlanması buna bir
örnektir. Yukarıda da
belirtilen nedenlerden
dolayı
Neoklasik teoride enerji bir üretim faktörü olarak
değerlendirilmezken ekonomi, doğadan ve onun enerji
kaynaklarından izole edilerek, ekoloji ile ekonomi
arasında ayrıma gidilmiştir.
Ekonomik teoride enerjiye yer verilmemesine yorum
yapan ilk iktisatçı
Georgescu-Roegen (1972 - 1976)’dır. Georgescu,
Marksistlerin ve Neoklasiklerin ekonomiyi doğadan
soyutladıklarından yakınmaktadır. Georgescu, bu
standart ekonomistlerin enerji kaynaklarının
bilinçsizce ve geri dönüşümü olmaksızın kullanılması
sonucu çevre üzerinde meydana getirdikleri yıkıcı
etkinin farkında olmadıkları ve doğayı
hesaplamalarına dahil etmedikleri için büyümenin
sınırsız olabileceğini sandıklarını belirtmiştir
(Alam, 2006: 1–2).
Modern
İktisadi büyüme teorileri ilk olarak Frank Ramsey’in
1928 yılında yapmış olduğu “A Mathematical Theory of
Saving” isimli çalışması ile başlamıştır. Bu
çalışmasında Ramsey, hanehalkının dönemlerarası
optimizasyon kararlarını büyüme teorisine
uygulamıştır. Ramsey’in bu çalışmasını izleyen
yıllar ile 1950’li yılların sonu arasındaki dönemde
Harrod ile Domar’ın, Keynesyen statik teoriyi,
büyüme teorisi ile dinamikleştirme çabaları yer
almıştır. Bu iktisatçılar tarafından geliştirilen
Harrod-Domar büyüme modelinde büyüme oranının
artırılmasının sermayenin marjinal verimi ve
tasarruf oranının artırılması ile sağlanacağı
savunulmaktadır. Bu modelde denge sabit üretim
fonksiyonu varsayımı nedeniyle “bıçak sırtı olarak
adlandırılan bir yerde ve tesadüfi olarak
kurgulanmaktadır (Atamtürk, 2007: 90).
Mikro ekonomik bazda hanehalkının
tüketim fonksiyonlarından hareket ederek büyüme
teorisine yaklaşan Ramsey (1928)’in ve Keynesyen
analiz içinde büyümeyi açıklamaya çalışan Harrod
(1939) ve Domar (1946)’ın çalışmaları sonraki
yıllarda önemini yitirmiştir.
Harrod-Domar büyüme
modellerinden sonra büyüme literatüründe 1980’li
yılların ikinci yarısına kadar hakim rol oynamış
olan Neoklasik büyüme teorisi damgasını vurmuştur.
Çıkış noktasını Solow (1956) ve Swan (1956)’ın
çalışmalarının oluşturduğu bu teori şu varsayımlara
dayanmaktadır (Kibritçioğlu, 1998: 209-214).
• Modelde ölçeğe göre getiriler sabittir (azalan
verimlere dayanan).
• Sermayenin marjinal verimliliği azalmaktadır.
• Bağımsız bir yatırım fonksiyonu bulunmaktadır.
• Faktörler arası ikame olanaklıdır.
• Nüfus dışsal olarak belirlenen sabit bir hızla
büyümektedir.
• Devletin ekonomik hayattaki rolü sınırlıdır.
Bu varsayımlar
altında kurulan modelde durağan durum incelendiğinde
Neoklasik teorinin iki temel öngörüye sahip olduğu
görülmektedir. Bu öngörülürden birincisi; bu modelde
tasarruf oranı ile durağan olan sermaye, işgücü ve
kişi başına gelir değerleri doğru orantılıdır. Bir
başka deyişle göreli olarak, durağan durumda daha
çok tasarruf eden ülke, daha az tasarruf eden ülkeye
oranla daha sermaye yoğun ve daha zengin olacaktır.
Fakat tasarruf oranındaki artış durağan durumdaki
büyüme hızına etki etmemektedir. Model azalan
verimlerle ifade edildiğinden, durağan duruma
geldiğinde ekonomik büyümeyi belirleyen temel
unsurlar model içerisinde belirlenemeyen ve modele
dışsal olarak katılan teknolojik değişme ve nüfus
artış hızıdır (Kar ve Ağır, 2006: 53).
Bu
öngörülerden diğeri ise; ülkelerin milli
gelirlerinin zamanla birbirine yaklaşacağı ve
gelişmişlik farklarının ortadan kalkacağıdır. Farklı
ülkeler arasındaki, gelişmişlik farkları ülkeler
arasındaki faktör donanımlarının farklı olmasından
kaynaklanmaktadır. Sermayenin azalan verimlere tabi
olarak çalıştığı varsayımından hareketle işgücü
başına daha az sermayeye sahip olan ülkeler, daha
yüksek sermaye getiri oranına ve dolayısıyla büyüme
oranına sahip olacak ve gelişmiş ekonomilerin milli
gelirlerine yakınsayacaklardır (Jones, 2001: 62-63).
|