Klasik Sistemlerin Sonu
Erol Yarar
The Economist'in yayımladığı 98 yılı raporundaki
bazı göstergeler, bize dünya toplumları hakkında
önemli saydığım ipuçları veriyordu. Rapor, bir
yerinde Avrupa, ABD ve Japonya'ya ait bir dizi
göstergeyi karşılaştırmaktaydı. Japonya'nın ABD ve
AB düzeyinde bir devlet statüsünde tek başına
karşılaştırılması ayrıca dikkate değer bir durumdu.
Bütçe içindeki kamu harcamaları oranı AB'de yüzde 40
iken, bu oran ABD'de yüzde 20, Japonya'da yüzde 16
düzeyindeydi, işsizlik oranı toplam işgücüne göre
AB'de yüzde 10.8, ABD'de yüzde 5.2, Japonya'da yüzde
34 idi. Bir de kişisel bilgisayar kullanımı
oranlarına bakalım: AB'de her yüz kişiden 15'i bir
bilgisayara sahipken bu oran Japonya'da 21, ABD'de
ise 37 kişiyi buluyor.
Bu ve benzeri göstergelerden yola çıkarak Batı
toplumlarını kendi aralarında karşılaştırmak
mümkün. Fakat biz burada onlara bakarak diğer
toplumların değerlendirmesini yapmak niyetindeyiz.
Avrupa Sistemi
Avaıpa'da kamu harcamalarının bütçenin neredeyse
yarısını bulması bize Avrupa sistemi hakkında
yeterince fikir veriyor. Fakat burada elbette bir
toplam değerden söz ediliyor. Yoksa Avrupa içinde
kültürel ve sosyal açıdan tarihten gelen farklar söz
konusudur. Fransızların bireyci ve çatışmacı,
Almanların disiplin ve organizasyoncu, ingilizlerin
realist ve faydacı, irlandalıların daha direnişçi ve
romantik olduğu söylenir, italya ve hele
Yunanistan'a gidenler, bu toplumların soğukkanlı
kuzeylilere göre bize daha çok benzediğini hemen
fark ederler. Bu örnekler çoğaltılabilir. Fakat
Avrupa'nın yakın tarih içinde yoğrulmuş olduğu ortak
bir siyasi ve kültürel hamur vardır. Yakın tarih
içinde bu toplumlar farklı zamanlar ve biçimlerde de
olsa benzer serüvenleri yaşamıştır. Mesela Fransız
ihtilalinde bir odaklanma söz konusudur. İhtilal
aslında bütün kıtada beklenen bir değişimin,
Fransız usulü patlak verişidir. Klasik imparatorluk
sistemi, yerini toplumsal uzlaşmaya dayanan yeni bir
sisteme bırakmak üzeredir. İmparatorlar düşecek,
saray meclisleri yerini daha geniş bir temsile
dayanan parlamentoya bırakacak, kral ve soylular
dahil herkesi bağlayacak bir anayasa
hazırlanacaktır. Kıtanın çeşitli ülkelerinde bu,
çeşitli biçimlerde gerçekleşti.
Fakat büyük topraklara sahip devlet anlamına gelen
imparatorluk, büyük ölçüde kral veya imparator
otoritesine dayandığından, temsilcilik ve anayasa
eğilimi, ister istemez farklı kültürlerin ve
ulusların farklı taleplerini açığa çıkardı.
Milliyetçilik akımı bütün Avrupa'yı sardı. Almanya
ve İtalya gibi milli devletler bu ortamda meydana
geldi. Macaristan, Osmanlı Devleti bu ortamda
parçalandı.
19- yüzyılda Avrupa'da milli devlet ve parlamenter
düzen yerleşme süreci yaşamıştı. 20. yüzyıl ise
otoriter ve devletçi sistemlerin ağır bastığı
yıllarla başladı. Adeta imparatorların bıraktığı
boşluğu devlet otoritesi doldurmak istiyordu.
Vatandaş açısından değişen bir şey yoktu. Rusya,
Almanya, italya, doktriner, merkezi ve hakim devlet
anlayışlarının uygulama merkezi oldu. Fakat tıpkı
ortak ideallerin Fransız ihtilalinde patlak vermesi
gibi, bu tek partili otoriter ülkeler Avrupa'da
genelde hakim olan bir sistem eğiliminin üst
düzeydeki uygulama merkeziydi. Bu anlayışta ailenin
ve bireysel sorumlulukların yerini devlet alıyor,
devlet vatandaşı eğitiyor, yetiştiriyor, sosyal
yardım yapıyor, ona belirlenmiş oranlarda refah
sağlıyordu. Bireysel yetenekler ve haklar ancak
devlet sistemi içinde bir anlam kazanıyordu.
Almanya'da faşizm, Rusya'da sosyalizm yükselirken,
Avrupa'nın en demokratik ülkesi İngiltere'de işçi
partisi iktidarları yaşanıyordu. Bu iktidarlar
sosyal hayatın büyük bir bölümü-nü kamu hizmetleri
kapsamına alıyor, büyük ingiltere şehirlerinde yoğun
bir Belediye hiz- metleri kampanyası yaşanıyordu.
Stratejik adı verilen sosyal servisler tamamen
devlet kontrolüne almıyor ve devlet iş adamı
hüviyetini sürekli geliştiriyordu. Oysa başta
İngiltere olmak üzere batı Avrupa ülkelerinin
sömürgecilik deneyimlerinden kalan özel teşebbüs
geleneği vardı.
İşte Avrupa'daki genel eğilim bu dönemde devletleri
sürekli daha büyüyen bir yükün altına sürükledi.
Sosyal devletin temelleri iyice sabitleşti. Oysa
ABD'de doğu ve Batı'yı birleştiren demiryolları,
daha 18. Yüzyılda tamamen özel şirketler tarafından
yaptırılmıştı.
Uluslararası Sistem
ikinci dünya savaşı sonrasında yaşanan gelişmeler
siyasi olmaktan çok teknolojik anlamda önem
taşıyordu. Artık büyük işçi kitlelerinin bir arada
çalıştığı dev ağır sanayi işletmeleri, yerini
sorumlulukların paylaşıldığı küçük birimlere
bırakmaya başladı. Ağır sanayiin teknoloji
üretimindeki payı giderek azalmaya yerini
elektronik ve bilgisayardaki gelişmelere bırakmaya
başladı. Sanayi devrimi, toprak mülkiyetinin önemini
ortadan kaldırmıştı. Yeni ortaya çıkan bu dönemde
ise teknolojik üretim de eski önemini kaybediyor,
bilgi ve enformasyon toplumu doğuyordu. Şirketlerde
de milli hakimiyetten çok çokuluslu birlikler öne
çıkıyordu. Artık dev şirketlerin vatanı yok
gibiydi.
Bilgisayar ağıyla dünya giderek küçülüyor,
uluslararası platformlar, giderek eski milli
devletlerin bazı yükümlülüklerini devralıyordu.
Klasik dönemde "içişlerine karışmak" olarak
algılanan pek çok siyasi karar artık Avrupa'nın
bazı merkezlerinde alınabiliyor, insan Hakları
Mahkemesi, kendi devletlerinden şikayetçi olan
vatandaşlardan gelen başvuru dilek-çeleriyle dolu.
Bunlar karara bağlanıyor ve devletler kendi
vatandaşlarına tazminat ödemeye mahkum oluyor.
Avrupa'da 18. Yüzyıldan beri sözü edilen birlik
gerçekleşme yolunda. 1998, para birliğine geçilen
yıl olacak. Avrupa'nın içinde bulunduğu önemli bir
dalga, özelleştirme. Devletler geçen yüzyıldan beri
yüklendiği görevleri özel şirketlere devretme
sürecinde. Fakat yine de geleneklerin odaklaştığı
Avnıpa, ABD ve Japonya'nın çok gerisinde.
Batı'da yayımlanan ekonomik dergilerde sürekli
birtakım kuruluşların satışıyla ilgili ilanlar
görmek mümkün. Toplumsal dinamikleri daha gelişmiş
olanlar erken davranırken, daha kemikleşmiş
toplumlarda devletin yükümlülüklerini devretmesi
daha zor oluyor.
Bu sadece ekonomik yükümlülüklerin devredilmesi
süreci değil. Sosyal güçleri birbirinden bağımsız
olarak düşünemezsiniz. Telefonu özel şirkete
devredebilen bir devlet, toplumuna güvenmektedir.
Bu nedenle, şirketlerle birlikte sivil toplum
örgütleri devletin sorumluluklarına ortak veya
yönlendirici bir konuma yükselmektedir. Devlet,
toplumdan vergi toplayarak geçinen dev ve hantal
bir mekanizma olmaktan çıkma yolundadır.
Avrupa'daki genel trend bu yöndedir. Adeta devletle
toplumun aynileşmesi söz konusudur.
Negatif Faktörler
Uluslararası örgütlerin güçlenmesinin yanında
bölgesel ekonomik ve siyasi birlikler de kendini
gösteriyor. Bunlar o bölgelerdeki ortak kültürel
değerlerin de ifadesi olduğundan tarihten miras
kalan hakimiyet kültürü devreye girebilir. Bugün
Avrupa birliğinden söz ederken, 19. Yüzyılda da bir
kutsal ittifak düşüncesinin varolduğunu unutmamak
gerekir. Bu çerçevede Avrupa Birliğinin bir
Hıristiyan Kulübü olup olmadığı tartışılıyor.
Aslında bu bir ölçüde normal de karşılanabilir.
Fakat aynı birlik uğruna başka ülkelerin ulusal
çıkarlarıyla oynama hakkını kendilerinde
görebiliyorlar. Mesela serbest pazardan çokça söz
edilen günümüzde Batılı güçler geleneksel siyasi
otoritelerini Japonya veya diğer Doğu Asya
ekonomilerine karşı avantaj olarak kullanma eğilimi
gösteriyorlar. Bu da serbest Pazar şartlarını
baltalıyor.
Olaya islam dünyası açısından bakarsak, Batılı
ülkelerin nüfuz bölgesi olarak görülen İslam
ülkelerinin uluslararası pazarlardan serbest rekabet
şartları içinde mal ve hizmet alması mümkün
olmayabiliyor. Hükümetler aracılığıyla çeşitli
siyasi ve ekonomik baskılar söz konusu olabiliyor.
Uluslararası örgütlenme sürecini tamamlamamış
durumda olan islam ülkeleri kendi aralarındaki
ekonomik işbirliği ortamını da aynı nedenlerle
kuramamaktadır. Bunun tek nedeni Batı ülkelerinin
baskısı değildir. Bu ülkelerdeki sivil toplum
güçleri ve parlamento sistemi fonksiyonel
olmadığından, halen kararlar devlet düzeyinde
verilmekte, bu da çoğunlukla toplumun eğilimlerine
uygun olmamaktadır. Bu ülkelerdeki özel şirketler
de henüz uluslararası pazarlarda serbest bir
hareket ortamı bulabilmiş değildir. Çünkü buna sahip
olacak ekonomik ve siyasi güce ulaşabilmiş
değildir.
Devletler düzeyinde düşünürsek, islam dünyasında
oluşturulan birlikler (islam Konferansı Teşkilatı
gibi) yerleşik örgütler nedeniyle pek hareket
imkanı bulamamakta ve çoğunlukla uygulanamayan
kararlar alabilmektedir. İslam toplumlarının
Avrupa, Amerika ve Doğu Asya'da (ASEAN) olduğu gibi
fonksiyonel birlikler kurabilmesi için daha önce
birtakım faktörlerin devreye girebilmesi
gerekmektedir.
Siyasi otoriteleri dikkate almazsak, çokuluslu dev
şirketlerin de aynı ölçüde etki alanı
oluşturduklarını görüyoruz. Birçok batılı dev
şirketin cirosu, dünyanın çoğu devletinin
bütçesinden çok daha fazla. Bu güçlerini siyasi
baskıya dönüştürme imkanına her zaman sahip
bulunuyorlar. Serbest piyasa, adil ölçülerle rekabet
yapılan bir piyasa değil.
Farkların Farkı
Batı toplumlarında yüzyılların içinde, bütün
bireysel ve toplumsal dinamikleri sonuna kadar
ortaya çıkaran, onlardan yararlanan
şirketler, sivil örgütler, siyasi partiler ve
nihayet parlementolar ortaya çıkmıştır. Bu açıdan
Batı toplumlarının kendi içlerinde bile önemli
performans farkları mevcuttur. Avrupa ile ABD
arasındaki farklar bize bu toplumlar arasındaki
farklar hakkında ipuçlan vermektedir. ABD başından
beri sivil güçlerin devleti olmuştur, insan Hakları
Evrensel Beyannamesi ilk olarak orada yayımlandı.
Sonra Fransa onu bir ölçüde Avuppa'ya taşıdı. ABD'de
başından beri bireylerin, şirketlerin, sivil
örgütlerin potansiyelini en üst düzeye çıkaran,
buyurgan devleti arka plana iten ama düzenleyici ve
hakem pozisyonundaki devleti öne çıkaran bir siyasi
kültür vardı. Bu sistemde her şirket adeta ayrı bir
devletti.
ABD'nin önemli bir avantajı Batı toplumlarının bir
kompozisyonu durumunda olmasıydı. Bu ona farklı
kültür ve inançlara saygı duyma, vicdan özgürlüğü-
sağlama yeteneği kazandırdı. Bunları bütün uluslar
için ideal olarak düşünmek de yanlıştır. Burada
önemli olan belli bir ulusun kendi geleceğini
ellerinde bulundurması halidir.
ABD'de kişisel bilgisayara sahip olma oranı
Avrupa'ya göre çok yüksek. İki katından fazla. Bu
insanların kişisel olarak belli bilgilere ulaşabilme
imkanı anlamına geliyor. Avrupa bu konuda daha fazla
aracı kullanıyor olmalı ki daha az bilgisayar
devrede. Kamu harcamalarında ise Avrupa'nın büyük
bir "üstünlüğü" var. Buna üstünlük denirse. Demek ki
geleneksel Avrupa sistemi, devlete daha fazla
güvenmiş, işleri ona havale etmiş, bizzat hizmet
sektörleri oluşturmamış.
Devletin ortalarda görünmediği Avrupa'da durum
böyleyse, İslam ülkelerinde ve Türkiye'de durum
nasıldır? Türkiye'yi de Avrupa'ya göre
karşılaştırmak lazım. Bizdeki göstergelere
baktığımızda kişisel bilgisayar kullanımı asgariye
iniyor, kamu harcamaları azamiye çıkıyor. Bunun bir
tek anlamı vardır: sivil inisiyatif ortadan
kayboluyor. Bunu söylerken, elbette daha birçok
sosyal göstergeyi dikkate alıyoruz.
Şu halde burada üç basamaktan söz ediyoruz:
Amerika-Avrupa ve Türkiye.
Türkiye toplum örgütlenmesi yeteneği bakımından,
daha tutucu olduğu söylenen Doğu Asya ülkelerinin
birçoğundan geride kaldı. Japonya'yı saymayalım.
Mesela Kore yakın zamana kadar Türkiye'nin çok
gerilerinde iken bugün daha dinamik, üretici ve
sivil bir toplum hüviyeti gösteriyor. Malezya ise
sağlam, rasyonel bir toplum düzenini çoktan kurmuş
durumda. The Economist gibi dergiler "büyük
düşüncelerin sonu"ndan söz ederken yönünü Batıya
çevirmiş bir devlet geleneği bizde hala resmi
idealler empoze etmeye çalışıyor. Dökülmekte olan
bir ekonomik yapıda henüz hiçbir olumlu sonucu
alınmamış bir eğitim reformuyla resmen
övünülüyorsa, bunun başka bir açıklaması yoktur.
Oysa devletin başardığı reformların çağı çoktan
geçmiş durumda. Bugün sözü edilecek tek başarı,
eğitimin sivil inisiyatiflere ne ölçüde
terkedilebildiği olabilirdi. Ama bizde tartışmalar
yazık ki henüz o düzeyde seyretmiyor.
Tanımların Yer Değişmesi
Buradan geleneksel Batı terminolojisinin ana
konularından ilerletici ve durdurucu faktörlere
gelmiş oluyoruz. Geleneksel kültür içinde bunlara
ilerici diye iki isim bulup işin kolayına kaçmışız.
Elimizde 19. Yüzyıl Fransız kültür ölçüleri içinde
oluşmuş olan klasik mo-dernist ve aydınlanmacı
kültüre "ileri" gözüyle bakan statik ve resmi bir
kültür var. Bunun ölçüleri çağdaş dünyanın
ölçüleriyle hiç örtüşmüyor. Bilgi toplumu, ileri
teknoloji, toplumsal refah düzeyi, bireysel
özgürlükler, insan haklan bu pozitivist kültürde pek
fazla önem arzetmiyor. Yani ABD ile Avrupa arasında
ortaya çıkan farkın çok ileri düzeyinde devletçi ve
tekçi bir yaklaşımla karşı karşıyayız. Sovyet
sisteminin düşüş yıllarında bu yaklaşım hızını
kaybetti. Bu sayede Türkiye bir bakıma soluk aldı,
toplumsal güç potansiyellerinin farkına vardı, büyük
sosyal ve ekonomik gelişmelerini eşiğine geldi.
Batıda olduğu gibi bu ekonomik patlama eğilimi,
aynı zamanda özel teşebbüs ruhunun kendini özgür
hissetmesine bağlıydı. Yoksa sosyal özgürlükleri
bulunmayan girişimcilerin, ekonomik atılımlar
yapabilmesi beklenemezdi. O şirketini geleceğe
taşırken, gerekli bilgi ve yetişmiş eleman ihtiyacım
karşılamak isteyecekti. Bu da eğitimin
fonksiyonelleşmesi demekti. Artık birtakım fildişi
kulelerde karar verilmiş konularda, ne işe
yarayacağı belirsiz araştırmalar yapılamayacaktı. Bu
henüz teknoloji üretme düzeyine erişmiş değildi.
Ama çağdaş bilgi toplumunu kurmak da güçlü ve sivil
inisiyatif gücüne sahip nitelikli elemanlara
ihtiyaç gösteriyordu. Gerçekten, Anadolu sathında,
kendi ayakları üzerinde durabilecekleri mesajını
alan müteşebbisler, kendi yan sistemlerini kurmaya
başladılar. Bugün büyük şehirlerde salgın halinde
olan yöneticilik kursları ve yayınlarının anlamı
budur. Muhasebe, finansman, yabancı dil,
sekreterlik, yöneticilik gibi alanlarda mantar gibi
kurslar bitmiştir. Bu alanda bir yayın patlaması
söz konusudur. Resmi okullardan iş açısından
yetişmemiş olarak mezun olan adaylar, ancak bu
kursları alarak istihdam edilebilmektedir. Çünkü
günümüz iş dünyası bunu gerektirmektedir.
Sivil dünyada bunlar olurken geleneksel devlet
bürokrasisi ve kamu sektörü ağırlığını
hissettirmeye devam etmektedir. Yerini bırakmak
şöyle dursun, eski günlerine dönüş yapma gayrederi
içindedir. Özelleştirme çalışmaları birçok Doğu
Avrupa ülkesinin çok gerisinde kalmıştır. Keza
demokratikleşme açısından da özellikle şu günlerde
Türkiye nal toplama pozisyonundadır. Bunu biz değil
Batı medyasında çıkan yorumlar söylüyor. Birileri
hala vatan kurtarma uğruna çok arzuladıkları Batı
dünyasının gözünden düşmeyi göze alabiliyor. Asıl
vahimi, bir zümrenin böyle şeyleri göze alması,
yazık ki bütün Türkiye'yi ilgilendiriyor.
Cumhuriyetin başlarında geleneksel güçleri halk
temsil ediyordu. Ve devlet reformun öncüsüydü.
Aradan 70 yıl geçti. Dünyada sistemler çok değişti.
Ama bizde devlet hala reformun öncülüğünü yapma
peşinde. Oysa Türkiye'de reform yapılacaksa, bu
ancak devletin inisiyatifi sivil örgütlere
bırakmasıyla gerçekleşebilir. Çünkü bu ülkede bir
bir buçuk asırdır görülmeyen şey budur.
Şu anda Türkiye'nin çağdaş iktisadi ve siyasi
örgütlenme açısından tutucu güçleri resmi kültür
oluşturuyor. Halk ise gerçek ilerici güçler rolünde.
Ekonomik birlikler oluşturuyor, idealist değil
pratik çözümler peşinde koşuyor, kendi okulunu
yapıyor, çocuklarının eğitiminde söz sahibi olmak
istiyor. Ülkesinde ve dışarıda meydana gelen siyasi
olaylara katkıda bulunmak istiyor, protesto etmek
istiyor, sesinin duyurulmasını istiyor. Bu
eğilimlerden ancak totaliter sistemler ürker.
Geleneksel resmi kültür hala cumhuriyet, demokrasi,
laiklik gibi kavramlara sarılmak istiyor. Ama bu
kavramların içi çoktan boşalmış durumda. Cumhuriyet
derken, cumhuru, laiklik derken laikliği tasfiye
etmeyi kastediyorlar. Çünkü bütün devletçi
sistemler ideolojik olmak sorundadır. Devletin
"toplayıcı" olduğu söylenen değişmez bir felsefesi
olacaktır. Ve bu halkın her türlü temayülünün
üstündedir. Halkın içinde ortaya çıkan siyasal
talepler de normal, aşırı, kuşkulu, illegal gibi
gruplara ayrılmaktadır. Ve devlete yakınlığı
bilinen sivil kesim, her zaman devlet desteğinin
avantajım yaşamaktadır. Devlet tarafsız hakem
durumunda değildir.
Ülkemizde tanımlann yer değiştirdiğini ifade etmek
istiyoruz. Bizdeki muhafazakar güçler, dine yakın
olan güçler değil. Aksine dine ve toplum
değerlerine bağlı olanlar, dinamik gücü temsil
ediyor. Daha laik ve demokratik davranıyor.
Siyasetten bir soğuma söz konusu. Ama siyasi katılım
yollan ne ölçüde tıka-lı olursa olsun bir yolunu
bulup duvarları yıkmak istiyor. Duvarların bekçileri
ise eski Doğu Avrupa sistemini koruma peşinde
olanlar. Vatandasın halkına kuşkuyla baktığı eski
Doğu Avnıpa sistemlerinin.
Son Söz
Bize öyle geliyor ki Türkiye'nin geleceği bu iki
taraf arasında yapacağı tercihe bağlıdır. Bu
tercihin ne tek başına muhafazakar resmi kültüre, ne
de dinamik sivil güçlere bağlı olmadığı,
uluslararası konjonktürün bu tercihte belirleyici
bir rol oynayacağı bir gerçektir. Üç taraftan
hangisinin ağırlığı baskın çıkarsa geleceğin Türkiye
tablosunu o çizecektir. Her durumda, klasik sistem
savunucuları dünyadaki değişmeler karşısında
geleneksel yerlerini muhafaza edemeyecektir.
|