|
Kriz ve Bütçe Açıkları
Giriş
Kriz dengesizlik demektir.
Dengesizlik, kamu bütçesinin gelirleriyle giderlerini
karşılayamaması ve alternatif araçlara yönelerek bütçe açığını
kapatmaya çalışması demektir. Bu da, maliyet demektir. Elbette
ki bu maliyet piyasaya faiz ve enflasyon olarak yansıyacaktır.
Türkiye’de 1980’li yılların
başlarından itibaren dış borç bulmakta zorlanan hükümetlerin iç
borçlanma kaynaklarına yönelmesiyle başlayan borç stokundaki
büyüme, 2002 yılına gelindiğinde 200 milyar dolar seviyelerine
çıkmış bulunmaktadır. Borçlanmanın bir adım öncesinin dış yardım
programları olduğu bilinmektedir. Bu olgu da Türkiye’ye ilk kez
giren Marchall yardımlarıyla başlamış ve gerek askeri gerekse
ekonomik yardımlar adı altında günümüze kadar gelmiştir. Yardım
anlaşmaları temelde birbirleriyle ilintili, tamamlayıcı ve yerel
özellikleri değiştirmeye yönelik maddelerden oluşan bir
anlaşmalar setidir. Kendi içindeki bütünlüğü, mantıksal
temelleri ve borç verenler açısından yararlı işleyişi
mükemmeldir. Ülkelerarası borç ilişkilerine uyulacak koşulları
borç verenler belirler. Borç alanlar da bu koşullara uymak
zorunda kalırlar. Kalkınmak ve sanayileşmek isteyen ülkelerin
önüne konulan bu yardım imkanı, daha sonra, hükümetlerin
borçlanmaya yönelmesini sağlamış ve kalkınmanın finansmanında
cazip bir kaynak olarak kullanılmıştır. Ancak, bu gün olayın
gerçek yüzü gün ışığına çıkmış ve ülke ekonomisi giderek daha
çok borçlanan ve tabiidir ki daha çok faiz ödeyen bir ülke
konumuna getirilmiştir.
Neden Bütçe Açığı
Vergi gelirlerini çeşitli
nedenlerle tam olarak toplayamayan hükümetler, vergi reformları
adı altında yalnızca yeni vergiler koyabilmekte ya da mevcut
vergilerin oranlarını yükseltmek durumunda kalabilmektedirler.
Yeni vergiler konulurken ya da vergi oranları artırılırken
tarihi bir yanılgıya düşülmekte, artan vergi oranı oranında daha
çok vergi toplanabileceğini, ya da vergi gelirlerini
artırabileceklerini düşünmektedirler. Oysa, gelir seviyesine
göre vergi oranlarının zaten yüksek olduğu bir ülkede, vergilere
karşı bir tepki varken, hatta asıl vergi vermesi gereken reel
kesimden vergi alamayıp ta sadece bordrolu kesime yüklenen bir
siyasi yapı içerisinde, vergi gelirlerinin çok artmayacağı,
hatta bu durumda devletin vergi kaybına uğrayacağı
kaçınılmazdır. Nitekim, yapılan çalışmalar bu sonucu vermiştir.
Siyasilerin, kıyaslama yoluyla AB ülkelerinde daha yüksek
vergilerin alındığı yolundaki iddiaları bir açıdan bakıldığında
doğru olabilir. Ancak, Türkiye’de toplumun gelir seviyesinin
yüksek olmadığını ve gelir seviyeleri mukayese edildiğinde,
ülkemizde vergi oranlarının çok yüksek olduğu gerçeğini kabul
etmek istememektedirler. Bu yanılgının nedenini anlamak mümkün
değildir. Türkiye olarak bütün ekonomik, politik ve siyasi
dengelerimizi AB ve ABD’ne göre ayarlarken, toplumun gelir
seviyelerini de o ülkelerin gelir seviyesi düzeyine çıkarmayı
düşünememek bir çelişki değil midir? Bu çelişki de toplumun
bordrolu kesimini sıkıntıya sokmaktadır. Reel kesimin elinde,
masraflarını yüksek göstermek, iskontolu mal satmak gibi çeşitli
vergi kaçırma yöntemleri varken, bordrolu kesimin elinde,
vergisi kaynakta kesildiği için, hiçbir vergi kaçırma ya da
vergiden kaçınma gibi bir imkan yoktur. Bu da, çalışan bordrolu
kesimin enflasyonla mücadele programları ya da istikrar
tedbirleri yöntemiyle kısıtlanan gelirleriyle birlikte,
tüketimini etkileyerek, reel kesimin üretimini etkiler hale
gelen bir mekanizmayı çalıştırmaya başlamıştır. Gelirini
artıramayan kesimler mecburen tüketimi kısıtlamak zorunda
kalmıştır. Daha az tüketim de bir adım sonra daha az üretime
dönüşmeye başlamış, ve üretici kesimini sıkıntıya girmesine
neden olmuştur. Ekonominin genel düzeyi böylece daralma, küçülme
ve hatta iflaslara kadar giden bir süreci başlatmıştır. Üretimin
fazlasının ortaya çıkmasıyla birlikte firmalardan işçi
çıkarmalar başlamış, bu da hiç istenmeyen ama siyasilerin hiç de
üstünde durmayı düşünmedikleri istihdam sorununu gündeme
getirmiştir. Daha az üretim, daha az emek, daha az emek de daha
az elemana ihtiyaç, yani daha çok işsizlik demektir. Daha çok
işsizlik te daha az vergi kaynağı anlamına gelecektir. Hem
üretimin kısıtlanması nedeniyle daha az kar gösteren firmaların
daha az vergi vermeleri, hem de işsiz kalan kesimin vergi
vermemesi nedeniyle, devlet daha az vergi geliri elde etmek
zorunda kalacaktır. Hükümetlerin işsizlikle ilgili hiçbir şey
yapmaması da ayrı bir çelişkidir. Sürekli artan işsizlik de
artan enflasyonla birlikte düşünüldüğünde, bu günkü ekonominin
gerçek hastalığı ortaya çıkmış olmaktadır. Buna ekonomi
literatüründü STAGFLASYON denilmektedir. Hastalık teşhis
edildiğine göre, hükümetlerin acilen enflasyonla mücadele
ederken, işsizlikle de mücadele etmesi zorunluluğunu gündeme
getirmiştir. 30 yıldır düşürülemeyen, ya da düşürülmek
istenmeyen-çünkü siyasi iktidarlar enflasyonu bir açıdan vergi
gibi kullanabilmektedir- enflasyonla mücadele bir noktada
hükümetlerin çaresizliğini ifade etmektedir. Bu çaresizlik,
sanki kadermiş gibi, öte yandan artan işsizliğe bir çare
düşünülmesini de önlemektedir. İşsizliğin ne kadar büyük bir
tehlike olduğunun bilincinde değillermiş gibi davranmaya devam
eden siyasi iktidarlar, bunun sosyal, ekonomik ve politik
boyutları olan çok derin bir gelişme olduğunun farkında değiller
mi? Olayın en tehlikeli kısmı ise, sosyal patlamaların yaşanması
olasılığının giderek büyümesidir. Aile kurumlarının yozlaşması,
ahlaki çöküş, siyasi yozlaşma, ekonomik çöküş ve sonunda
ekonomik ve siyasi dengelerinde bozulmalar ve dengesizlik
ortamına ekonominin sürüklenmesidir. Siyasi iktidarlar oy
peşinde koşmaktan başka amaç gütmeyen ve devletin kaynaklarına
hükmetmekten başka amaçları olmayan bir misyonu yüklenmiş
gibidirler. Dolayısıyla amaç, ilgileniyormuş gibi görünüp
ilgilenmemek, yani yalan, aldatma ve oy avcılığı üzerin kurulmuş
bir anlayışla sonuçlanmaktadır. Elbette ki bu pembe tablo
gerçeği yansıtmamakta, gerçek bir köşede görünmeyi
beklemektedir. Ülke sürekli zaman kaybetmektedir.
Ekonomi, doğrudan siyasete entegre
olmuştur. Dış etkiler hariç, içerdeki kriz kaynaklarının
başında da kötü bir ekonomi yönetimi vardır. Kötü yönetim ise,
mevcut dengelerin bozulmasından başka bir rol oynamamaktadır.
Zaten ülke ekonomisinde dengeler son derece hassas gelişmeler
üzerine kurulmuştur. En küçük bir çıkış dengelerin kolayca
bozulmasını sağlayabilmektedir. Bu olgu da, kurumlaşamamanın bir
sonucu olarak kendini gösterir. Siyasi partiler kişisel birer
saltanat haline gelmiştir ve aile şirketi gibi yönetilmektedir.
Ülkede uluslar arası kriterlerle değerlendirilebilecek gerçek
bir liderin varlığından söz etmekte mümkün değildir. Bu günkü
anlamda lider, medyatik bir kavramdan öteye geçmemektedir.
Hatta, hükümeti oluşturan partilerden bazıları hem hükümet
içinde yer almakta, hem de muhalefetmiş gibi hükümeti provoke
etmeye devam etmek gibi bir yöntem uygulayarak, yeni bir çıkış
yapıyormuş gibi oy potansiyelini artırma amacına yönelik olarak,
polemik yapmaya devam edebilmektedir. Bu durum, sonuç olarak
ülke çıkarlarından önce bireysel çıkarların geldiği, sonra da
grup çıkarlarının ön plana geçtiği çıkar çatışmasının yaşandığı
bir siyaset arenası yaratmaktadır. Sonuç olarak, ülkenin içine
düşürüldüğü durum, kişisel çıkarlar uğruna toplumun geleceğini
ipotek altına alan bir tutuma dönüşmektedir. Mevcut şartlar
altında her türlü sağlık sorununa rağmen bir başbakanın
koltuğunu bırakmak istememesi bunun en çarpıcı örneğidir.
Olmazsa olmaz mantığıyla bir yere varılamayacağı bilinmelidir.
Ekonomi, kötü yönetim ve ben
bilirim mantığıyla bu hale getirildikten sonra, bakın nereye
doğru sürüklenmektedir: Bu gün ülkenin borç stoku 200 milyar
dolar civarındadır. İstikrar politikası uygulayarak IMF’nin de
yönetmesiyle yatırımlar durdurulmuş, şirket birleşmeleri ve
özelleştirme kanalları işletilerek işçi çıkarmaları
yoğunlaşmıştır. Enflasyonla mücadele bir tarafa itilmiş, bunun
yanında işsizlikle ilgili hiçbir şey yapılamaz hale gelmiş,
sadece rakamlarla konuşulan bir ekonomi söylenir olmuştur. Oysa,
bilinmektedir ki rakamlar en kolay politika yapma yöntemlerini
bünyelerinde taşırlar. Özelleştirme yoluyla ekonomi hızla
yabancılaşmaktadır. Her konuda ABD’ni kendine örnek alan
Türkiye, ABD’nin kendi içinde yaptıklarından habersizmiş gibi
sadece kendisine söyleneni yapar hale gelmiştir. Bu da, tarım
politikaları ile başlayan, özelleştirme ile devam eden bir
süreci başlatmış ve ekonomi IMF’nin yönetimine teslim
edilmiştir. ABD’nde devletin ekonomideki ağırlığı %35’ler
dolaylarındadır. Tarım sektörüne destek had safhaya çıkmış ve
bugün %20’lere varan bir sübvansiyon uygulanır hale
getirilmiştir. Türkiye’de ise, gerek tarım ürünleri fiyat
politikaları, gerekse sübvansiyonların kaldırılmasıyla tarım
sektörü yeni bir çöküntünün içine itilmiştir. ABD’ni kendine
örnek alan Türkiye, neden ABD’nin kendi ülke ekonomisine
uyguladığı kalkındırıcı politikaları görmezden gelmektedir. Her
ülke önce kendi toplumunun refahını ve geleceğini düşünmek
doğrultusunda çalışmalar yaparken, Türkiye neden gerçekleri
gözardı etmektedir. Bu soruların cevapları bilinmekte, ancak
telaffuz edilememektedir. Bu ülke, tarihinin hiçbir döneminde
bu kadar dış güdüm altına sokulmamıştır.
Vergilerin oranlarının
artırılmasının vergi gelirlerini artırmayacağı görüşü yaygındır.
Nitekim, bu uygulama ile bu görüş doğrulanmıştır. Temizel
yasalarıyla bankacılık kesimi tarihinde ilk kez enflasyondan
arındırılmış gelirler düzeniyle zarar açıklamışlardır.
Bankacılığın bir mali hizmet üretim sektörü olduğu
düşünüldüğünde nasıl zara ettiğini anlamak mümkün değildir.
Borçlanma konusu bir başka olaydır.
Borç servisi yapamaz hale getirilmiş bir ekonomide, yeni borç
bulmakla sevinen bir siyasi ortam yaratılmıştır. Sanki bu
borçlar geri ödenmeyecektir. Hem de kısa vadeli ve yüksek
faiziyle birlikte, borç alıyoruz diye sevinen bir siyaset bu
ülkeyi nereye götürebilecektir. Borç alarak borç ödemek
kısırdöngüsünde bir ekonomi ne zaman yatırımlara, üretime,
istihdama, kalkınmaya yönelecektir. Toplumun geleceği ne
olacaktır. Güçlü ekonomilerden borç alarak yüksek faizle ne
zamana kadar onları beslemeye devam edeceğiz. Bu soruların
cevabı henüz yoktur. Siyasiler de çok açıkça, ben mi yaptım
diyebilmektedirler. Sanki iktidar olmak şikayet yeriymiş gibi.
Başbakan ve bakanlar kendi saltanatlarında rahattırlar. Bu
toplum patlamaz diyen bir başbakan gerçek durumuna rağmen
yerinden kalkmak istememektedir. Bu toplum, boşanmaların
artmasıyla, aile kurumlarının çökmesiyle, intiharların
artmasıyla, sokaklarda gasp, soygun vurgun ve rüşvetin
hortlamasıyla zaten patlamıştır da çatlamıştır bile. Sağır
sultanlar bile duymuşlardır da bizim sultanlar bir türlü duymak
istememektedirler.
Yarı mali işlemlerle her yıl
ortalama 10-15 milyar doları nereye harcadığı bilinmeyen bir
ülkede yılda ortalama 15- 20 milyar doları borç ana para ve
faizi ödemek zorunda bırakılan bir ülke, banka batmalarıyla 50
milyar doları birilerinin cebine aktaran bir sistem, bordrolu
kesimin dışındaki kurumlardan doğru dürüst vergi toplayamayan
bir maliye, çok hassas, hatta temelsiz temeller üzerine
oturtulmuş bir borsa, kendini çıkmazda hisseden ve devlete ve
siyasete güveni kalmamış bir toplum güvenceyi dolarizasyonda
bulmuş gibidir. Şu veriler ne kadar çarpıcıdır. 2002 yılı
bütçesi 98 katrilyon lira olarak açıklanmıştır. Bunun ilk etapta
27 katrilyon açık vermesi bekleniyordu. 2001 yılının sonlarında
IMF’nin de baskılarıyla alınan kararlarla GSMH 200 milyar
dolardan 135 milyar dolara çekilmiştir. Ekonomi sürekli olarak
küçülmektedir ama siyaset büyümeden bahsetmektedir. Kriz bitti
çığlıkları yanılgısı sürerken, erken seçim çığlıkları dengelerin
bir defa daha bozulmasına neden olmuştur. Başbakan hala
vurdumduymazlığa devam etmektedir.
Temel Dengelerdeki
Dengesizlikler
2002 yılı
bütçesinin ilk dört aylık verilerine göre, giderler 35.4
katrilyon, gelirler 20.2 katrilyondur. İlk dört ayın bütçe açığı
15.2 katrilyondur. Peşinen kabul edilen 27 katrilyonluk yıllık
açık limitinin ilk dört ayda %60.1’i aşılmış durumdadır. Oysa,
2001 yılının ilk dört ayında bütçe açığı sadece 333 trilyon TL
ile yıllık bütçe açığı hedefinin yalnızca %1’i kadardı. Vergi
gelirleri 15.3 katrilyon, faiz giderleri ise vergi gelirlerinin
%128’i kadar, yani 19.6 katrilyondur. Görüldüğü gibi, toplanan
her 100 liralık vergi gelirine karşılık 28 lira da bütçeden
koyarak 128 lira faiz ödemek durumunda kalınmıştır. Yani, vergi
gelirleri faiz giderlerini dahi karşılayamayacak durumdadır.
2002 yılının ilk dört aylık verileri bize katı gerçeği
yansıtmaktadır. Durum iyi değildir Harcanan her 100 liranın 56
lirası faize, 20 lirası SSK, Bağ-kur ve Emekli sandığına, 12
lirası ise KİT’lere transfer, tarım destekleme, vergi iadesi ve
diğer giderlerden oluşmaktadır.
Bir başka deyişle, 2002 yılının ilk dört ayındaki bazı giderler
ile vergi gelirlerine göre hesap edildiğinde, devlet dakikada
113 milyar lira faiz, 40 milyar lira personal, 21 milyar lira
SSK, Bağ-Kur ve Emekli Sandığına, 4 milyar lira yatırımlara
harcarken, yani toplam 180 milyar lira harcarken, yalnızca 89
milyar lira vergi geliri elde edebilmiştir.
Şüphesiz ki burada devletin
olağanüstü israfçı tutumu ön plana çıkmaktadır. Her kesime
uyguladığı istikrar (daraltıcı politika) programını, devlet bir
türlü kendine uygulayamamaktadır. Ankara saltanatına devam
ederken, toplumun büyük kesimi darboğaz içinde kıvranmaktadır.
Yatırımların, üretimin, istihdamın adı bile anılmamakta,
yalnızca borç servisinin sürdürülebilirliği ile yetinilerek,
bununla da övünülmektedir. Sanayi çökmüştür, sağlık, eğitim,
istihdam bitirilmiştir. Toplumun %80’ninin 18-25 yaş grubunu
oluşturduğu da düşünülürse, bu kadar genç nüfusa istihdam
sağlanamamakta, gençlik deli mayın gibi ne yapacağını bilemez
bir hale gelerek karamsarlığa kapılmakta ve umudunu da yitirecek
bir noktaya doğru hızla itilmektedir.
Stagflasyonist bir ekonomik yapı
hem küçülmekte, hem de durağanlığını korumaktadır.
Hala cevabını bulamadığımız şu
sorular ortada durmaktadır: Ekonomik kriz ile tütün ve şeker
yasalarının ne ilgisi vardır. Ekonomik krize çözüm üreten
kadroların ilk elden çıkarılması şartmış gibi toplumun önüne
konulan bu iki yasanın çıkarılmasının ekonomik krizin
önlenmesinde nasıl bir etkiye sahip olduğu bilinmemektedir. Ülke
buğday ithal eden bir ülke konumuna düşürülürken, bir de şeker
ve tütün ithal eden bir hale mi getirilmek istenmektedir.
İthalat da dövizle olabileceğine göre, hem borç ödeyen, hem de
ithalatı artan bir ülkenin geleceğini nasıl kurtarması
planlanmaktadır. IMF’ye, dolayısıyla da en büyük sermayeye ve
hegemon bir güce sahip olan ABD’nin istediği doğrultuda
gidildiğinde ülkenin geleceği ne olacaktır. Ülkeler öncelikle
kendi çıkarlarını düşünmek zorunda değiller midir. Yönetimin
IMF’ye teslim edilmesi, yalnızca borç para verdiği için mi? Bu
güne kadar yüzlerce ülkede uygulanan IMF politikalarının
ülkeleri ne hale getirdiği bilinmiyor mu? İstikrarlı, kararlı,
ülkenin geleceğini düşünen kadrolar, dış baskılar oluşmadan
içeride bir takım değişiklikleri yapamazlar mı? AB istedi de
yapmak zorunda kaldık, mantığı ne kadar tutarlıdır?. Nereye
gidiyoruz diye sormakta haksız mıyız.
Öte yandan, bu ülkenin önünde plan
yoktur. Planlama 1980’li yıllardan itibaren resmen vardır ancak
fiilen kaldırılmıştır. Serbest piyasa ekonomisi denilirken,
plansız ve programsız, denetimsiz, isteyenin istediği gibi at
koşturduğu bir ekonomi tipi mi anlaşılıyor. Bu piyasanın
içerisinde devlet nerededir? Görevi nelerdir? Büyük bir ülke,
büyük potansiyel güce sahip bir ülke nasıl bu hale getirilir,
anlamak mümkün değildir. ABD’de liberal politikalar ya da piyasa
ekonomisi uygulanmaktadır. Piyasa ekonomisi demek denetimsizlik
demek değildir. Devletin hiçbir şeye karışmaması anlamına
gelmemektedir. Bir yerde yanılıyoruz ama nerede?
Sonuç
Sonuç olarak,
dengeler bozulmuştur. Bu bozuk dengeler üzerine bir de
siyasetteki çatlaklar ve çıkmazlar gündeme oturtulursa, kantarın
topunun kaçacağı günler yakındır demektir.Öncelikle merkezi
hükümet saltanattan vazgeçmelidir. İstikrar tedbirlerini önce
merkezin kendisi uygulamalı ve uymalıdır. Sonra da toplumdan
isteme hakları doğabilmelidir. Siyasi belirsizlik ülkenin
önündeki en önemli sorunlardan biridir. Bir ekonomi yönetimi
için belirsizlikten daha tehlikeli bir şey olamaz. Hala
siyasette ben bilirim mantığı hakimdir. Seçilmişlerle
atanmışların kavgası el altından sürdürülmektedir. Seçilenlerin
kalitesini biliyoruz. Ya atanmışlar olarak nitelenen
bürokrasi... Onun da amacı yetkilerini ve mali imkanlarını en
yüksek noktaya çıkarmaktır. Bu ülkede bir kral yeter. Ama bu
ülkede herkes kral kesilmiştir. Bu ülke bu kadar ağırlığı
taşıyamaz. Yakında başka yönlerden çatlaklar ve patlamalar
ortaya çıkarsa şaşırmamak gerekir.
Veriler bizi istemesek de karamsarlığa itmektedir. Işık, biraz
daha ışık demekte haksız mıyız.
Kaynak:
Doç. Dr. Şevki
ÖZBİLEN - ADÜ. Nazilli İİBF
|