|
Kriz: Nereden
Nereye, Kriz ve Sonrası
(Sempozyum)
Sempozyumun ilk oturumunu açıyorum. Sayın Derviş'in
bir yıllık değerlendirmelerini dinledik. Çok
belirgin bir biçimde, en önemli noktaları vurguladı.
Özellikle, 19 Şubat sonrası dönemde, serbest kur
rejimine geçiş, bütçenin faiz-dışı dengesinde
öngörülen fazlanın sağlanması, kamu bankalarında
yeni yapılanma, banka sisteminin krizde büyük darbe
alan bilançolarının güçlendirilmesi amacıyla atılan
adımlar, kurumsal çerçevenin reformu bağlamında
çıkarılan yeni yasalar, ihracatta gerçekleştirilen
artış ve dış desteğin devamının sağlanması, 2001
yılının en etkin uygulamaları olarak nitelendirildi.
Sayın Bakan, kamu borçlarının yönetilebilir bir
yapıya kavuşturulduğu, serbest kur rejiminin mali
krizlere karşı bir subap işlevini görebileceği ve
ağır bir bunalımın önlendiği yönünde görüşlerini
belirttiler.
Bu
oturumda, akademik birikimleri ve uygulama
deneyimleri çok zengin konuşmacılarımız var. 2001
mali krizini izleyen aylarda yaptığımız
toplantılarda, krizin arka planı, anatomisi ve
tetikleyici unsurları üzerinde bir hayli konuştuk ve
tartıştık. Bugün, kriz sonrası dönemde izlenen
politikaları irdeleyebilecek, farklı yaklaşımların
daha etkin ve geçerli olup olmayacağını
tartışabilecek ve somut öneriler getirebilecek bir
konumdayız. Bu kadar değerli panelistlerimizin
katıldığı bir oturum için uzun bir giriş konuşması
yapmayı gerekli görmüyorum. Ancak, oturuma
başlarken, önemli gördüğüm bir kaç hususu kısaca
vurgulamak isterim.
Türkiye'nin bugün geldiği noktada orta vadeli bir
mali ve ekonomik program uygulamamız gerekiyor.
Oysa, son on yılın deneyimleri, Türkiye’nin orta
süreli bir programı uygulama kapasitesinin çok
sınırlı olduğunu gösteriyor. Ülkenin 10 veya 20
yıllık süreyi kapsayan uzun vadeli perspektifleri
değerlendirilirken aşırı iyimser ve hatta uçuk
projeksiyonlar yapılıyor. Gerçekçi olmayan
beklentiler yaratılıyor. Kısa dönemli politikalar
uygulanırken, koşullar olumlu ise orta ve uzun
vadeli gelişme sürecinin gerektirdiği disiplin ve
tutarlılık gözardı ediliyor. Kontrolumuzda olmayan
koşullar olumsuz ise, moraller bozuluyor, uygulanan
programdan sapmalar oluyor, kolaycılık ön plana
çıkıyor ve gerekli önlemler erteleniyor. Özellikle,
devletin iktisadi işlevleri ve finanse edilebilir
büyüklüğü üzerinde bir konsensüs sağlanamadığı için,
kamuoyunda kutuplaşmalar oluşuyor. İş başında
olanlar, ekonomi köşeye sıkışınca, çözümü
uluslararası destek 10 yıl sağlamakta görüyorlar.
Ancak, dış destek belirli politika yükümlülüklerini
beraberinde getiriyor. Bunlar, siyasetten güçlü bir
biçimde sahiplenilmiyor. Geniş tabanlı bir uzlaşma
zemini oluşturulmuyor. Enflasyon ve borçlanma ile
sorunlar geçiştirilmeye çalışılıyor. Kronik
enflasyon sürecini etkileyen faktörler arasında yer
alan enflasyonist bekleyişlerinin katılığı ve bunun
kamu borçlarının sürdürülebilirliği ile bağlantısı
konularının çok iyi anlaşılmadığı kanısındayım.
2002' den 2004' e kadar uzanan bir dönemi kapsayan
dış destekli bir program yürürlüğe konuldu. 200 i
yılında ekonomi çok zor koşullarla karşılaştı. Uzun
dönemli kalkınma dinamiklerini tekrar
yakalayabilmemiz için, önümüzdeki yıllarda kararlı
bir biçimde kamu borç yükününün azaltılması ve düşük
oranlı bir enflasyona geçişin gerçekleştirilmesi
gerekiyor. Türkiye, sermaye hareketlerinin
serbestleştirildiği ve banka sisteminin kırılgan
olduğu bir ortamda, kamu borç yükünü arttırmanın ve
kronik enflasyonun tehlikelerini gözardı etmenin
sosyal maliyetini ağır bir biçimde ödüyor. 200l
yılının büyük gelir kayıplarının ardından, 2002 ve
sonrasında üretimin tekrar canlanması ile birlikte
enflasyonun indirilmesi yaşamsal önem kazanıyor.
Krizden çıkışı bu boyutları ile tartışabilirsek, bu
oturumun çok yararlı olacağını düşünüyorum.
Merih CELASUN:
Oturumu sonuna kadar sabırla izleyenlere ve
sorularıyla tartışmalarımıza katkıda bulunanlara
teşekkürlerimizi sunuyorum. Panelimizi onurlandıran
tüm konuşmacılara ve özellikle Ankara dışından
gelerek bizi aydınlatan değerli meslektaşlarımıza,
Sempozyumun düzenleyicileri adına şükranlarımızı
ifade ediyorum.
Sayın konuşmacılar önemli gördükleri hususları net
bir biçimde vurguladılar. Ortaya konulan görüşlerin
en uygun sentezini, izleyicilerimizin kendi
zihinlerinde yapacaklarını düşünüyorum. Konuşmaları
sabırla dinleyenlerden biri olarak, oturumu
kapatırken konuyla ilgili bazı gözlem ve görüşlerimi
ben de sunmak istiyorum.
İlk önce, kadirbilirlik anlayışıyla, Sempozyuma
katılan. Sayın Bakan'ın bizlerle paylaştığı
değerlendirmelerin anlamlı bir nitelik taşıdığını
belirtelim. Enflasyonu indirmeyi ve kamu borçlarını
azaltmayı amaçlayan 2000 Programı, para ve kur
politikası açısından riskli bir tasarımdı. Yüksek
kredibilite, tutarlı ve uzlaşmalı bir uygulama
gerektiriyordu. Kasım 2000 krizinden sonra, güven
sarsılmış, mali sistemin riskleri büyümüş ve
şirketlerin faiz yükü artmıştı. Ekonomi
bürokratlarının güven ortamını tekrar oluşturmaya
çalıştığı hassas bir ortamda, 19 Şubat'ta,
Başbakanın devlet yönetiminde 'kriz var"
açıklamalarıyla tetiklenen finansal bunalım, dalgalı
kura geçiş ve TL'nin değer kaybı, mali ve reel
kesimlerin bilançolarında büyük bir hasara yol açtı.
Bilinen nedenlerle, kamu borç yükü beklenmedik
ölçülerde ağırlaştı. Mayıs 2001 Programı
çerçevesinde gerçekleştirilen düzenlemeler ve büyük
ölçekli IMF desteği, kamu iç borcunun
çevrilebilirliği sorununu hafifletti. Ağır bunalımın
kontrol altına alındığına dair görüşlere büyük
ölçüde katılıyorum. Çıkar gruplarının baskılarıyla,
bu kontrol gevşerse, değişik boyutlu yeni
bunalımlarla karşılaşabiliriz.
2001 yılında istihdam ve gelir kayıplarımız çok
büyük. Mali şokların etkisiyle, şirket
bilançolarında öz kaynakların erimesi, şirketlerin
piyasa değerlerinde düşüş, bu kesimlerin
servetlerinin geçici bir süre için de olsa
küçüldüğüne işaret ediyor. Bu olumsuzluklar, özel
yatırım ve tüketim harcamalarında ve sonuç
itibariyle, milli hasılada sert düşüşlerle
sonuçlandı. Bankaların kredilendirme kapasiteleri de
bu gelişmelerden olumsuz etkilendi. Üretimin
finansmanında da zorluklar var.
Ekonomide büyümeye geçiş sürecinde, krizin getirdiği
yorgunluğu ve yılgınlığı Üzerimizden atmak
zorundayız. Bu bağlamda, bazı yalın gerçekleri kabul
ederek, ortak aklımızı kullanmak durumundayız.
Ülkelerarası karşılaştırmalara göre Türkiye,
kentleşmesini tamamlamamış, büyük nüfuslu, ortalama
eğitim düzeyi düşük ve gelir dağılımı düzgün olmayan
orta-gelirli bir ülkedir. Yüksek gelir düzeyine
erişmek için, özgüvenimizi yitirmeden, uzun dönemli
ve çok yönlü bir çaba içine girmemiz gerekiyor
Ekonominin geçmişteki performansının yetersiz
yönleri kadar, bize özgüven sağlayacak ölçülerde
olumlu yönleri de var. 1960'lardan sonra sanayileşme
bir hayli kapsam ve derinlik kazandı. 1980'lerde
dışa açılmanın sağladığı deneyimler önemlidir.
1990'larda, ortalama büyüme hızı düşük kaldı, ama,
belirli alt dönemlerde gerçekleşen yüksek büyüme
hızları, ekonominin büyüme potansiyeli konusunda
olumlu sinyaller verdi. Girişimcilik ve profesyonel
insan gücü kapasiteleri genişledi. Turizmde bir
atılım sağlandı. Eğitimde okullaşma oranları artış
trendine girdi, Orta gelirli sınıf, daha iyi yaşam
standartları ile tanıştı.
Ancak, kronik enflasyon, kamu açıkları ve kurumsal
reformların ertelenmesi, kaynakların verimli
kullanımını engelledi. 1990'larda ithalat talebini
kamçılayan tüketim harcamaları çoğalırken,
yatırımlar ihracata ve teknolojik gücümüzü arttıran
projelere yeterli ölçüde yönlendirilemedi. Konut,
ticari bina ve yazlık yatırımlarında ölçü kaçtı..
Değerli panelistlerimizin de vurguladığı gibi,
iktisadi büyüme, kısa vadeli sermaye hareketlerine
aşırı bağımlı hale geldi. Üretimin sektörel yapısı,
bu eğilimlerden kaynaklanan talebe göre oluştu.
Krizden sonra, özel sektör harcamalarındaki köpük
patlayınca, yurtiçi üretim hızla geriledi. İhracat
ve turizm kapasiteleri daha büyük olsaydı, kriz şoku
daha hafif atlatılabilirdi.
2000'li dönemlerde, kısa vadeli dış kaynak
girişlerine ve kırılgan mali yapılara dayalı
stratejilerden vazgeçmemiz ve ekonominin yapısını
güçlendirmemiz gerekiyor. Kalkınmanın
sürdürülebilmesi için, ekonomik aktörlerin çoğunun
destekleyebileceği ve katılacağı bir oyun planında
karar kılmalıyız. Küreselleşme ortamında, başarılı
bir oyun planının ön koşulu, kanımca, piyasa
ekonomisinin kurumsal çerçevesinin ve devletin
rolünün yeniden tanımlanması ve devlet
harcamalarının, vergi gelirleri ile finanse
edilebilir büyüklüğü üzerinde yeterli bir konsensüs
sağlanmasıdır.
Siyaseten sürdürülebilir vergi yükü ve ekonominin
kaldırabileceği kamu borç yükü konularında görüş
farkları azalabilirse, orta vadeli eylem planları
üzerinde odaklanma mümkün olur.
Siyaset bu çerçevede şekillenir, makul seçenekler
arasında tercihler yapılır ve kalkınma yolunda daha
hızlı hareket edilir.
Diğer bir anlatımla, Türkiye, dış ve iç koşulları
dikkate alarak, kendisine uygun çağdaş bir
kapitalizmin tanımını yapmak ve hayata geçirmek
zorundadır. Toplam katma değerin büyük bir payının
özel mülkiyet ağırlıklı üretim birimleri tarafından
gerçekleştirildiği ve tüketici, yatırımcı
davranışlarının ağırlık kazandığı bir ortamda, bu
temel konudaki belirsizliklerin giderilmesi kritik
önem taşıyor. Ekonomi köşeye sıkışınca, IMF ve Dünya
Bankasının yönlendirmeleri doğrultusunda, bu konuda
bir takım düzenlemeler yapıyor ve Avrupa Birliği
müktesebatına uyum için programlar hazırlıyoruz. Bu
çalışmaların siyaseten yeterli ölçüde
sahiplenilmemesi, bir bütünlük içinde yürütülmemesi,
önceliklerinin iyi belirlenmemesi ve kamuoyunda
tartışılmaması büyük bir eksikliktir. Bu nedenle,
sonuçlar umulduğu kadar etkili olmayabilir.
İkinci Dünya savaşından sonra, sanayileşmiş
ülkelerin kapitalizminde değişik modellerin ortaya
çıktığını biliyoruz. Anglo-Sakson kapitalizmi, kıta
Avrupası kapitalizmi, Japonya kapitalizmi farklı
kültürlerden kaynaklandığı için, kurumsal
yapılanmaları, emek-sermaye ilişkileri, devletin
işlevleri ve sosyal sorumlulukları farklılık
gösteriyor.
Küreselleşme süreci, kapitalizmin evrimine yeni
boyutlar kazandırdı. Uluslararası ticaretin ve
finansın serbestleşme eğilimleri, piyasa
ekonomisine işlerlik kazandıracak reformları
gündeme getirdi. '1990'ların deneyimlerinden sonra,
makroekonomik istikrar içinde çalışan rekabetçi
piyasa düzeninin, iktisadi büyüme için yeterli olup
olmayacağı sorgulanıyor. Türkiye gibi orta gelirli
ülkelerde, devletin düzenleyici rolü dışında
üst1enmesi gereken işlevler ve kamusal malların
üretimi, insani kalkınma, sosyal altyapı ve
teknolojik gelişme bağlamlarında tartışılıyor. Bu
konulara geçmiş yıllarda ilgi duyulsaydı, bütçe ve
harcama reformuna öncelik verilir ve tamamlanmış
olurdu.
2002' de programlanan sıkı maliye politikasının ve
faiz-dışı fazla hedefinin, büyümeye geçişi
zorlaştıracağı yönündeki kaygıları paylaşıyorum.
Ancak, bu hedefin çok altında kalınması, kamu
borcunun maliyetini yükseltebilir. Yeniden büyümeye
geçerken, ekonominin genelinde ve özellikle
otomotiv ve dayanıklı .tüketim malı sektörlerinde
atıl kalan üretim kapasitelerinin ihracata
yönlendirilmesi büyük önem taşıyor. 1995-2000
döneminde özel tüketim harcamalarındaki reel
büyümenin yaklaşık yüzde 60'ını otomotiv ürünleri
dahil dayanıklı tüketim malları satışlarındaki artış
oluşturdu. Bu sabah ODTÜ'ye gelirken trafikte 8-10
yıllık otomobil göremedim. Kampusta oto park yerleri
de doluydu. Dayanıklı tüketim mallarının talep
yapısı diğer tüketim talebinden farklıdır. Bu mallar
tüketiciye uzun bir süre hizmet verir ve her yıl
yenilenmesi gerekmez. Yurtiçi harcamaların azaldığı
dönemlerde, atıl kapasiteli sektörler dışsatıma
yönlendirilmeli, ürün tasarımı ve kalitesi
geliştirilmelidir.
Bankaların öz kaynaklarının arttırılması, kredi
hacminin büyümesini ve üretimin finansmanını
kolaylaştıracaktır. Orta ve uzun vadeli dış sermaye
girişleri ve doğrudan yatırımlar çoğalabilirse,
büyümeye geçiş hızlanır. Zor bir program
uygulanıyor. Yeni krizlerle ve olumsuz dış şoklarla
karşılaşmadan, ekonominin sağlığa kavuşması
hepimizin dileğidir.
Teşekkürlerimi sunuyor ve oturumu kapatıyorum.
Kaynak: Merih Celasun
|