Küreselleşen Dünyada Türkiye
21. yüzyıla çok yaklaştığımız bugünlerde baş
döndürücü hızda yaşadığımız teknolojik değişiklik
bize enformasyon çağı, bilgi toplumu, globalleşme
gibi kavranılan hediye etmiş bulunuyor.
Bu kavramlarla birlikte dünyamız ekonomik, siyasal
ve kültürel anlamda bir küreselleşmeye doğru
gidiyor.
İki kutuplu dünya düzeni, Sovyetler Birliği'nin
çökmesiyle son bulunca, batılı değerlerin rakipsiz
kaldığı hepimizin bildiği bir gerçek. Artık
demirperde ülkeleri yok. Demokratikleşme, hukuk
devleti, insan hakları, pazar ekonomisi gibi
kavramlar dünyanın hemen her ülkesinde ortak
değerler olarak gündemde. GATT Uruguay Turu
görüşmeleri sonucu ortaya çıkan dünya ticaretinin
liberalleşmesi fikri mal ve hizmet piyasalarının
(özellikle sanayileşmiş ülkelerde), milli sınırları
aşmasından doğmuştur. Sanayileşmiş ülkeler, 1980'den
sonra belirginleşmeye başlayan dünya ticaretindeki
durgunluğa çare olarak sundukları dünya ticaretinin
çok yönlü liberalleşmesini artık Dünya Ticaret
Örgütü'yle yönlendirilecektir.
Öte yandan bölgesel entegrasyonlar da hızlı bir
gelişme göstermektedir. Çok yakından bildiğimiz, AB,
ve EFTA dışında: Brunei, Endonezya, Malezya,
Filipinler, Singapur, Tayland'ın üyesi olduğu AFTA,
ABD'nin başı çektiği Kanada ve Meksika'nın da üye
olduğu NAFTA: Arjantin, Brezilya, Uruguay ve
Paraguay'ın oluşturduğu MERCOSUR ve son olarak
içinde AFTA ve NAFTA'ya üye ülkelerin tamamının
yeraldığı Japonya, Güney Kore, Çin, Hong Kong,
Tayvan ve Papua Yeni Gine'nin bulunduğu APEC,
bölgesel bütünleşme hareketlerinin başlıcalarını
oluşturmaktadırlar.
Ülkeler arasındaki mevcut gümrükler kalkıp bölgeler
arasında devam edecek, dolayısıyla bölgesel
bütünleşmeler küreselleşme sürecini
hızlandıracaktır. Bu gerçeklere göre hareket eden
ülkeler ya bölgelerindeki birliklere girmeye
çalışıyor ya da, eğer bölgelerinde bir birlik yoksa
böyle bir oluşuma yönelik politikalar yürütüyorlar.
1980'li yıllardan itibaren Türkiye'de serbest
rekabete dayalı pazar ekonomisine geçiş yönünde
önemli adımlar atılmıştır. Bu bağlamda, TL'nin
konvertibilitesi, faiz, kur, dış ticaret ve sermaye
hareketlerinin libere edilmesini kolaylaştıracak
politikalar uygulanmıştır.
Küreselleşme olgusu çerçevesinde dışa açılan,
Türkiye,' bölgesel bütünleşme ve işbirliği
hareketleri içinde de yer almıştır. İslam
Konferansı Teşkilatı, İSEDAK'ta önemli roller
üstlenen Türkiye, Karadeniz Ekonomik İşbirliği'nin
de kurulmasına önayak olmuştur. Öte yandan, Türkiye
hem GATT Uruguay Turu sonuçlarını uygulamaya
geçirmiş, hem de AB'ye tam üyelik müracaatı
yapmıştır.
AT ile Türkiye arasında kurulacak gümrük birliğinin
hukuki zeminini 12 Eylül 1963 tarihinde imzalanan
ve 1 Aralık 1964 tarihinde yürürlüğe giren Ankara
Anlaşması ve yine 23 Kasım 1970'de imzalanıp 10 Ocak
1973 tarihinde yürürlüğe giren Katma Protokol
oluşturmaktadır.
6 Mart 1995'te ise 1/95 sayılı Ortaklık Konseyi
Kararı ile Türkiye ile AT arasında sadece sanayi
ürünlerini içeren bir gümrük birliğinin hayata
geçirilmesi noktasına gelinmiştir. Bu karara göre
Türkiye ile AT arasında 31 Aralık 1995 tarihi
itibariyle sanayi ürünlerini içeren gümrük birliği
işlemeye başlayacaktır.
AT, gümrük birliğinin bu tarihte başlayabilmesi için
bir takım vecibeleri Türkiye'ye yüklemiştir, yani
gümrük birliğinin gerçekleşmesi bir takım şartlara
bağlıdır. 31 Aralık 1995 tarihinde gümrük birliğinin
tam olarak başlayabilmesi için, Türkiye gümrükler ve
dış ticaret mevzuatını AT mevzuatına uyumlaştırma
çalışmalarına hız verecek, rekabet hukuku, fikri-smai
haklar, insan hakları ve demokrasi alanında
mevzuatını AT hukuk düzenine yaklaştıracaktır.
Esasen Yeni bir Avrupa için Paris Şartı'nı
imzalamakla Türkiye, bütün bu. değişiklikleri de
kapsayan genel doğrultuda hareket etme
kararlılığını beyan etmiştir. Böylece siyasi ve
ekonomik liberalizm aynı zamanda uluslarüstü hukuk
yükümlülüğü haline gelmiştir.
Ancak, 6 Mart tarihli Ortaklık Konseyi'nde ele alman
bütün kararların AT tarafından uygulamaya konması
için Avrupa Parlamentosu tarafından Ekim ayında
onaylanması gerekmektedir.
Oysa Ankara Anlaşması böyle bir şartı gündeme
getirmiyordu. 1992 yılında imzalanan Maastricht
antlaşması Avrupa Parlamentosunun yetkilerini
artırmıştır. Türkiye ile gerçekleşecek GB'nin de
onayını isteme hakkını Avrupa Parlamentosu bu
anlaşmadan almaktadır. Buna karşın Türkiye kendi
parlamentosunu ve milletini devre dışı bırakmıştır.
Oysa yapılması gereken GB'nin parlamentoda ve
kamuoyu nezdinde yeniden tartışılması ve onaylanması
idi. Bu tavrın arkasında "ne pahasına olursa olsun
biz Avrupalı olacağız" anlayışı varsa bu ülkemiz
geleceği ve çıkarları açısından uygun değildir.
Bizim ihtiyacımız kamuoyu önünde bütün açıklığı ile
tartışılmış Türkiye'nin siyasal ve ekonomik
menfaatlerine ilişkin karar mekanizmalarında eşit
şartlarda temsile dayanan bir birlikteliktir, yoksa
Avrupa'nın dışında kalmak değildir.
Çünkü, yanıbaşımızdaki 375 milyonluk sanayileşme
sürecini tamamlamış fert başına düşen milli geliri
15000 $ ortalamasında olan bir yapıdan uzak durmak
ekonomik çıkarlarımıza aykırı olduğu gibi siyasal
anlamda dünyanın yeni çekim merkezi olan
AVRASYA'nın oluşumu da Türkiye'ye bu noktada önemli
imkanlar sunmaktadır.
Avrasya hem Asya hem de Avrupa'dır. Türkiye'nin de
kökenleri Asya'da, gözü Avrupada'dır. Türkiye her
iki kıtanın özelliklerini taşımasının yanında
coğrafi olarak da tam ortasında bulunduğu bu bölgede
tarihi fırsatlar elde etmiştir.
Gönüllü kuruluşlar sanayiciler ve işadamlarının
devlet önderliğinde bölgeye maddi ve manevi
yatırımlarını sürdür-meleriyle tarihi fırsatlar iyi
değerlendirilmiş olacaktır. Bu kapsamda Rahmetli
Cumhurbaşkanımız Turgut Özal'la başlayan bölgeye
yönelik devlet politikalarının bugünkü
Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirelle sürdürülmesi
şüphesiz çok sevindiricidir. Cumhurbaşkanımız
Süleyman Demirel'in deyişiyle "Yeni Avrasya
dağılmışlığın coğrafyasında, ekonomik ve siyasi
ilişkilerle tarih, kültür ve kardeşliğin
buluşmasıdır".
18. yüzyılda Ada Ülkesi dünyanın siyasal ve ekonomik
anlamda çekim merkezi idi. 19. yüzyıla girdiğimizde
Fransız İhtilali her etnik gruba kendi ulus
devletini kurma yolunu açarken, ABD ulus devlet
anlayışının üstüne çıkmış siyasi ve ekonomik olarak
dünyanın çekim merkezi olmaya başlamıştı. Avrupa
ise 1940'lı yıllarda İkinci Dünya Savaşı'nm acı
sonuçlarını bir daha yaşamamak ve bir Avrupa
Devleti kurabilmek amacı ile start aldı. Ama
Almanya'nın savunması ABD'nin kontrolünde kaldı,
Varşova Paktı karşısında Avrupa ABD ile ayakta
durabiliyordu. 1948'teki-Avrupa Hareketi uluslarüstü
bir AVRUPA FEDERASYONU hayal ediyordu. Bugün 1992
Maastricht Antlaşması ile Avrupa Birliği doğmuş ve
halen üyesi olan 15 devlet ekonomik entegrasyon
yanında siyasi, savunma ve para birliğini
gerçekleştirmeyi en geç 1999'da hedeflemektedir.
Avrupa bir yandan bu birliği oluşturmak isterken öte
taraftan çok ciddi çıkmazları yaşamakta. Dünya
dengelerinde İngiltere ABD partnerliği, Almanya'yı
rahatsız etmekte, Almanya'nın ise Hitler'le
yapamadıklarım DM ile yapacağı tedirginliği
özellikle Fransa ve İngiltereyi ürkütmektedir. Ve
öte taraftan 21. yüzyılın merkezi olacağı varsayılan
Uzakdoğu coğrafyası ekonomik olarak üretkenlik,
çalışkanlık ve verimlilik ile bir anda dünyanın
merkezine oturmalarına rağmen siyasi ve askeri
güçlerinin olmayışı dünya dengelerinde tek başına
hareket etme kabiliyetlerini sınırlandırıyor. Vabu
sıkıntıdır ki APEC'i (NAFTA, AFTA, Japonya, Çin,
Hong-Kong) ortaya çıkarmıştır. Ancak 21. yüzyılda, %
8,5 'luk büyüme hızı, 1.5 milyara yakın nüfus ve
silah gücü ile Güneydoğu Asya'da sessiz duran ÇİN
geleceğin dünyasında çok yönlü olarak var olacaktır.
Çin'de üretim ekonomisi, ücretlerdeki reel artış ve
fert başına düşen milli gelirin artması ile tüketim
ekonomisine dönüşürse dünyadaki taşlar yerinden
oynayacaktır.
1948'den bu yana Ortadoğu'nun problem devleti olan
İSRAİL geleneksel saldırgan politikalarını terkedip
BARIŞ'a dayalı süreci yaşamak istiyor. Toprağa
dayalı genişleme stratejisi yerini ekonomik
güçlenme anlayışına terketmiş gözüküyor ve ABD'nin
ve ABD'deki YAHUDİ LOBİ'sinin vesayetinden kurtulup
bölge devletlerinden yeni BÖLGESEL GÜÇ oluşturmayı
öne çıkarıyor. Ve bu anlamda Türkiye'ye yeni misyon
biçiyor. Bu biçilen misyon yakınlığa dayalı,
Ortadoğu Akdeniz havzasını da içine alan BÖLGESEL
GÜÇ olalım anlayışı. Fakat bu yakınlık ABD'yi
rahatsız etmiyor da değil. Türkiye'nin geleneksel
İSRAİL politikası da sanki rafa kaldırılmış
gözüküyor.
Ortadoğu ise hala ayaklarının üzerinde duramamanm
acılarını yaşıyor. Feodalizm egemenliğini
sürdürürken eğitimin olmayışı, devlet
yönetimlerinin istikrarsızlığı ve insana saygıyı
esas almayan despot rejimlerin varlığı Ortadoğu
üzerindeki oyun oynayanların işlerini
kolaylaştırmakta. Son örnek IRAK'ta Saddam'ın
yerine parlamento düşünülmemekte onun gibi bir
despot alternatifi aranılmakta, Suud'da Krallığın
yerine demokrasi değil daha iyi bir kral
hedeflenmekte. Çünkü dünyanın sanayi ve ekonomi
devlerinin beslenme yeri Ortadoğu. Petrol silahını
kullanmasını bilenler iş başında olmamalıdır. Ne
acıdır ki Ortadoğu ülkeleri Türkiye'ye her zaman
çekinceli hareket etmektedir.
1989'da Berlin duvarı yıkıldığında Sovyetlerin
dişlerinin söküldüğü zannedilmişti. Tarih bu
düşünceyi pek doğrulamadı. Yeni Dünya Bosna'da
Çeçenistan'da Azarbeycan'da ve Irak'ta yok oldu. Ama
yeni dünya düzeni Rusya ile barışık yaşamak istiyor.
ABD Avrupa'yı, ÇİN'İ ve TÜRKİYE'yi Rusya ile
barışık yaşatarak bölgeyi kontrol yolunu
kullanmakta. Rusya ise sıcak denizlerden Avrupa'dan
ve Ortadoğu'dan vazgeçmediğini göstermektedir.
Türkiye gerek Ortadoğu'da, gerekse Avrupa'da ve Türk
Cumhuriyetleri'nde Rusya ile ay-.nı zemini
paylaşmaktadır. Türk Cumhuriyetlerine yönelik
politikalarımızda duygusallıktan uzak, uzun vadeli,
siyasal ve ekonomik anlamda tam bağımsızlıklarını
kazandıracak politikalara yönelmelidir.
Batıya doğru yürürken Türkiye, medeniyet
birlikteliği olduğu evinin ön bahçesini hiçbir
şekilde unutmamalı, 21. yüzyıla yönelik hazırlıkları
birlikte gerçekleştirmelidir.
Orta Asya'dan Batıya doğru ilerlemek 1071'de
Anadolu'nun fethi ile başlamış 1299'da Cihanşümul
bir devletin temelleri atılmış, 1453'te İstanbul'un
Fethi ile devam eden yürüyüşümüz 1689'da Viyana'da
durmuştur. Ama Batıya doğru yürümek hiç aklımızdan
çıkmamıştır. Bu yürüyüşümüz ekonomik anlamda devam
etmektedir. İhracat ve İthalatımızın % 50Tik kısmı
AT ile gerçekleşmekte. Yaklaşık 5 milyon nüfus
Avrupa'nın değişik noktalarında işçiliği terkedip
üreten ve istihdamı sağlayan sanayici ve işverene
dönüşmüştür.
Şimdi kavşak noktasında bir Türkiye var.
Bu Türkiye tüm dengeleri kendi çıkarları
doğrultusunda kullanabilecek tarihi misyon ve
geleneğe sahiptir. Bir yandan ulusüstü devlet olmayı
deneyen Avrupa, merkezindeki etnik soykırım
karşısında aciz iken, ABD Kuveyt'teki petrol
çıkarları için Irak'ı bombalarken, Yeni Dünya
Düzeni'nin "insan
hakları" ve "demokrasi" ilkelerini hiç akıllarına
getirmiyor-lardı. Biz yirmi milyon kilometre karelik
bir alanda enformasyon ve iletişim imkanları
olmadığı halde farklı dil, renk ve dindeki insanları
"Osmanlı Kimliği" altında buluşturmuş bir geçmişe
sahibiz. İşte bu misyondur bizi geleceğe taşıyacak
olan. Kavşak noktasındaki Türkiye, Avrupa'nın içinde
yok olmayacak kadar büyük, kültürel yapı olarak
erimeyecek ve eritebilecek kadar zengin bir
geleneğe sahiptir.
Önce evimizi 21. yüzyıla hazır hale getirmeliyiz.
Adriyatik'ten Çin Şeddi'ne doğal hinterlandımızı
duygusal olarak hissedip, telaffuz etmek kadar,
Bilgi Çağıran gereklerini yerine getirecek Sanayi,
teknoloji ve Eğitim donanımına sahip olmak
durumundayız.
Tek boyutlu denge politikaları yerine çok boyutlu
dış politika kuralı daha yoğun bir şekilde hayata
geçirilmek zorundadır. Dolayısıyla; yalnızca
Avrupa'ya endekslenmiş bir politika yerine ABD,
Rusya ve Uzakdoğu realitelerini de kuşatan,
geleceğini köklerinde arayan TÜRKİYE geçmişte olduğu
gibi gelecekte de "insan haklarının", "özgürlüğün"
ve "adaletin" teminatı olacaktır.
|