|
Küreselleşen Krizler ve Türkiye
Giriş
Sosyal bir olay şeklinde gerçekleşen ekonomik
faaliyetlerin mahiyeti ve muhtevası, bu olayların
meydana geldiği zaman ve ortama göre değişim
göstermektedir. Sosyal olayların dinamik karakterine
bağlı olarak tarihi seyri içinde ekonomik
faaliyetlerin gösterdiği değişim, çeşitli iktisat
teorilerinin ve iktisadi düşünce akımlarının
varlığını ortaya çıkarmıştır.
Temel değişim noktaları ile ele alınıp izah edilmeye
çalışılan bu teori ve düşünce akımları iktisat
tarihi içinde başlıca,
1-
Skolastik düşünce akımlarının egemen olduğu dönem
2- Merkantilist iktisadi düşünce akımlarının egemen
olduğu dönem,
3- Fizyokratik düşünce akımlarının egemen olduğu
dönem,
4- Liberal ve kollektivist düşünce akımlarının (veya
klasik iktisadi düşüncenin) egemen olduğu dönemlere
ayrılabilir.
5- Liberal düşünce akımları da tarihi seyri içinde
ve sosyal olayların gösterdiği mahiyet değişimine
bağlı olarak günümüze doğru ayrıca, a) Klasik
iktisadi düşünce, b) Neo-klasik iktisadi düşünce, c)
Keynezyen iktisadi düşünce, d) Post-keynezyen
iktisadi düşünce ve e) Post-modern iktisadi düşünce
akımları şeklinde bir alt ayrıma da tabi
tutulabilmektedir.
Aynı şekilde kollektivist düşünce akımları da,
tarihi seyri içinde çeşitli sosyalist düşünce
akımları şeklinde alt ayrıma tabi
tutulabilmektedir.
Bu
düşünce akımlarının tarihi seyri içinde bu şekilde
değişik mahiyet ve kapsamda ortaya çıkmasının
temelinde, sosyal olayları meydana getiren insanın
sınırsız ihtiyaç özelliği göstermesi; buna karşılık
bu sınırsız ihtiyaçlarını karşılamada kullandığı
kaynakların yeryüzünde sınırlı bir şekilde
yaratılmış olması yatmaktadır. Yeryüzünde ilk günden
bugüne sayıca sürekli bir artış gösteren insanın,
aynı yeryüzünü ve buradaki sınırlı kaynakları
giderek daha çok sayı ile paylaşmak zorunda kalması,
yani ekonomik faaliyetlerin bu değişen muhteva
içinde gerçekleştirilmesi, ekonomik faaliyetlerin
oluşumunu teorik ve uygulamalı yönleri ile ele alıp
izah eden değişik varsayım, ilke ve kuralların
tespit ve ifade edilmesine imkan vermiştir.
Nitekim bu gelişme doğrultusunda, yıllarca liberal
doktrine bağlı olarak kendini gösteren klasik
iktisadi düşünce ve klasik ekonomik sistem kendi
kanun ilke ve kuralları içinde ele alınmış ve
uygulama alanı bulmuştur. Ancak zaman içinde sosyal
olayların dinamizmine bağlı olarak temel
varsayımları ve dolayısıyla ilke ve esasları
ortadan kalkan bu düşünce akımı iflas ederek onun
yerine Keynezyen düşünce akımı veya modern ekonomi
teorisi kabul görmeye başlamıştır. Özellikle
1929-30 Genel Ekonomik Krizi'nin de yaş anması ile
geçerliğini kaybeden klasik düşünce akımı yerine
geliştirilen Keynezyen düşünce akımında, ortaya
çıkan temel ekonomik ve sosyal sorunların çözümü
için devlete önemli görev ve fonksiyonlar
verilmiştir. Esas itibariyle ekonomik ve sosyal
refah devleti kabulüne bağlı olarak verilen bu
görevler ana başlıkları ile istikrar, kalkınma,
gelir ve kaynak dağılımı şeklinde toplanabilir.
Gelinen noktada ayrıca bilim ve teknoloji alanında
kendini gösteren baş döndürücü gelişmeler sonucu,
dünya üzerindeki ülkelerin gelişmişlik
farklılıkları itibariyle birbirlerinden tamamen
kopmaları ile uluslararası ekonomik, sosyal ve
siyasi münasebetlerde büyük kopukluk, dengesizlik
ve huzursuzluklar kendini gösterdiğinden yeni
yaklaşım içinde bu sorunlara da çözüm aranması
gerekli olmuştur. Bu anlayışa bağlı olarak
1970'lere kadar ekonomik ve sosyal faaliyetlerde
büyük ölçüde Keynezyen anlayış hakim olmuş; ancak
bu sıralarda yavaş yavaş kendini göstermeye başlayan
ve devletin aşırı ve hantal büyümesinden doğan
istikrarsızlık ve uyumsuzluk kaynaklı sorunlar, bu
düşünce akımının da ciddi biçimde sorgulanmasını
gerekli kılmış ve bu süreçte değişik bakış
açılarıyla oluşturulan yeni istikrar yaklaşımları
ortaya çıkmıştır. Yeni monetarist yaklaşım,
rasyonel beklentiler yaklaşımı, arz yönlü iktisat
yaklaşımı, yapısalcı yaklaşım ve kamu tercihi ve
anayasal iktisat yaklaşımı bu konuda ilk akla gelen
yaklaşımlardır.
Aynı süreçte kollektivist doktrine bağlı olarak
ortaya atılan ve geliştirilen sosyalist iktisadi
düşünce ve ekonomik sistem anlayışı da belirli bir
süre gerek düşünce planında gerekse Dünya'nın
belirli bölgelerindeki uygulamalarıyla kendini
kabul ettirmiş; ancak doktrinin temel zaafları
sebebiyle özellikle uygulamada ortaya çıkardığı
sorunlar nedeniyle 1980'lere gelindiğinde iflas
etmiştir. 1980'lerin sonlarında bu sistemin uygulama
alanını teşkil eden Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri
Birliği dağılmış ve bu dağılan bölgedeki ülkelerde
piyasa ekonomisine geçiş süreci başlatılmıştır.
Geçiş ekonomileri olarak nitelendirilen bu ülkelerin
piyasa ekonomisine geçiş sürecindeki konumları ve
yaşadıkları sorunları esas alan ve münhasıran geçiş
ekonomilerine tahsis edilen önemli çalışmalar
yapılmaya başlanmıştır.
Bilim ve teknolojide alanında meydana gelen
değişmelerin gittikçe artan bir hızda devam etmesi
ile sosyal olayların ve onun temelini teşkil eden
ekonomik faaliyetlerin mahiyet ve muhtevasında çok
önemli değişiklikler olmuş ve önce kendini bir
ölçüde hissettirmeye başlayan "küreselleşme veya
globalleşme" olgusu belli bir süre sonra bütün
sosyal Ve ekonomik olaylarda yönlendirici duruma
gelmiştir. Esasen bu gelişmenin zorlaması ile yakın
yıllarda ciddi ekonomik, sosyal, mali Ve siyasi
bütünleşme hareketleri hız kazanmış Ve zaman içinde
kendini yenileyerek devam etmiştir. Denilebilir ki
günümüze damgasını vuran en önemli gelişme
"küreselleşme" olgusudur. Artık her bir faaliyetin
ve hareketin oluşumunda konuyu küreselleşme boyutu
ile değerlendirmek zorunluğu vardır.
Küreselleşme Hareketi ve Küresel Krizler
Sosyal olayların dinamik karakterini ifade için
ortaya atılan, "fen bilimlerinde kendini gösteren
miktar-aksiyon işleyişinin sosyal olaylarda da
meydana geldiği" görüşü zaman içinde doğrulanmıştır.
Gerçekten, fen bilimleri sahasında nasıl herhangi
bir olayın etkisi veya aksiyonu, o olayı meydana
getiren unsurun miktarı, hacmi, kapsamı veya
büyüklüğü ile doğru orantılı olarak ortaya
çıkıyorsa; sosyal bilimler sahasında meydana gelen
her hangi bir olayda da, o olayın sosyal bünyede
meydana getirdiği etki, olayı meydana getiren
değişkenin miktarı, hacmi ve büyüklüğü ile doğrudan
ilgilidir. Esasen bu ilişkiye bağlı olarak, klasik
iktisadi düşüncenin temel varsayım ve kabulleri
doğrultusunda devlete verilen asli fonksiyonlar,
devletin güvenlik, asayiş, adalet ve diplomasi
hizmetlerinden sorumlu olmasıdır. Bu temel
fonksiyonları nedeniyle, klasik iktisadi düşüncenin
egemen olduğu dönemlerde devletin ekonomik ve
sosyal fonksiyonları ihmal edilmiş, başka bir ifade
ile bu mahiyetteki sosyal olaylar kamusal boyut
için de bir sorun olarak mütalaa edilecek
büyüklükte görülmemiş ve bu sorunlara kamusal hizmet
Çözümü ile yaklaşılmamıştır. Ancak zamanla, sosyal
olayların dinamik gelişim seyri, klasik iktisadi
düşüncenin temel varsayım ve kurallarının
etkinliğini kaybetmesine; serbest piyasa ekonomisi
işleyişinin yerini neredeyse bütünüyle aksak rekabet piyasasına terk eder hale
gelmesine yol açmıştır. Bu mahiyette kendini
gösteren sosyal olaylar ve dolayısıyla ekonomik ve
sosyal sorunlar karşısında devlete yeni görev ve
fonksiyonlar yüklenmiştir.
Zaman içinde bilim ve teknoloji alanın da meydana
gelen baş döndürücü gelişmelerin de etkisiyle,
sosyal olayların mahiyetindeki değişmeler, giderek
daha değişik boyutlarda ve karmaşık ilişkiler
içinde kendini göstermeye başlamıştır. Böylece,
sosyal olayların zaman içinde daha büyük boyutlarda,
daha yoğun ve daha karmaşık ilişkiler içinde meydana
gelmesi, miktar aksiyon işleyişinin de etkisiyle,
her yeni dönemde her bir sosyal olayın daha güçlü ve
daha değişik boyutlarda yeni aksiyonlar meydana
getirmesine neden olmuştur. Sosyal olaylara bu
gelişme doğrultusunda bakıldığında özellikle
yirminci yüzyılda ekonomik, mali, sosyal ve siyasi
alanda yaşanan değişme ve gelişmeler daha tutarlı
ve anlamlı açıklamalara kavuşmaktadır.
Nitekim, Birinci Dünya Savaşı, 1930 Genel Ekonomik
Krizi ve 2. Dünya Savaşı gibi temel değişim ve
dönüşümlere sebep olan olaylar sonrasında ekonomik,
mali, sosyal ve siyasi alanda ulusal ve uluslararası
seviyede kendini gösteren gelişmeler çok dikkate
değer boyutlar kazanmıştır. İkinci Dünya Savaşı
sonrasında Dünya haritası yeniden çizilmiş; ABD
etrafında oluşturulan Batı Bloku ile Rusya
etrafında oluşturan Doğu Bloku yeni dünyayı iki
kutuplu güçlerin çatışma alanı haline getirmiştir.
Ayrıca, daha önceki sömürge düzenlerinin çarpıcı
bir sonucu olarak, yirminci yüzyılın başlarında
dünya ülkelerinin çok önemli bölümü gelişmişlik
ölçülerine göre geri kalmış veya az gelişmiş ülke
statüsü gösterir konuma gelmişlerdir. Dünya
ülkelerinin yeni konum ve statüleri bu dönemde
ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasi alanda ulusal
ve uluslararası seviyede yeni ilişkilerin
geliştirilmesine sebep olmuş; böylece bu dönemde
yeni bir anlayışla bölgesel ve küresel birleşme ve
bütünleşme ifade eden örgütler teşkil edilmiştir.
Birleşmiş Milletler Teşkilatı, GATI, NATO, Varşova
Faktı, OECD, COMECON, AET, IMF, Dünya Bankası,
Avrupa Yatırım Bankası ve serbest ticaret bölgeleri
bu dönemin belli başlı bölgesel ve küresel birleşme
ve bütünleşme hareketleridir.
Bu
tür birleşme ve bütünleşme hareketleri yanında bu
dönem, yukarıda da ifade edildiği gibi,
kutuplaşmaların ve özellikle soğuk savaşların hız
ve yoğunluk kazandığı bir dönem olmuştur. Bilim ve
teknoloji alanında kendini gösteren gelişmelerin çok
büyük bir hız ve yoğunluk kazandığı bu dönemde bu
gelişmelerin de etkisiyle ülkeler ulusal ve
uluslararası seviyede birbirlerinden önemli ölçüde
kopuk ve çatışmalı hale gelmişlerdir.
Bir yandan bu tür gelişmeler meydana gelirken bir
yandan da sosyal olayların dinamik gelişme seyri
hükmünü İcra etmeye devam etmiş ve özellikle
teknolojik gelişmelerin ulaştırma ve iletişim
alanında getirdiği yeni imkanlar içinde ekonomik,
kültürel, sosyal ve siyasi oluşum, ilişki ve
faaliyetler yeni boyutlar kazanmaya başlamıştır.
Böylece, önceki yıllarda kendini yavaş yavaş
hissetirmeye başlayan küreselleşme, önce kavram
olarak algılanmaya ve anlaşılmaya başlanmış sonra
da yeni bir döneme damgasını vurmaya hazır hale
gelmiştir. Gerçekten bilim ve teknolojinin sunduğu
en son imkanlar içinde ekonomik ve sosyal
faaliyetlerin kazandığı yeni muhteva önceki
yıllarla kıyaslanamayacak duruma gelmiştir.
Özellikle ulaştırma, haberleşme ve iletişim
alanındaki yeni imkanlar ekonomik, sosyal, siyasi,
kültürel, turistik, ticari ve mali faaliyetlerde
dünyayı bir köy durumuna getirmiş; diğer bir
deyişle, olayların algılanması ve oluşumu artık
küresel boyut içinde kendini göstermeye başlamıştır.
Bütün bu gelişmelerin çağa damgasını vuran yönü,
insanların artık teknik ve sosyal olaylar yönüyle
"bilgi toplumu" haline gelmiş olmalarıdır. Bu
ortamda en çok bilgiye en çabuk ulaşıp onu
ekonominin ve teknolojinin emrine verenler diğerleri
karşısında çok önemli bir avantaja sahip
olabilmektedirler. Bugünün gelişmiş toplumlarının
diğerleri karşısında bu avantajlarını nasıl
kullandıkları sayısız çarpıcı örneklerle
gösterilebilir.
Buraya kadar yapılan açıklamalar ve verilen
örnekler, küreselleşmeye ve bilgi toplumuna doğru
nasıl adım adım gelindiğini bize açıkça
göstermektedir. Küreselleşmenin diğer bütün yönleri
yanında önemli bir yönüde, ülkeler ve bölgeler
arasında meydana gelen ekonomik, ticari, mali ve
siyasi ilişkilerde istikrarın yeni bir mahiyet ve
boyut kazanmış olmasıdır. Gerçekten, nispeten kapalı
veya belli sınırlar içinde gerçekleşen faaliyetlerde
konjonktürel hareketler de sınırlı kalmakta iken;
hemen hemen her alanda sınırların kalktığı
küreselleşme hareketi içinde herhangi konjoktürel
hareket veya dalgalanmayı ve onun etkilerini belirli
sınırlar içinde tutmak mümkün alamamaktadır. Son
yıllarda kendini gösteren belli başlı konjonktürel
hareketlerin veya ekonomik krizlerin etki ve
sonuçları dikkate alındığında bu durum daha iyi
anlaşılmaktadır.
Belli Başlı Küresel Krizler
Daha önce ifade edildiği gibi "Küreselleşme" pek
çok yönüyle ele alınıp incelenmesi gereken ve dünya
ya damgasını vuran bir süreçtir. Diğer yönleri bir
tarafa, son yıllarda bütün dünyayı derinden
etkileyen bellj başlı ekonomik krizlerin birer
"Küresel Kriz" niteliği göstermesi, küreselleşmenin
ne denli önemli ve dikkate değer bir olay olduğunun
en canlı örneğidir. Gerçekten küreselleşme özellikle
mali piyasalarda etkisini göstermektedir. Çünkü bu
olgu içinde sermaye ülkeler arasında rahatça
dolaşabilmekte, özellikle getiri potansiyeli olan
piyasalara yoğun sermaye girişleri olmaktadır. Bu
durum bir yönüyle gelişmekte olan ülkelerin
gelişmiş ülkelerle aralarındaki mesafeyi
kapatmalarına imkan hazırlarken; diğer bir yönüyle
herhangi bir ülkenin mali piyasasında meydana gelen
istikrarsızlığın uluslararası piyasalarda
zincirleme istikrarsızlıklara, hatta yaygın
ekonomik krizlere neden olmasına yol
açabilmektedir. Küreselleşme olgusu içinde
uluslararası piyasalarda meydana gelen krizler
kendine has özellikler taşıdığından, bu tür
krizlerin öngörülmesi de pek mümkün olamamaktadır.
Nitekim 1997 yılında meydana gelen Asya krizi ile
1998 yılında yaşanan Rusya krizi, ne olup bittiği
anlaşılamadan meydana gelen ve bütün dünyayı
derinden sarsan kriz özelliği göstermiştir.
Özellikle mali piyasalarda kendini gösteren bu tür
krizlerin meydana getirdiği derin ve yaygın olumsuz
etkiler, bu krizler sonrasında dünyada krizlere
karşı yeni yaklaşımlar geliştirilmesine ve
uluslararası mali sistemin istikrarının yeni bir
anlayışla ele alınması konusunda görüş birliğinin
oluşturulmasına zemin hazırlamıştır.
1997 yılın Temmuz ayında Tayland'da meydana gelen ve
kısa süre içinde diğer Asya ülkelerine de sıçrayan
ve Asya krizi olarak adlandırılan kriz, özünde mali
bir kriz özelliği taşımaktadır. Asya krizinde
yurtdışına çıkan sermayenin tekrar yurtiçine
çekilebilmesi amacıyla faizlerin yükseltilmesi
önlerni, mevcut borç oranlarının yüksekliği ve mali
kurumların zayıflığı nedeniyle ekonominin daha da
zayıflamasına yol açmıştır. Örneğin Endonezya'da
şirketlerin %75'i iflas etmiştir. Malezya'da ise
sabit kur sistemine geçme, sermaye giriş çıkışlarına
sınırlamalar getirme, yurtdışına ulusal veya
yabancı para çıkarılmasını yasaklama, yurtdışına
kaçan yerli sermayenin ülkeye geri dönüşü amacıyla
çeşitli zorunluluklar getirme gibi özünde IMF'nin
onay vermediği türden politikalar uygulandığı halde
nispi bir iyileşme dönemine girilmiştir.
Rusya'da enflasyonun düşürülmesine yönelik
politikalar üzerinde odaklanılmış, artan fınansman
ihtiyacının karşılanması amacıyla IMF, Dünya
Bankası ve japonya'nın da aralarında bulunduğu
çeşitli ülke ve kuruluşlardan finansman taahhüdü
sağlanmıştır. Rusya krizinin küresel bir nitelik
kazanmasının temel nedeni, Rusya hükümetinin tüm
beklentilerin aksine 90 günlük moratoryum ilan
ederek yatırımcının güvenini kaybetmesi olmuştur.
Türkiye'deki Son
Krizler
Bilindiği gibi Türkiye esas itibariyle 1970'li
yıllardan itibaren kronik ve yapısal sorunlar
yaşayan bir ülke durumundadır. Kalkınma hareketinin
gerçekleştirilmeye çalışıldığı ülkemizde planlı
kalkınma dönemlerinin ilk yıllarda nispeten
istikrarlı bir ortam içinde ortalama %6-7
dolaylarında bir kalkınma hızıtutturulabitmiş ve
yüksek sayılacak enflasyon oranlarına
ulaşılmamıştır. Ancak, 1973 yılında dünya
ekonomisinin ağırlıklı olarak petrol krizi nedeni
ile girdiği durgunluk konjonktürü yanında, 1974
yılında yaşanan Kıbrıs Barış Harekatı ve o yıllarda
ülkede baş gösteren anarşi ve terör olayları
sebebiyle Türkiye giderek artan bir enflasyonist
baskı altına girmiştir. Esas itibariyle kalkınmanın
finansmanda karşılaşılan doğal güçlükler sonucu iç
ve dış borçlanmaya giderek daha çok miktarlarda
başvurulması, açıktan finansman yönteminin yaygın
bir uygulama haline getirilmesi gibi nedenlerle
kamu maliyesindeki denge bozulmaya başlamış ve
bütçe açıkları ile kamu açıkları sürekli bir artış
eğilimine girmiştir.
1980 yılına gelindiğinde ülkede ekonomik ve siyasi
istikrar ciddi ölçülerde bozulmuş, %110 seviyesine
tırmanan enflasyon yanında zayıf koalisyon
hükümetleri ile önemli bir siyasi kargaşa ortamına
girilmiştir. Bu yıl içinde hazırlanan 24 Ocak
ekonomik istikrar programı ile ülkede ilk defa
ekonomik istikrar konusunda ciddi bir adım
atılmıştır. Bu programın uygulanması sonucu, kısa
bir süre içinde ekonomik istikrar sağlanmış, dışa
açılmada önemli bir başarı sağlanarak birkaç yıl
içinde dış ticaret ve ödemeler bilançosu açıkları
makul hadlere çekilebilmiştir. Aynı yıl içinde
gerçekleştirilen askeri darbe ile yönetim el
değiştirmiş ve yeni bir yönetim dönemine
geçilmiştir. Bu dönemin kendine has özellikleri
içinde pek çok alanda önemli düzenlemelere
gidilmiş; ülke bir ölçüde derlenip toparlanma
sürecine girmiştir.
1983 yılında yapılan seçim ile yönetim yeniden
sivillere terkedilmiş; bu seçimde tek başına
iktidara gelen Turgut Özal'ın başında bulunduğu
Anavatan Partisi, birinci döneminde reformlara ve
yeniden yapılanma hareketine devam ederek önemli
başarılar sağlamıştır. Denilebilir ki bu dönem
Türkiye'nin yeni bir anlayışla ciddi bir biçimde
kendini Dünyaya ve dış rekabete açtığı ve bu yolda
önemli başarılar elde ettiği bir dönem olmuştur. Bu
yıllarda özal'ın felsefesi uygulamalara kısmen
yansıyabilmiş; statükocu ve katı devletçi bakış
açısı bütünüyle ortadan kaldırılamamıştır. Aynı
yıllarda dünya ülkelerinde yeni istikrar
yaklaşımları benimsenerek küreselleşme olgusuna
uygun yeniden yapılanma reformlarını peşpeşe
gerçekleştirilirken, Türkiye kendi içine kapalı, kör
veya çirkin siyaset oyunları içinde devletin
başarısızlığını artıran uygulamalara mahkum edilmiş
bulunuyordu. Örneğin, devletin başarısızlığının
tescil edildiği bu dönemde dünya ülkelerinde bu
durumdan kurtulmak için serbest piyasa ekonomisi
işleyişini mümkün kılacak tedbirler alınıp, devletin
küçültülmesi ve bir an önce asli fonksiyonlarına
çekilebilmesi amacıyla, özellikle özelleştirilme o
hareketine büyük önem verilirken; ülkemizde Özal'ın
başlatmaya çalıştığı özelleştirme girişimleri
çeşitli cephelerin her türlü manevralarıyla sürekli
olarak engellenmeye çalışılmıştır.
Öte yandan Özal'ın her şeye rağmen
gerçekleştirebildiği bazı reform ve yeniden
yapılanma hareketleri, özelleştirme ve diğer temel
reformlarla desteklenemediği için, 1987'lerden
itibaren enflasyonu yeniden eski seyrine getirmiş;
1990'lara gelindiğinde enflasyon yeniden kronik bir
olgu ve temel bir problem haline gelmiştir. Katı
devletçi tutum ve devletin hantal yapısı bir türlü
kınlamadığı için, bu yapı içinde bütçe ve kamu
açıkları her geçen gün biraz daha artarak tehlikeli
boyutlara ulaşmış; kamu maliyesi dengesi içinden
çıkılmaz bir durum almıştır.
Ülkemizde bu çağdışı anlayış veya zihniyet 1990'lı
yıllarda da devam ettirilmiş ve Türkiye dünyadaki
gelişmelerden her geçen gün biraz daha uzağa
düşürülmüştür. Çünkü Türkiye kendi içinde bu
anlamsız kavgayı sürdürürken; dünya ülkeleri ve
özellikle kısa bir süre önce Sovyetler bloğundan
ayrılan günümüzün "geçiş ekonomileri" küreselleşme
olgusunu ve piyasa ekonomisine geçiş zorunluluğunu
kavrayarak bu yönde ciddi girişim ve reform
hareketlerini gerçekleştirmişlerdir. Ülkemiz ise
açıktan ve iç ve dış borçlanma ile finansman
yöntemlerine bağladığı bütçe ve kamu açıklarını her
geçen gün büyüterek, GSMH'nin yüzde 75'lerine kadar
yükseltmiştir. Açığın monetizasyonu anlamına gelen
bu süreç aynı zamanda ülke içinde faiz, döviz ve
borsa üçgenine hapsedilmiş bir kısır döngüyü de
beraberinde getirmiştir. Küreselleşmenin giderek
daha büyük ve yaygın bir etki gösterdiği dünya
konjonktüründe bunun bir anlamda içsel ve küresel
mali krizlerin kronik bir hal almasıdır
Nitekim, 1994 yılında büyük ölçüde yukarıda
belirttiğimiz sarmal içinde ülkede ana bir mali kriz
patlak vermiş ve bu krizin atlatılması için önemli
bir bedel ödenmek zorunda kalınmıştır. 5 Nisan
kararları ile ekonominin ve kamu maliyesinin makul
bir dengeye oturtulması planlanmış belli bir süre
sonra da bu alanda kısmi bir başarı elde edilmiştir.
Ancak gerek 5 Nisan kararları ve gerekse önceki
istikrar program ve kararları Türkiye'de daha
ziyade ekonomik istikrarın sağlanması ve devamına
yönelik olmuş; bu temel üzerine bina edilmesi
gereken, ekonominin rant baskısından kurtarılıp
üretim artışı sürecine sokulması mümkün olamamıştır.
1990'lı yılların sonlarına doğru bir taraftan
küresel mahiyetteki mali krizlerin ülkeye olumsuz
yönde yansıması, diğer taraftan da ekonomik
istikrarsızlık ve rant ekonomisi işleyişine ek
olarak ülkede siyasi krizlerin patlak vermesi mali
piyasalar ve kamu maliyesi dengelerini,
istikrarsızlığın kronik bir hal almasını sağlayacak
bir yapıya getirmiştir.
Gerçekten bu süreçte 1997 yılında Asya'da ve 1998
yılında da Rusya'da ortaya çıkan ve küresel mahiyet
gösteren krizler ülkemizi de etkilemiş; esasen
hassas dengeler üzerine oturan ekonomi ve piyasalar
(faiz, borsa, döviz üçgen,ciddi yeniden yapılanma ve
istikrar programları uygulanamadığı takdirde hemen
bir krize dönüşecek mahiyet kazanmıştır. Nitekim,
2000 yılında uygulamaya sokulan istikrar programı
bir yandan yapısal düzenleme ve tedbirlerin bir
türlü alınamayışı bir taraftan da mali piyasalardaki
iç ve dış gelişmelerin yakından takip edilemeyişi
sonucu yılın sonlarına doğru kriz işaretini vermiş
ve Kasım 2000'e gelindiğinde iç ve dış
piyasalardaki genel güvensizlik ortamı içinde
Türkiye dövize yönelen yoğun spekülatif saldırıyı,
çok yüksek faiz, önemli döviz rezervi kayıpları ve
en önemlisi 7,5 milyar dolar büyüklüğünde ek IMF
kredisi ile püskürtebilmiş ve döviz kuru
çizelgesini yüksek bir maliyetle savunabilmiştir.
Kasım 2000 krizinin mahiyeti ve etkileri anlaşılmaya
ve bertaraf edilmeye çalışılırken, tam üç ay sonra
19 Şubat 2001'de Başbakan ile Cumhurbaşkanı
arasındaki bir tartışma ikinci bir spekülatif
saldırıyı başlattı ve bu defa da döviz krizi
başladı. 21 Şubat'ta bankalararası para piyasasında
gecelik faiz %6200'e kadar çıktı ve ortalama %4018
oldu. 16 Şubat'ta 27.94 milyar dolar olan Merkez
Bankası döviz rezervi 23 Şubat'ta 22.58 milyar
dolara indi ve rezerv kaybı 5,36 milyar dolar oldu.
Netice itibariyle Kasım krizinde dövize saldırı
yabancılarla sınırlı kalırken bu defa yerlilerinde
dövize saldırdığı görüldü.
Buraya kadar ele aldığımız ve dünya ekonomilerinde
ve Türkiye'de 1990'lı yıllardan itibaren kendini
gösteren ekonomik ve mali krizlerin mahiyeti
incelendiğinde, bu son krizlerin diğer krizlerden
önemli farkı, bu krizlerin büyük ölçüde küreselleşme
olgusundan beslenmiş olmalarıdır. Ülkemiz ise uzun
süredir kendi iç dinamikleri ve dış etkenler
yönünden kendisini kıskaca alan ve bir kısır döngü
haline gelen temel ekonomik, siyasi, sosyal ve mali
sorunlardan kurtulma yönünde ciddi girişimlerde
bulunamadığı için esas en ekonomik ve mali krizleri
yaşama değil; daha ziyade adeta bir "kriz ekonomisi"
veya "kriz toplumu" sürecine girmiş görülmektedir.
Bunun yanında gerek ülkemiz ve gerekse dünya
ülkeleri hükmünü İcra eden küreselleşmenin ulaştığı
bugünkü seviye içinde ekonomik sosyal, siyasi ve
mali alanda meydana gelen krizlerden çok,
zihinlerde varolan ve gelişen olayları gerçek
mahiyeti ile kavrama ve anlama imkanı bulamayan veya
bulmasına imkan veremeyen bir konumda
bulunmalarıdır. Bu krizin çaresi bulunmadan dünya
ülkelerinin huzur ve barış içinde bir arada
bulunmaları ve dünya nimetlerini hakkaniyet ölçüsü
içinde paylaşabilmeleri pek mümkün görülmemektedir.
Kaynak: Fevzi Devrim
|