Günümüzdeki Milliyetçilik Trendleri
Siyasal ve toplumsal boşluklar, ekonomik çöküş
devreleri ve büyük çalkantılar, toplumda bireyle ve
gruplar için milliyetçi ideolojiyi karşı konulmaz
bir çekim alam haline getirmiştir. İnsanların
tehdide karşılaşmaları ve kriz dönemlerinde modern
milliyetçilik, Fransız Devrimi'nden beri en iyi
dayanma noktalarından birisi olmuştur. Orta Avrupa,
Balkanlar, eski Sovyetler Birliği ve dünyanın diğer
bölgelerinde meydana gelen olaylar bu iddiayı
kanıdar niteliktedir. Milliyetçilik, Alter'in de
ifade ettiği gibi kaygı verici olaylar karşısında
bir sığınma noktası sağlamamış, belki daha fazla
oranda bağımsızlık, eşitlik, kendi kaderini
belirleme yönündeki u-mutları uyandırmamıştır
Her türlü global teslimiyetçilikten yana olanların
milliyetçiliğe yönelttikleri eleştirilerin
temelinde yatan husus, milliyetçiliğin tabiatı
gereği bir "çatışma" ideolojisi olduğudur.
Onlara göre milliyetçilik "biz" ve "öteki" gibi iki
toplumsal öznenin karşıtlığından hareket etmekte ve
"biz"i "öteki"ne düşmanlık esasında tanımlamaktadır.
Bu doğrultuda milliyetçilik, savaşla özdeş
tutulmaktadır.
İlk bakışta cezbedici gibi görünen "biz" ve "öteki"
ayrımı esasindaki bu eleştiri, metodolojik bir
hassasiyede hareket edildiğinde
anlamsızlaşmaktadır. Çünkü milliyetçiliğe yöneltilen
bu eleştirinin hemen bütün ideolojiler, sosyal a-kımlar,
hatta dinler için geçerli olduğunu saptamak zor
değildir. Milliyetçilikten beslenen "biz" ve
"öteki" ayrımının bir çatışmaya dönüşme
potansiyelinin diğer ideolojilerden kaynaklanan
"biz" ve "öteki" ayrımındaki çatışma ihtimalinden
daha yüksek olduğunu söylemek kuramsal bakımdan
zordur. Pratikte milletler arasında yaşanan
çatışmaların sıklığı ise, ulusların milletlerarası
siyasetin aktörleri konumunda bulunmasından ve
tarihin şekillenişinde milletlerarası
ilişkinin/mücadelenin belirleyici bir unsur
olmasından kaynaklanmaktadır.
Milliyetçilik, Avrupa'dan Amerika'ya bütün
coğrafyalar üzerinde etkisini göstermiş, 20.
yüzyılda ise bu akım birçok bölgede bağımsızlık
hareketlerinin, savaşların ve devlet kurma (state-building)
idealinin itici gücü haline gelmiştir. 20. yüzyılın
ilk yarısında birçok ulusal kurtuluş hareketinin,
bağımsızlığın kazanılma sürecinde milliyetçi
ideolojinin toplumu harekete geçirici ve dinamizm
sağlayan gücünü kullanması yeni devletlerin
doğuşunu hızlandırmıştır. Milliyetçilik, özellikle
20. yüzyılın ilk yarısında az gelişmiş ülkelerde
emperyalizme karşı mücadele ile aynı anlamda da
kullanılmıştır.
Milliyetçilik, 1980'li yılların sonlarında güçlü bir
ivme kazanmış ve "milliyetçi dalga" tüm dünyada
etkisini göstermeye başlamıştır. Bu dalga asknda,
iktidar ilişkilerinin aynı zamanda hem
milliyetçilikle hem de enternasyonalizmle
beslendiği komünist sistemin çöküşünün bir
sonucudur.
20. yüzyılda milliyetçiliğin bütün dünyaya
yayılışının nedeni Batılı olmayan ve gelişmekte olan
ülkelerin Batılılaşma ve modernleşme sürecine
girmeleridir. 20. yüzyılda Batılı olmayan
toplumların değişim sürecine girmeleri ile
milliyetçilik, modernleşme, ulusal kalkınma ve
bağımsızlık ideallerinin seslendirildiği geniş bir
platform haline gelmiştir. Kohn bu yüzyılı "Pan-Nationalism"
yüzyılı olarak tanımlamaktadır.
Anderson, neredeyse her yıl BM'in yeni bir üye
kazandığını belirterek, bir zaman birliklerini
tamamen pekiştirmiş olduklarını düşünen nice "eski
ulus"un, kendi sınırları içinde doğan "alt
milliyetçilikler" tarafından meydan okunan bir
konumda bulunduklarını ve bu milliyetçiliklerin de
elbette bir gün "alt"lıktan kurtulacakları günü
hayal ettiklerini belirterek, "milliyetçilik çağının
sonu"nun görünürde olmadığını ve milliyetçiliğin
zamanımızın siyasal hayatının en evrensel biçimde
meşru kabul edilen değeri olduğunu belirtmektedir.
20. yüzyılın özellikle ikinci yarısında henüz ulusal
bütünlüklerini sağlayamamış olan ülkelerde,
dinsel-etnik temele dayalı bir çatışma sürecinin
başladığı görülmektedir. 1975-1990 arasında Lübnan,
1990'lardaki Somali ve Bosna-Hersek bunalımları,
içerisinde birden çok dinsel-etnik topluluğu
barındıran ülkelerde bir dağılma sendromu patlak
vermiştir.
1989 sonrasında dünyada ortaya çıkan
demokratikleşme ve cemaat hakları dalgası ile
merkezi devlederin toprak bütünlükleri, ilk kez
Sovyeder Birliği'nden kopan Balak ülkelerinin
bağımsızlıklarının tanınmasıyla birlikte başlayan ve
Yugoslavya'nın çatışmayla, Çekoslovakya'nın ise
barışçı bir
biçimde bölünmesiyle ve her defasında da bölünen
parçaların diğer devleder tarafından tanınmasıyla
tehdit altına girmiştir. Bu süreç sonunda her etnik
grubun kendisini ayrı bir halk olarak tanımlamasıyla
birlikte bu toplulukların ayrı egemenliğe sahip bir
devlet çatısı altında toplanmaya yönelik olarak
işlevselleştirilen kendi kaderini tayin ilkesi
(self-determination) yeniden bir sorun olarak
gündeme gelmiştir.
Dünya siyasal sisteminde yaşanan değişim,
ulus-devlet kavramıyla birlikte yurttaşlık
kavramında da bir değişimi beraberinde getirmiştir.
Göç, bölgeselleşme ya da globalleşme gibi
uluslar-aşırı etkenlerin baskısıyla, ulusal
yurttaşlık yerini daha yeni ya da daha dar
yurttaşlıklara bırakmak zorunda kalmıştır. Bunun
yanında çoğunlukla ulusu oluşturan tarihsel
kriterler (toprak hukuku/kan hukuku) üzerine kurulan
ve yurttaşları yek vücudaştıran devlet modelleri
birbirine yaklaşmaya doğru gitmektedir. Son olarak
uyruk olmadan yurttaş olunabilen ya da tam tersi
durumlar söz konusu olmakta-dır.105
20. yüzyılda yaşanan teknolojik gelişmeler ve
bunların ulusal sınırlar üzerindeki geçirgen etkisi
(penetration), ulus-devlet içinde yaşayan etnik
kültürlerin kendilerini ifade etme imkanlarını
artırmış ve daha önemlisi bu topluluklara yönelik
bilgi ve propaganda akışını kolaylaştırmıştır. Bu
dönemde demokrasi ve insan hakları ideallerinin
yükselmesi nedeniyle ulus-devletin kendi
tasarruflarını uluslararası denetime açması bu tip
topluluklara geniş bir hareket alanı sağlamıştır. Bu
hareket alanı ulus-devlet içinde yeni mikro bazda
milliyetçi hareketlerin oluşmasına, halen olanların
da yeniden aktif hale gelmesine imkan tanımıştır.
Ulusal sınırların eski "kutsallığı"nı yitirmesi ve
iletişim teknolojisindeki gelişmeler, devletlerin
etnik ve kültürel anlamda kendilerine yakın
gördükleri ulusal azınlıkları, kendi
ulus-devletlerini kurma yönünde mobilize etmelerini
kolaylaştırmıştır. Bu süreç hemen hemen her ulusal
azınlığın bir başka ulus-devlet tarafından
korunduğu, desteklendiği bir uluslararası siyasal
yapıyı gündeme getirmiştir. Böylelikle
globalleşmenin, kendisine yüklenen bütünleştirmeci
işlevinin aksine, paradoksal olarak yerelleşmeyi
körükleyerek bir mikro-milliyetçilikler çağını ve
ulus-devlet anlayışını tehdit eden bir süreci
başlattığı söylenebilir.
Bu süreçte ulus-devlet yapısının dayandığı temel
anlayış olan self-determination kavramı sorgulanmış
ve sarsılmış, globalleşme sürecinin getirdiği
parçalanma ve ufalanmaların ürünü olarak etnik
anlayışlar kendilerini ve dünyayı yeniden gözden
geçirmeye başlamıştır. Ulus-devleder, uluslar-ötesi
yeni aktörler ve bölgeselleşme eğilimleriyle üstten
bir baskıya maruz kalırken, emik akımlar tarafından
da alttan sıkıştırılmaktadır. Bütün bu baskılara
rağmen, günümüzde ulus-devlet hâlâ en güçlü siyasal
birim olma özelliğini sürdürmektedir. Ulus-devlete
yönelik yapılan olumsuz projeksiyonlara rağmen
güçlenen milliyetçilik akımlarının ulus-devleti
kendi içinde gelişen mikro-milliyetçiliklere ve
"ulus-devlet sarmalına" karşı koruyacağı, yeniden
biçimlenen siyasal yapıda demokratik devlet
anlayışının tüm sorunlara karşı güçleneceği,
demokrasi ve insan hakları idealleriyle çelişmeyen
bir milliyetçilik anlayışının da ulus-devleti
kendisini aşındırmaya yönelik tehditlere karşı
koruyabileceğini söylemek yanlış olmayacaktır.
|