|
Küreselleşme Karşısında Ulus-devlet, Milli Kimlik ve Milli
Kültür
Küreselleşme tartışmaları gündeme
geldiğinde en sık karşılaşılan konu bu süreçte
ulus-devletlerin zayıfladığı ve süreç ilerledikçe
ortadan kalkabileceği noktasına varmaktadır.
Küreselleşmeyi eğer tek ve kaçınılmaz bir
zorunluluk olarak algılarsak sonuçta zorunlu olarak
meydana çıkacakları peşinen kabul etmemiz gerekir.
Küreselleşmeyi durdurulması mümkün olmayan bir
kader gibi göstermek, popülist kanaat
maniplasyonundan başka bir şey değildir. (Koçdemir
2002: 75) Halbuki gördük ki küreselleşme adını
verebileceğimiz bir sosyal süreç yaşanmakta olmasına
rağmen bir mutlaklık taşımamaktadır. Aynı anda bu
sürece aykırı olduğu iddia edilen başka süreçler de
varlığını devam ettirmekte ve aralarında
geçişlilikler gözlenmektedir. Buna göre sosyal
gerçeklikte tek renk, tek biçim ve tek çizgi
anlayışının geçerli olmadığı bir defa daha ortaya
çıkmaktadır.
Sanayi toplumundan sonra oluşmakta olan "yeni
toplum" farklı isimlendirmelerle tanımlansa da
kabul edilen ortak noktası dünyayı küresel bir
yapıya doğru götürdüğüdür. Sanayi sonrası veya
kapitalist sonrası toplum olarak da adlandırılan bu
yeni oluşmakta olan bilgi toplumunun dünyada
coğrafi, siyasi ve kültürel anlamdaki sınırları
kaldırdığına dair yaygın bir kanaat oluşmuştur. Bu
kanaat on dokuzuncu yüzyıldaki modernleşme ve
sanayileşme sürecinde "bütün insan topluluklarının
aynı süreci yaşayarak ve aynı determinist
aşamalardan geçerek tek bir bütüne ulaşacakları"
iddiasıyla çok benzeşmektedir. İlerlemeci ve
evrenselci sosyal değişme teorilerinin ana formu
burada da karşımıza çıkmakta, meydana gelen
teknolojik ve siyasi gelişmeler sonucunda
farklılaşmaların kalktığı, dünyanın birbiriyle
entegre olduğu ve gitgide benzeştiği iddiaları revaç
bulmaktadır.
Küreselleşmeyle birlikte dünya ekonomisinin
bütünleşeceği, milliyet farklılıklarının ortadan
kalkacağı yönündeki iddialar şüpheyle
karşılanmalıdır. Bütünleşme teorisi (convergence
theory) olarak adlandırılan küresel yaklaşımı
destekleyen birçok delil ortaya konabilir. Bunlar
daha önceki bölümlerde ayrıntılarıyla ortaya koymaya
çalıştığımız gibi, Sovyetler Birliğinin yıkılması
ve bilişim devriminin sunduğu teknolojik imkanlar
sonucu ortaya çıkan gelişmelerdir. Bu gelişmelerin
milli ekonomileri, milli devletleri ve milletler
arası sınırları ortadan kaldıracağı iddiası ve
beklentisi 1990'larda üst düzeye çıkmıştır. Fakat
görülmektedir ki dünya ekonomisinde tamamen
bütünleşme sağlanamadığı gibi, milliyet
farklılıkları da ortadan kaldırılamamaktadır. Ortada
bir paradoks vardır. (Boyer 1996: 57) Gelişmiş ve
zengin ülkeler arasında bile gerçekleşmeyen
bütünleşme, çok fakir ülkelerle hiç
sağlanamamaktadır. Dolayısıyla bütünleşmeyi
destekleyen bütün delillere rağmen milliyet
farklılıklarını ortadan kaldıracak bir global
gelişme görülmemektedir.
McLuhan'ın ifadesiyle bütün dünyanın "Global Köy"
olarak adlandırıldığı günümüzde, bu köyün
sakinlerinin birbirinden anında haber almalarının ve
etkileşimde bulunmalarının yanı sıra kendi
kişiliklerini koruyup koruyamayacağı konusu önemli
bir problem oluşturmaktadır. Küreselleşme olgusunun
dünyayı küçülttüğü, hızlandırdığı, etkilediği bir
gerçektir. Fakat bunun bir hegemonya ve
homojenleştirme projesi olarak sürdürülmesi
beraberinde haklı tepkileri ve meydan okumaları
getirir. Millî devletleri ve kültürleri dünya
üzerinden sil*"., rollerini ortadan kaldırma,
varlıklarını tehdit etme kendiliğinden bir
milliyetçilik dalgasını harekete geçirmektedir. Bu
durum gittikçe küçülmüş ve bölünmüş lokal
devletlerin gücünü aştığında, tarihsel, kültürel ve
coğrafi olarak birbirine yakın güçlerin
birleşmeleri ve dayanışmaları ile 'glokalleşme'yi de
ortaya çıkarır. Burada tarihsel, kültürel ve siyasi
olarak güçlü ülkeler ön plana çıkarak önemli roller
üstlenme eğilimi göstermektedirler. Bölgesel ve
tarihsel güçlerin küreselleşen dünyada tek süper
güce rağmen neler yapabilecekleri ve tarihsel
süreçte hangi rolleri üstlenecekleri yaşadığımız
dünyanın sosyal gerçekliğinde görülecektir.
Ulus-devlet Avrupa'nın ortaçağdan çıkıp modernleş-mesiyle
birlikte ortaya çıkan ve yaklaşık on sekizinci
yüzyıldan beri dünyada yaygınlaşan bir devlet
sistemidir. Küreselleşen dünyada ortaya çıkan ilişki
biçimleri klasikleşmiş ve kalıplaşmış devlet
biçimini zorlamakta, sınırları anlamsızlaştırmakta,
ekonomik ilişkilerde fonksiyonunu gün geçtikçe
kaybetmektedir. Egemen olduğu toplumun ortak
kültürünün bile daha üst veya popüler kültürler
tarafından fazlasıyla etki altında kaldı ji
gözlenmektedir. Bununla birlikte devletler siyaset
sahnesinin en mühim kolektif aktörleri
konumundadırlar. (Habermas 2002: 27) Bu aktörlerin
ortadan kalkacağına ve dünyanın "tek dünya
devletine" doğru ilerleyeceğine dair ideolojik
küreselleşme taraftarlarının iddiaları tartışma
götürmektedir. Bu yaşanan süreçte on dokuzuncu
yüzyıl kapitalizmindeki gibi uluslar arası güçlerin
egemenlik alanlarını genişletmeleri ve milli
sınırları zorlamaları belki daha üst düzeye çıkmış
durumdadır. Buna rağmen dünyanın sınırsız,
ulus-devletsiz, farklı kültürsüz bir yapıya ulaşma
ihtimali bilimsel bir gerçeklikmiş gibi sunulması
mümkün görünmemektedir. Sadece tartışılması gereken
böyle bir dönemde ulus-devletlerin ne kadar güç
kaybına uğradığı ve bunun yerine yükselen aktörlerin
sosyal gerçekliğe ne
kadar uygun düşecekleri
gibi konular üzerinde yoğunlaşacaktır
Küreselleşmenin derinleşmesi sonucunda oluşturulan
yeni dünya düzeni, millet egemenliğine dayalı
devletlerin bağımsızlığı düşüncesine bağlı olan
uluslar arası sistemi ortadan kaldırmaya
yönelmiştir. Daha önce kapitalizmin beselediği
evrenselci ve mükemmelleştirmeci amaç, yeni süreçte
kaçınılmaz bir son gibi sunularak ulus-devletleri
tehdit eder konumda ortaya çıkmaktadır. (Amin 1999:
124) Habermas, küreselleşme çağının ulus devletler
ve demokrasiye karşı bir meydan okuma olduğundan
yola çıkarak burada meydana gelen iktidar
kaybının derecesini tartışıyor. Bu hususta üç
önemli noktaya işaret ediyor. Birincisi devletin
küresel gelişmeler karşısında kendi vatandaşları ve
çevresindeki olup bitenler üzerinde kontrol
kabiliyeti ve gücünü yitirmesidir ki, buna çevre
kirliliği, ani sınır ihlalleri, silah kaçakçılığı
örnek olarak verilebilir. İkincisi karar
mekanizmasında alışılagelen demokratik eğilimlerin
dışında uyulması istenen uluslar arası antlaşmalar
ve hukuki kurallara dayanmak zorunda olunmasından
doğan meşruiyet eksikliği söz konusudur. Üçüncüsü
ulus devletin kendi egemenlik alanında ekonomik
olaylardaki belirleyici rolünün azalması sonucu,
milli ekonominin işlevsel bütünlüğünün kaybolmasına
yol açmıştır. (Habermas 2002: 29) Dünya
ekonomisindeki üretim ve tüketimin sınır ötesi
akışkanlığının artması doğal olarak millet temeline
dayalı ulus-devletlerin kendi ülkelerinde daha
önceden elde ettikleri bazı kaynakları kontrol
edemez duruma getirmiştir. Hem kendi kurallarını
uygulayamamaları, hem de ekonomik ilişkilerden
kaynaklanan kayıpları hesap edildiğinde belli
derecede egemenlik zayıflamasının ortaya çıktığı
görülmektedir. Küreselleşmecilerin belirttiği gibi
dünyada bütün ekonomik faaliyetler ulus-ötesi
küresel bir sistem haline gelecek olursa bunun
bütün insanlar için ve
ayrı ayrı milletler için ne getireceği endişe
uyandırmaktadır. Özellikle yoksul ülkelerdeki
gittikçe büyüyen dengesizlik ve dünya üretim
kaynaklarından gittikçe daha az pay almaları bu
endişeleri artırmaktadır.
Dünya ekonomisini ele geçirme safhasında büyük
mesafe aldıkları görülen ulus-ötesi sermaye
sahipleri, yerel ve küçük üreticilerin büyümesini
engelledikleri gibi fırsat buldukça ele geçirme
yoluna gitmektedir. Ortaya millet egemenliğine
dayanmayan ulus-ötesi büyük şirketlerin kurduğu
tekeller çıkmaktadır, bunların dünya
zenginliklerinden ihtiyacı olan insanlara pay
vermelerini beklemek fazla iyimserlik olacaktır.
Dolayısıyla Chossudovsky'nin (1999: 42) ifadesiyle
bu tekellerin merkezi dışındaki özellikle geri
kalmış ülkelerin ekonomilerinde soykırım
uygulanmaktadır. Bu ekonomik soykırım sömürgecilik
tarihinin çeşitli dönemlerindeki soykırımlarla
karşılaştırıldığında, toplumsal etkileri çok daha
yıkıcı olmaktadır. Söz konusu yeni ekonomik ve
siyasal egemenlik biçimi piyasa güçlerinin
görünüşte tarafsız etkileşimi aracılığıyla
insanları ve milli hükümetleri ikinci plana itiyor.
Küresel ekonomik sistemin merkezinde, gelişmekte
olan ülkelerin küresel ekonomi içindeki rollerini
ve konumlarını zayıflatacak adaletsiz ve haksız bir
yaklaşım yer almaktadır. Sonuçta ulus-ötesi tekel
durumundaki büyük şirketler tarafından uygulanan
küresel ekonomik politikalar doğrudan milli
ekonomileri imha etmeye yönelik sürdürülmektedir.
Bu durum ise küreselleşmeden çok şeyler bekleyen ve
olumlu propagandanın etkisinde kalmış olan çevreler
tarafından tepkiyle karşılanmaktadır.
Ulus devletlerin sömürgecilik sonrası sayılarının
artması ve Birleşmiş Milletler teşkilatının
kurulması ile İkinci Dünya Savaşı sonrası en parlak
dönemleri olmuştur. Bu dönemde ortaya çıkan
devletlerin çoğu eski emperyal sömürgecilerinin
etkisinde küçük ve zayıf kalmışlardır. Ayrıca dünya
siyasi sisteminin iki kutupTü ve gerilimli bir
şekilde yapılanması, milletler üstü bloklaşmaları
gerekli kılmış ve ulus-devletlerin bazı
sorumluluklarını buralara aktarmalarına yol
açmıştır. Sovyet Bloğunun çökmesiyle bağımsızlığını
kazanan milletler ile dünya sistemi tekrar
ulus-devlet üzerine zenginleşmiştir. Fakat
küreselleşme ile birlikte ekonomik, askeri, siyasi
alanlarda milletler üstü birlikler, bölgesel güçler
ve kurumlar tarafından kuşatma altına alınmış
durumdadır. (Shavv 1997:3) Burada en şanslı durumda
olan ulus-devletler ise eski dönemlerinde emperyal
gücü olan ve tarihi kökleri kuvvetli olanlardır.
Hem on dokuzuncu yüzyılda Batıda ortaya çıkan
ulus-devletler, hem de bunların devamı olan ve
İkinci Dünya Savaşında büyük darbe aldığı halde
yeniden ayağa kalkabilen devletler diğerlerinden
farklı değerlendirilmelidir. Çünkü sadece Amerikan
kaynaklı küreselleşme karşısında ciddi anlamda
direnci yine bu tür devletler göstermektedir.
Bunların dayandıkları geleneksel ve köklü kültür
farklılığını ve ekonomik ilişkilerde uluslar arası
düzeyde varlıklarını her zaman hissettirmektedirler.
Küreselleşmeciliğin önemli iddialarından birisi de,
küreselleşen bir çağda ulusların kendi geleneksel
kimliklerini olduğu gibi muhafaza etme şanslarının
kalmamış olduğudur. Buna göre kimliklerin
değişmezliği artık bir efsane olmuştur. Ulaşım
kolaylıklarının yaygınlaşması, elektronik haberleşme
teknolojisinin olağanüstü hızla gelişmesi, nüfus
hareketleri, emek ve sermayenin akışkanlığı gibi
etkenler insanların hem kendilerinden çok uzaktaki
olaylardan ve değerlerden etkilenmelerini
kolaylaştırmakta, hem de onları hayatın her anında
farklı kimliklerle yüz yüze getirmektedir. Bu da
ulus devletlerin kendi toplumlarını küresel
gelişmeden tecrit etme imkanını neredeyse tümüyle
ortadan kaldırmaktadır. Toplumların bilgi kaynaklan,
hayat tarzları ve değerler bakımından hızte
çeşitlendiği böyle bir çağda homojen bir
kültürel-etnik kimliğe dayanan ulus ve yurttaşlık
anlayışlarının kendini idame ettirmesi mümkün
görünmemektedir. (Erdoğan 2000: 3) Fakat
küreselleşmenin farklılıkları ve milli kültürel
özellikleri ortadan kaldırıcı saldırganlığı
karşısında milli ve etnik hareketlenmelerin
güçlenmekte olduğu gerçeği gözden kaçırılmaktadır.
Bir tarafta küresel boyutta bir kültür
oluşturulmasından bahsedilirken, diğer tarafta
milletlerin kendilerine ait homojen kültürleri
olamayacağı varsayılmaktadır. Belli oranda küresel
kitle kültürü bütün toplumları etkisi altına alsa da
gittiği yerlerde yerel özelliklere uyum sağlamadan
etkileyici olamadığının farkındadır ve belli oranda
yerelleşmeye mecbur kalmaktadır.
Sömürgecilik döneminden beri İngiltere'nin,
küreselleşme döneminden beri Amerika'nın bütün
dünyada geçerli dil olarak İngilizce'yi
yaygınlaştırmaya çalıştıkları görülür. Sovyetler
Birliği döneminde komünist sistemin egemen olduğu
ülkelerde Rusça'nın yaygınlaştırılması da aynı
şekilde dünya egemenliği peşindeki güçlerin temel
stratejilerinden birisi olarak karşımıza
çıkmaktadır. Küreselleşme sürecinin
önlenemezliğini savunanların iddiaları arasında
dünyanın bütünleşmeye doğru gittiği ve bütünleşmenin
ortak dili olarak da İngilizce'nin kullanılması
gerektiği üstü örtülü olarak vurgulanmaktadır.
Medya ve internet ortamında fiili olarak İngilizce
hegemonyasının gittikçe yayılması, İngilizce'nin
kültürler arası bir dil olarak dünya üzerinde
hegemonyacı ve yeni-kolonici bir yayılma
eğiliminde olduğu gözlenmektedir. (Tsuda 2001:
l). İngilizce'nin artık dünya dili olduğu ve
kullanılması gerektiği tarzındaki küreselci
İddialar aynı zamanda tepki çekmektedir. Bir dilin
küreselleşmenin aracı olarak dünya üzerinde
yaygınlaşması genellikle kültür emperyalizmi
çerçevesinde değerlendirilebilir. Özellikle
İngilizce'nin kültür ve medya emperyalizminin
uygulama~~dili olarak uluslar arası kitle
iletişiminin küreselleştirici bir aracı olması
dikkat çekicidir. Bunun karşısında köklü bazı
kültürlerin direnç gösterdikleri ve kendi
kültürlerinin taşıyıcısı konumundaki dillerini
dünyaya açma girişimleri görülmektedir.
Yirminci yüzyıl milliyetçiliği daha çok emperyalist
baskılara karşı bir direnç olarak savunma
psikolojisi üzerine inşa olmuştur. Küreselleşme
çağının doğurduğu milliyetçilik de belli ölçülerde
homojenleştirmeye ve sömürülmeye karşı bir savunma
gerektirir. Fakat bu çağın iletişim ve bilgi
teknolojisindeki yüksek hızının yol açtığı
gelişmeler milletlerin pasif direnişte kalmalarına
uygun değildir. Eğer aktif üretim ve dışa yönelme
olmazsa milliyetçilik olarak yapılabilecek fazla
bir şey görünmemektedir. Çalışkan'ın
(2002)(Küreselleşme Makalesi) değerlendirmesine göre
"yirmi birinci yüzyılın, globalleşme çağının
milliyetçiliği 'saldırı milliyetçiliği'
gerektiriyor." Türkiye de bu çerçevede
değerlendirilecek olursa küreselleşme çağının
gereklerini görmek durumundadır. Halbuki Türkiye'de
milliyetçiliğin, yirminci yüzyılın "savunma
milliyetçiliği" anlayışında sürdürdüğü
gözlenmektedir. Oysa günümüzün milliyetçiliği
savunma tavrından çıkıp globalleşmenin gerektirdiği
dışa açık ve günümüzün şartlarına uygun tavırlar
geliştirmek zorundadır. Bu anlamdaki saldırı
milliyetçiliği topla tüfekle saldırı değil,
kaliteyle, ürünle ve kültürle dışa dönük ataklardır.
Küreselleşme bunu gerektiriyor. Çünkü artık "başını
kaldıran kazanır". Başını kaldırıp dünyaya bakan ve
ne üretip nereye ne satacağına, turizmde hangi
ülkelerden ne kadar turist çekeceğine bakan
kazanır.
Yirmi birinci yüzyılın yeni-milliyetçiliği dışa
dönük, dinamik ve atak bir milliyetçilik
gerektiriyor. Küreselleşme çağı olarak adlandırılan
yirmi birinci yüzyılın, milletler dünyasında
gerektirdiği birtakım öncelikler gündemdedir. Artık
geri dönüşü olmayan bir şekilde hemen hemen bütün
ülkelere yayılan temel bazı değerler önem
kazanmıştır ve ülkelerin bunlara uyması adeta
zorunludur. Dünyada içine kapanarak, dışarıyla
ilişkilerini keserek ayakta kalabilen veya güçlenen
ülke görülmemektedir. İnsan haklan, demokrasi,
şeffaflık, katılımcılık, bölgesel işbirliği ve
ortaklıklar ülkelerin rahatlamalarına ve
gelişmelerine yol açmaktadır. Artık ülkeler
vatandaşlarının daha rahat yaşamalarını, ekonomik
imkanlar elde etmelerini, dünya ekonomisinden
yeterince pay alabilmelerini sağlamanın peşinde
hareket etmektedirler. Dış pazarlara dünya
kalitesinde mallar üreterek satamadıkları ve
dünyadaki teknolojik ve ekonomik sistemlere uyum
sağlayamadıkları sürece güçlenmeleri, hatta
problemlerini çözmeleri zor görünmektedir. Dünya
ekonomisi ile işbirliğine gitmeden ve bölgesel
pazarlarda güçlenmeden tek başına ayakta kalmak
zorlaşıyor. Bölgesel ve İç çatışmalar ülkeleri
zayıflatıp ekonomik olarak güçsüz düşürüyor. İç ve
dış barış, bölgesel barış ve işbirliğinin güçlenmesi
ülkelerin ve milletlerin ekonomik kalkınmasını
olumlu etkiliyor, hatta şahlandırıyor.
Çalışkan, küreselleşmeye uygun milliyetçi bir
gelişme örneği olarak Gagavuzlar ile ilgili bir
olayı veriyor. Bin yıl önce Karadeniz'in kuzeyinden
dolaşıp Balkanlar'a gelen ve zamanla Hıristiyanlığı
benimseyen Oğuz boylarının torunları Gagavuzlar,
Sovyet Bloğu yıkılırken önce üstü "Kurt amblemli
mavi gök sancağı" bayrak yaptılar. (Çünkü onlar
Kurt efsane ve simgesini bin yıl ötesinden taşımış
ve masallarla, ağıtlarla, türkülerle yaşamlarının
bir parçası haline getirmişlerdi. Kutup yıldızı
onların dilinde "Yıldız canavar"dır, yani Kurt'u
simgeler). Ve ilginç gelişmeler sonucu Moldavyalı
milliyetçilere karşı direnen Gagavuzlar, yine
Moldavyalı milliyetçilere karşı direnen
Komünist Rus
milliyetçileri ile ittifak yapmak zorunda kaldılar.
90'h yılların başında Reuter ve AP ajanslarının
dünyaya geçtiği yanyana dalgalanan orak-çekişli
kızıl Sovyet bayrağı ile Kurt amblemli Gagavuz
bayrağı globalleşmenin dünyaya sunduğu en renkli en
ilginç görüntülerden birisiydi. Gagavuzların iki
binlerin başında Moldavya'daki seçimlerde yine Rus
komünistleri ile Moldavyalı milliyetçilere karşı
işbirliği yaptığı da biliniyor. Yani Gagavuzların
Bozkurt'u dünyayı kavramak ve esnek davranmak
konusunda hayli mesafe almış durumda. (Çalışkan
2002: 2)
Amerikan hegemonyasının yirminci yüzyılda yayılması
ile birlikte Batılı olmayan dünyadaki milli
varlıkların dirilişi paralel gelişti. Hatta yirminci
yüzyılın başından beri devam eden gelişmeler Batılı
olmayan ülkelerin Batıya karşı hareketlenmeleri
örneklerini vermektedir. Buna karşılık 1945'ten
sonra dünya egemenliğini pekiştirmeye başlayan
Birleşik Devletler, küreselleşen dünyada nihayet tek
süper güç olarak kalabilmiştir. Bu durum bir
paradoks gibi görünmesine rağmen birbirini besleyen
bir süreç haline geldi. Sömürgecilik sonrası milli
kurtuluş hareketleri, büyük bir liberal cennet
hayaliyle bütün zıtlıkların ve olumsuzlukların
tedricen ortadan kalkacağını zannettiler. Hayal
kırıklığına uğradılar. Yeryüzündeki ekonomik ve
sosyal zıtlıklar bütün beklentilere rağmen
kaybolmadı. Aksine hem ekonomik, hem de sosyal
zıtlıklar istikrarlı bir şekilde artmaya devam etti.
Ümit ettikleri devlet güdümlü reformculuk ve
devrimci hareketler de boş çıktı. Dolayısıyla
birbiriyle çatışan, çelişen grupların meydana
getirdiği kaotik durumun düzene sokulması anlamında
bir dünya sistemi inşası ihtiyacı Amerika'nın
güçlenmesine yol açtı. (Wallerstein 2000: l) Güçlü
olmayan milliyetçilik hareketlerinin varlığı küresel
Amerikan gücünün pekişmesine yardımcı olmaktadır.
Bir dünya hegemonyası
oluşturan Amerika, belki
kendisini tehdit edecek milliyetçiliklerden
rahatsız olur, ama küçük çaplı grup hareketlerinden
kendisine güç alır.
Batı, sömürgeciliğinin devamı olarak etkisi altında
bıraktığı bütün toplumların hayat tarzını belirleme
eğilimindedir. Bugün Avrupa yerine Amerika
öncülüğünde kurulmaya çalışılan küresel toplum veya
süreçte, her şey birbirine benzetilmeye ve belli
merkezlere mahkumiyet derecesinde bağımlılık
sağlanmaya çalışılmaktadır. Dünya üzerinde her
başkent giderek bir diğerine benzemekte, neredeyse
tamamı McLuhan'ın tasvir ettiği global köye
dönüşmektedir. Hakim tarz ise hep Batılı olmaktadır.
Dünyanın giderek tekdüze bir hal alması, geniş
farklılıklar yelpazesinin daralması ve yerli
motiflerle bezenmiş modellerin gittikçe ortadan
kalkması dünyada bazı endişeler de uyandırmaktadır.
(Harrison 2001: 41) Farklı kültürel yapılara sahip
toplulukların bütün değerlerini, normlarını,
özelliklerini kaybetmeleri bir anlamda kişilik
kaybına ve yabancılaşmaya yol açmaktadır. Kültür
emperyalizminin etkili bir biçimde kullanılması
sömürge ülkelerde olduğu gibi Batının etkisinde
kalan diğer ülkelerde de Batının istediği sonuçları
vermeye başlamıştır. Fakat genel olarak kimlik ve
şahsiyet kaybetmeye başlayan toplumlarda bunu fark
eden önder insanların çabalarıyla milliyetçilik
hareketleri canlanmakta ve devreye girmektedir.
Küreselleşmenin temel faktörlerinden birisi olan
Soğuk Savaş'ın sona ermesi ve sistemin çökmesiyle
enter-nasyonalist iddialarını kaybeden Komünist
Bloğun egemenliği altındaki milli kimlikler tekrar
canlanmaya başlamıştır. Bir yandan liberal
kapitalizmin evrensel zaferi kutlanırken, bir
taraftan da yükselen milliyetçiliklerin yarattığı
yeni bir dönem karşımıza çıkmaktadır. Milliyetçilik
dalgasının 1989 yılı itibariyle yükselmesi ortaya
kendine özgü bir milliyetçilik hareketi
çıkarmaktadır. Bu dalga, iktidar ilişkilerinin aynı
zamanda hem milliyetçilikle, hem de
enternasyonalizmle beslendiği komünist sistemin eşi
görülmedik çöküşünün bir sonucudur. Burada on
dokuzuncu yüzyıl milliyetçilik dalgasındaki kendi
kaderini tayin ihtiyacı ve herkese oy hakkı gibi
unsurları, sömürgecilikten kurtulma aşamasının yeni
bir devlet düzeni kurma gibi unsurlarını da
görebiliriz. (Delannoi 1998: 35) Küreselleşme
sürecinin hızlanmasında etkili olan temel
faktörlerden birisi olarak Sovyetler Birliği'nin
yıkılması ve ideoloji olarak komünizmin
çökmesiyle birlikte, dünyada milliyetçilik
dalgasının da tekrar yükselmeye başladığı
gözlenmiştir. Sovyetlerin ve Yugoslavya'nın
dağılmasıyla doğan küçük devletler, milletlerin
kendi kendilerini yönetme (notion of self-determination)
ilkesi doğrultusunda bağımsızlıklarını kazanmaya
çalıştıkları görülür. Bu ilke doğrultusunda küçük
veya büyük bütün milletler kendilerini yönetme hakkı
yanı sıra uluslar arası antlaşmalara küresel ağlara
ve kalıplara uymaları yönünden ciddi bir bağımlılık
içindedirler.
Milliyetçiliği silmeyi kendisine ideolojik ilke
olarak kabul eden sistemler genelde içlerinde bu özü
korumuşlardır. Enternasyonalist komünizmin
yıkılmasında bu milliyetçilik özünün büyük rolü
olmuştur. İlk ciddi muhalefet hareketi doğrudan
milli görünmemekle birlikte Polonya'da açığa
çıkmıştır. Milli duygularının gücünü koruması
sayesinde Polonyalılar, en büyük baskıların
yaşandığı Stanilist dönem boyunca bazı önemli
unsurlarını ve otantik özelliklerini
koruyabilmişlerdir. (Brzezinsky 1994: 142) Komünizm
sonrası (postcommunist), ve Soğuk Savaş sonrası
dönemde Avrupa'daki küçük devletlere küreselleşme
süreci, kompleks bir karşılıklı bağımlılık,
fırsatlar ve meydan okumalar sunar. Çoğunlukla
geleneksel kültür ve milli değerler ile dengeyi
kaybeden siyasi organizasyon ve ekonomik eylemlerin
tekil standardı arasında
varolan tekil bir süreç
olarak küreselleşmeyi tehdit eden anlayışlar vardır.
Küreselleşme, beraberinde paralel gelen kozmopolit
demokratik değerlerin bir itirazı (rejection) olarak
milli gurur ve kimlik değerlendirmesi olarak
yorumlanırken, milli, kültürel, bölgesel ve diğer
farklılıkların doğduğu bir süreç olarak görülür. (Zuzul
1998: 1)(Küreselleşme Tezleri)
Küreselleşmenin (uluslararası güç hiyerarşisinin)
dayattığı heterojen kimlikler, esneyen, nereye
çekilirse oraya uzayan "plastik bir egemenlik"
kavramı ortaya çıkarmakta ve Türkiye gibi ülkelerde
kimlik bunalımı derinleşmektedir. Bu heterojenlik
tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye'yi de öncelikle
"ulus devlet" kavramının sorgulanması ile tehdit
etmektedir. Oysa uluslararası sistemin
çekirdeğindeki büyük ülkeler, kendi kimliklerini
küreselleş-tirme ile özdeşleştirmek ve bu özdeşliği
homojenleştir-mek için ellerinden geleni
yapmaktadırlar. Diğer bir deyişle, homojenleşmeyi
ulus-devlet düzeyinde değersiz kılmak isterken,
küresel düzeyde bir değer olarak empoze etmeye
çalışmaktadırlar (Sanbay, 2002). 11 Eylül
sonrasında ABD'de yaşanan bayrak satışlarındaki
patlama ve milliyetçiliğin Fox Nevvs gibi haber
kanallarında sürekli canlı tutulma gayretleri,
homojen kimlik konusunu ABD' nin ne kadar
önemsediğini ve bu simgeleri küreselleşme ile
birleştirmeye ne kadar istekli olduğunu
göstermektedir. Yoksa bunlar sadece kendiliğinden
gelişmiş toplumsal tepkiler olarak
algılanmamalıdır. (Gökırmak 2001: 3)
|