|
Küreselleşme Üzerine Yorumlar ve Farklı
Yaklaşımlar
Küreselleşme üstüne yapılan teorik ve empirik
araştırmalar Guillen'a göre (2001) altı anahtar
kavram veya sorun etrafında toplanabilir:
Küreselleşme: 1) gerçek olarak meydana geliyor mu?;
2) bir noktada birleşiyor mu?, 3) milli devlet
otoritesini zayıflatıyor mu?, 4) refah devletinin
uygulanırlığını aşındırıyor mu?, 5) küresellik
modernite den farklı mı?, 6) oluşturulan bir global
kültür var mı? Bunlarla ilgili tartışmalar sosyoloji
literatüründe halen devam etmektedir. Önce
küreselleşme kavramı kullanılmaya başladığı
dönemlerde güçlü olmayan argümanlara dayalı olarak
birtakım varsayımlar gerçekmiş gibi öne sürüldü.
Küreselleşmeyle ilgili ilk kitaplar ve makalelerin
çoğu dünyanın daha global hale geldiğini basitçe
kabul eden bir yaklaşımla yayınlandı. Bu yayınlar
iddialarını destekleyen veriler olmaksızın
küreselleşmeyi hakiki olarak varmış gibi ele
aldılar (Guillen 2001:2). Robert Reich gibi
yazarlar henüz dünyadaki gelişmelerin ne
göstereceğini kestiremeden milli ekonomilerin
ortadan kalkacağını, milliyetçiliğin yerine yalnızca
halkların kalacağını iddia ettiler, fakat
iddialarının doğruluğu konusunda çok çabuk şüpheler
uyanmıştır. Çünkü zannedildiği ve inanıldığı gibi
küreselleşme adı verilen yeni süreç, çok hızlı bir
biçimde kürenin içinde tekbiçimliliği yayamadığı,
milli özellikleri silmeye gücünün yetmediği
görülmüştür.
Küreselleşmenin argümanlarının zayıflığına işaret
eden önemli yayınlardan biri Hirst ve Thompson
(1996: l-3,18-98) tarafından yapıldı. Hirst ve
Thompson, son yirmi yılın küreselleşme trendinin
abartılmış bir süreç olduğunu savunurlar.
Küreselleşme benzeri görülmemiş bir süreç değildir,
orada biraz doğru olarak kabul edilebilecek global
multinasyoneller vardır ve dış yatırım ile ticaret
sözde üç noktada -Batı Avrupa, Kuzey Amerika ve
Japonya- yoğunlaşmıştır. Özet olarak bu süreçte
ekonomi daha çok uluslar arası olmakta, fakat global
olarak bütünleşmiş değildir. Ulus-ötesi şirketlerin
faaliyet alanı olarak dünyanın bütününü
etkileyemediği de bir gerçektir. Uluslar arası
ticaretin globalleşen etkileri abartılmaktadır ve
küreselleşmenin oldukça dereceli ve düz olmayan bir
gelişmesi vardır.
(Guillen 2001: 2) Bir taraftan küreselleşme yer
alırken, diğer yandan milli politikalar ve modeller
ortadan kalkacağı yerde yeniden yükselmeye
başlamıştır. Zaten küresel olarak iddia edilen
firmaların da hangi ülkenin olduğu yönetim yapısına,
ticaret ve yatırım modeline, yenilikçi
faaliyetlerine bakılarak söylenebilir. Su-zanne
Berger (1996) bu anlamda küreselleşmenin milli
ekonomileri, dünya üzerindeki milli aktörleri, milli
kültürleri yok edecek güçte olmadığına işaret eder.
Küresel ekonomi ve siyaset dünyanın tamamını
kuşatmadığı noktası en önemli şüphe unsurudur.
Küreselleşmenin mutlak ve kapsayıcı bir süreç
olduğunun şüphe götürdüğünü savunan yazarlar,
eleştirisi yapılmayan bir süreç hakkındaki belirli
varsayımları ve mitlerin açıklarını çıkarmakta bir
katkı sağladılar.
İkinci olarak küreselleşme ile ilgili itiraz,
tekbiçimli siyasi, politik ve hatta kültürel
organizasyon modeline doğru toplumların birbirine
yaklaşmak (converenge) zorunda kaldığı konusudur.
Aydınlanma düşüncesinden beri dünya toplumlarının
homojenleşmeye ve bütünleşmeye doğru ilerlediği
varsayımını temele alan birçok açıklama vardır. Bu
modernleşmeci açıklamalar dünyada pazar
ekonomisinin ve teknolojinin yayılmasının tamamen
homojenliğin benzersiz olarak düşünülmemesine
rağmen, sanayi öncesi dönemden itibaren toplumların
bir noktada birleşmelerine yol açacağı çıkarımında
bulunur. Jeffrey Williamşon (1996) gibi iktisat
tarihçileri 20. yüzyılın ilk yarısı ve 19. yüzyıl
esnasında iş ve gelir pazarlarında birbirine
yakınlaşma/bütünleşmeyi belgelediler ve savundular.
Daniel Bell (1973) teknolojik olarak
post-endüstriyel çağın toplumları bütünleşmeye doğru
götürdüğünü savundu. (Guiilen 2001: 4) Bu
teorisyenlerin ortak iddiası dünya ekonomisinin ve
toplumlarının bütünleşme eğiliminde olduğu
şeklindedir. Gitgide bütünleşen bir dünya
sisteminden bahsederek bir küreselleşme yaşandığı
varsayılır. Fakat buna karşı birçok eleştirel
yaklaşım söz konusudur. Örneğin siyaset bilimci
Robert Cox (1996: 28-30) "ekonominin sosyal ve
ahlaki içeriği olduğunu ve bu içeriğin dünyanın
değişik yerlerinde farklı biçimlerde tezahür
edebileceğini ve farklı organizasyonlar
olabileceğini" belirtir. Tarihçi Bruce Mazlish
"tekil bir küresel tarihin beklenemeyeceğini"
savunur. Sosyolog Anthony Gid-dens (1990: 64,175)
küreselleşmenin birbiri ardısıra dizilen düz çizgili
bir süreç olmadığını, düz-olmayan (uneven) bir
gelişme süreci olduğunu ileri sürer. Buna göre
küreselleşme karşılıklı eğilimlerin zıtlığında
ortaya çıkan diyalektik bir fenomendir. Giddens'a
benzer şekilde Martin Albrow (l 997: 86)
"küreselliği homojenleştirme ve melez-leştirmeden
ziyade kültürel ifadenin farklılaşması ve
sürekli yenilenebilmesini destekleme" olarak
savunur. Buna benzer şekilde küreselleşmenin
homojenl'eştirici ve , evrenselci tarzına
eleştiriler vardır. Küreselleşmenin dünya
toplumlarında ekonomik, kültürel ve siyasal olarak
entegrasyon sağlayacak olması ister istemez kültürel
farklılıkları ortadan kaldırma tehlikesi taşır ki,
bu önemli bir problemdir.
Küreselleşmenin dünya toplumlarını bütünleştirici
bir süreç olduğunu varsayan yaklaşımlara ciddi
eleştiriler vardır. Bauman (1999:8) küreselleşmenin
toplumsal köklerini ve toplumsal sonuçlarını
açıklamaya çalıştığı denemesinde, bu kavram
etrafında bir sis perdesi oluşturulduğunu ve
insanlığı bütünleştireceği inancının yayıldığını
belirtir. Ona göre küreselleşme zannedildiği kadar
birleştirici değildir ve birleştirdiği kadar böler
de. Bu anlamda yeryüzünün tek tipliğini artıran
nedenlerle, farklılaşmasını keskinleştiren nedenler
birbiriyle özdeştir. Faik ise (1995: 145)
küreselleşmenin negatif anlamda Batının
sömürgecilikten gelen anlayışı doğrultusunda dünya
üzerinde diğer toplumlar üstünde hegemonyacılığını
sürdürme eğiliminde olduğuna işaret eder. Bu
hegemonyacı ve sömürgeci küreselciliğin olumsuz
yönlerinden dolayı küreselleşmeyi ikiye ayırır:
negatif ve pozitif küreselleşme. Pozitif
küreselleşme yazara göre, insanlığın ihtiyacı olan
demokrasi, insan haklan, refah, şiddet ve savaşın
azalması, özgürlüklerin artması ve bütün dünyaya
yayılması demektir. Negatif küreselleşme ise,
fakirlik, savaş ve çatışma, sömürü, zulüm ve suç
oranı gibi arzu edilmeyen olayların küresel boyutta
yaygınlaşmasıdır. Bunlar birbiriyle iç içe
gelişmekte ve bütünleşmenin yanında farklılaşma ve
bölünmeleri doğurmaktadır.
Soğuk Savaş sonrası liberal kapitalizmin kendisini
dünyanın tek ve mükemmel sistemi olarak takdim
ederek bir küreselleşme projesi devreye sokması,
önce her şeyin
olumlu olacağı inancını artırmıştır. Fakat dünyada
gelişen olaylar gözlendiğinde zannedildiği gibi
olumlu gelişmelerin yanında, belki daha fazla
olumsuzluklar göze çarpmaktadır. İki kutuplu
sistemin çökmesi ve kutuplardan birinin gücü ele
geçirmesi ile birlikte, dünya siyasetini de
belirleyecek şekilde ekonomiyi yönlendiren
ulus-ötesi şirketler ekonomik bütünleşme adı altında
küreselci bir açılım yapmışlardır. Çok uluslu
şirketler, ulus-ötesi bankalar, mali piyasalar,
tüketicilik ideolojisi, azami büyüme yoluyla elde
edilen sermaye artışı negatif küreselleşmeye yol
açmaktadır. Küresel piyasa güçlerine biçim veren
yeni liberal ideoloji, özgürlük, refah, insan
hakları ve hukuk devleti gibi olumlu fikirler kadar,
açgözlülük, çıkarcılık ve maddiyatçılık gibi yıkıcı
mefhumları da yayar. Hastalıklı anarşizm düzendeki
bozukluklara işaret eder, böyle bir durum insanların
evlerinden kitlesel olarak göçmelerine,
soykırımlara, insanlığa karşı işlenen suçlara ve
sürekli şiddete yol açar. Küreselleşme adıyla
ekonomik ve kültürel bütünleşmenin ters ilişkisi
burada ortaya çıkar. Erken kapitalist döneme benzer
şekilde insanlık ekonomik ve kültürel kutuplaşma ve
marjinalleşme eğilimine girer. (Faik 1995: 90-93)
Küreselleşme konusundaki temel tartışmalardan
birisi de bu sürecin, uluslar arası devlet
sisteminin ve milli devlet otoritesinin zayıflatıp
zayıflatmadığıdır. Küreselleşmenin ekonomik boyutta
öncülüğünü yapan ulus-ötesi şirketlerin faaliyet
alanlarını genişletirken kendi çıkarlarını
koruyacak yeni kuralları uluslar üstü
organizasyonlarla siyasi olarak da sağlamaya
çalışmaları ulus devletler üzerinde önemli bir etki
olarak kabul edilmektedir. Siyasi ve ekonomik
kurumlar arasında "yeniden kurulması gereken bir
denge" olduğu ve çok uluslu şirketlerin
yayılmasının tahrip edici politik baskı yarattığı
konusu uzun süredir tartışma konusudur (Guillen
2001: 6). Tarihçi
Paul Kennedy (1993: 53-64, 122-134) hükümetlerin
kontrol kaybettiğini ve küreselleşmenin iş ve
gelişmekte olan ülkelerin durumunu aşındırdığını ve
çevrenin alt dereceye indirilmesini değerlendirir.
"Bugünün global toplumu", "teknolojik değişme ve
ekonomik entegrasyon ile geleneksel yapı, milli
bilinç, sosyal ihtiyaçlar, kurumsal düzenlemeler ve
alışkanlıkları uzlaştırma görevi ile karşı karşıya
kaldığını" yazar. (Kennedy 1993:330) Bazı
küreselleşme taraftarları ulus devletlerin bu
süreçte büyük bir aşınmaya uğrayacaklarını iddia
etseler de, bu konuda tartışma devam etmektedir.
Ağırlık kazanan görüşe göre bu süreçle birlikte ulus
devletler ortadan kalkmayacak, fakat belli bir
dönüşüm yaşayacaklar gibi görünmektedir.
Sovyetler Birliği'nin çökmesi ve Soğuk Savaş'ın sona
ermesiyle yükselme eğilimi gösteren küresel
dönüşümler, yeni dünya düzeninde ulus devletlerin
gittikçe zayıflayacağı ve fonksiyonlarını
kaybederek "tek bir dünya yönetimi" oluşturulacağı
söylemi yayılmaya başlamıştır. Hatta ortaya konan
senaryolarda tarihin geçmekte olan bir devrinden,
yeni ve farklı bir sürece dönmekte olduğu iddiaları
dile getirilmektedir. Bu senaryolardan birincisi
sanayi toplumundan bilgi toplumuna, ikincisi
Fordist üretim biçiminden esnek üretim biçimine,
üçüncüsü modernite-den postmoderniteye, dördüncüsü
ise ulusal-devletler dünyasından küreselleşmiş bir
dünyaya geçiş üzerine yoğunlaşmaktadır. Ortaya
konulan senaryolar yaşanan bu dönüşümün dört farklı
yönüne işaret etmektedir. İlk üç senaryonun bize
anlatmaya çalıştığı dönüşümler, bir anlamda
dördüncü senaryodaki dönüşümlerin gerekçelerini
oluşturmaktadır. Yaşanan gerek üretim, gerek
iletişim alanındaki teknolojik gelişmeler ve kapital
birikim süreçleri bir araya geldiğinde, ulus-aşırı
firmaları ve finansman kurumların küresel ekonomiyi
oluşturan temel aktörler haline getirmiştir. 1970'li
yılların çokuluslu firmaları artık ulus-aşırı
firmalar olarak tanımlanmaktadır. Ulus-aşırı
firmalar küresel pazarda ulusal sınırlara
takılmadan, tek tek ulusların amaçlarından bağımsız
olarak davranma eğilimindedirler. Ulus-ötesi
ilişkiler ve çıkar bağları onların davranışlarını
belirler hale gelmiştir. (Tekeli; İlkin 2002: 5)
Küreselleşmenin uluslar arası baskıların karşısında
milli devletlerin etkisini azalttığı yönündeki
iddialar ne yenidir, ne de diğer iddialar kadar
sınırlayıcıdır. Bu konuyu tartışan düşünürlerden
Paul Hirst ve Graham Thompson, ulus devletler ve
ulus-aşırı (Transnationals) şirketler arasındaki
ilişkinin karşılıklı etkiye sahip olduğunu
belirtirler. "Yalnızca milli hükümetleri uluslar
arası kuruluşlar ve şirketler sınırlandırılmaz, aynı
zamanda milli hükümetler ulus-ötesi şirketlerin
işletmesine izin veren şartları yaratır." Global
ekonominin öncü güçleri Kuzey Amerika, Avrupa ve
Japonya'nın ulus-aşırı şirketleri dünyayı gerçekten
küreselleştirmekte mi, yoksa bir mit mi
oluşturmaktadırlar belli değildir. Ulus-aşırı
şirketlerin dünya üzerinde özellikle üçüncü dünyanın
geri kalmış ülkelerinde hiç de iddia edildiği gibi
küreselleşmenin değerlerini götürmedikleri
ortadadır. Bu tür şirketlerin çıkarlarına göre
diktatörlere, demokratik olmayan hükümetlere
rahatlıkla destek olmaları, emperyalist
kapitalizmin yeni bir boyutu ile karşı karşıya
kaldığımızı düşündürüyor. Karşımızda oldukça
komplike bir sosyo-ekonomik süreç durmaktadır. Bir
yandan emperyalizm, bir yandan küreselleşme ve
kapitalizmin genişleyen doğası birbirinden ince
çizgilerinden ayrılmayı beklemektedir.
Ulus devletlerin kuruluşu imparatorlukların yıkılışı
ve demokratikleşmenin başlamasına denk gelir.
Avrupa'daki reformlar ve Fransız Devrimi arasındaki
dönemde, Orta Çağdan çıkan Avrupa'da iktidara yeni
bir güç olarak halk egemenliğine dayalı ve özel bir
karakteristiği olan sosyal gruplar gelmeye başladı.
Önlerindeki bütün engelleri aşarak, insanlar
arasındaki hukuksal ilişkilerde köklü değişiklikler
yaratarak ulusal egemenliklerini kurdular. Yeni
çağın toplumsal bir özelliği olarak günümüze kadar
bazen antidemokratik yapıya dönüşseler de
varlıklarını yayılarak devam ettirdiler. 1980'li
yılların sonlarına doğru dünyada yaşanan
küreselleşme adı verilen süreçte klasikleşmiş,
kurumsallaşmış özellikleri tehdit altına girdi.
Sınır tanımayan ve ulus-ötesi büyüklüğü olan
sermayenin bütün dünyayı sarmaya başlaması ister
istemez ulus devletler ile karşı karşıya kalmasına
yol açacaktı. Aşırı küreselleşmeciler bu sorunun
ulus devletlerin ortadan kalkacağı ve yerine dünya
hükümetinin kurulacağı varsayımı ile aşmaya
çalışsalar da, dünya konjonktürü bunun
gerçekleşebileceğine dair hiçbir kanıt
vermemektedir. Ulus devlet henüz yerine getirmekte
olduğu pek çok işlevi yerine getirmeye devam
etmektedir. (Kazgan 2000: 229-243) Hatta
küreselleşmenin öncülüğünü yapan sermayelerin
arkasında benzer devlet güçlerinin yer aldığı ve
yeni çatışma alanlarına yol açtıkları görülmektedir.
Ulus devletler belki de eskiye nazaran daha farklı
işlevler yüklenerek ve güçlenerek hayatlarını devam
edeceklerdir. Küresel gelişmeler yeni problemler ve
sonuçlar doğurduğu için bunların çözümlenmesinde en
önemli güç odağı olarak görünmektedirler.
Küreselleşmeye abartılı bir şekilde taraftar
olanların yanında şüpheci yaklaşanların ve karşı
çıkanların sayısı azımsanmayacak derecededir.
Bunların yaklaşımına göre küreselleşme yeni bir olgu
değildir. Emperyalizm çağında ekonomik ve siyasi
yönden sınırlar ötesi uzak dünyayı etkisi altına
aldıkları ve küresel bir egemenlik kurdukları
varsayımından hareketle bugünün küreselleşme adı
verilen sürecinin de benzer olduğunu düşünürler.
Şüpheciler, dünya ekonomisinde duvarların
kaldırılması yönündeki
günümüzde yaşanan
gelişmelerin, 100 yıl öncesine benzer bir duruma
geri dönüşten başka bir şey olmadığını iddia
ediyorlar. Kısacası, küreselleşmenin yeni bir süreç
olduğunu kabul etmiyorlar. Herkesin bu terimle bu
kadar ilgili olmasını zamanın ideoloji haline
gelmesine bağlıyorlar. Onlar için küreselleşme,
refah devletini yok edecek minimal devlet ve
hükümeti amaçlayan çevrelerin sık sık kullandığı
basit bir terimdir. (Bozkurt 2000: 3) Dolayısıyla
bugün için de iddia edildiği gibi toplumlara refah
ve eşitlik getirecek bir süreç değildir.
Küreselleşmekte olduğu söylenen günümüz dünyasında
yan yana duran aşağılık bir sefaletin ve eşi
görülmemiş zenginliğin oluşturduğu ikilemin iyi
görülmesi gerekir. Dünya her ne kadar, eskisinden
daha varlıklı ise de, aynı zamanda olağanüstü
yoksunluklar ve akıl almaz eşitsizlikler dünyası
olarak varlığını sürdürmektedir. (Sen 2001:2)
Küreselleşmenin taraftarları ve uygulayıcıları
açısından ortaya konan, bu sürecin azgelişmiş
ülkeler ve bu ülkelerin çalışan sınıfları için yeni
fırsatlar ve seçenekler sunduğu, teknolojik ve
uluslar arası siyasi gelişmelerin ulaştığı aşamanın
kaçınılmaz bir sonucu olduğu, kendi şartlarının ve
kurallarının bütün dünyada geçerli olduğu, ekonomi
piyasalarının ulus-ötesi şirketlerin serbest
hareketlerine bırakılması gerektiği iddiaları
olumlu sonuçlar doğuramadığı için tepki çekmektedir.
Bu anlamda küreselleşme karşıtları ve
küreselleşmeye şüpheci yaklaşımlar itirazlarını dile
getirmektedirler. Türkiye'den bir örnek verecek
olursak; 'Aydınlanma 1923' Bağımsız Kemalist Düşün
Dergisi'nin 22. sayısında bir grup aydının
imzasıyla yayınlanan bir bildiride
"küreselleşmenin" vazgeçilmez ve önünde durulamaz
bir süreç olmadığı vurgulanmıştır. Özellikle
Türkiye gibi azgelişmiş ülkelere yapılan telkinlerde
bu sürecin kaçınılmazlığı ve insanlara yeni
fırsatlar ve seçenekler sunduğu ifade ediliyor.
Küreselleşme
kavramının arkasında 'ulus
devletler'in, çok uluslu şirketlerin egemenliğine
ve çıkarlarına terk edilmesini- ön gören 'Yeni Dünya
Düzeni'nin varolduğu iddia ediliyor. Buna göre ülke
uluslar arası sermayenin hükümranlığına terk
ediliyor. Buna duyarsız kalınmaması ve toplumun
bütün kesimlerinin, küreselleşme projesinin
kaçınılmaz olmadığı bilinciyle harekete geçmesi
gerektiği kamuoyuna
duyuruluyor.
Dünyanın küreselleşmekte olduğu iddiaları sanayi
çağının kapanmakta olduğu ve bilgi çağının
başlamakta olduğu döneme denk düşer. Bu dönemde
ulaşım ve iletişim teknolojisi büyük sermaye
sahiplerine ve çok uluslu şirketlere muazzam
imkanlar ve fırsatlar sunmuştur. Bu fırsatları kendi
çıkarlarına dönüştürmek isteyen ulus-ötesi büyük
şirketlerin önlerindeki engelleri ortadan kaldırma
ve daha rahat hareket edebilmek için takip
ettikleri bir strateji olarak küreselleşmeyi
kullandıkları iddiaları oldukça fazla rağbet
görmektedir. Oktay Sinanoğlu küreselleşmeyi bu
anlamda yorumlayarak, küreselleşme kavramının çok
uluslu şirketlerin dünyayla ticaretinin
arttırılması, çeşitli ülkelerle ticaret manasında
kullanıldığını ifade eder. Türkiye gibi küreselleşme
propagandasının etkili olduğu ülkelerde,
küreselleşme ile dünyadaki herkesin dilinden,
kültüründen, dininden vazgeçtiği ve herkesin
birbiriyle aynılaşmaya başladığı inandırılmıştır.
Sina-noğlu'na göre bu tamamıyla dünya egemenliği
peşindeki Amerikan-İngiliz propagandasıdır. (Sinanoğlu
2001: 384)
Küreselleşmeye daha makul bir anlayışla yeni
toplumsal yapıyı şekillendiren bir dönüşüm süreci
olarak yaklaşan bazı düşünürler, fazla abartılı
olmadan yaşanan değişimlere işaret etmektedirler.
Kendisi de küreselleşmeyi bir dönüşüm süreci olarak
algılayan Anthony Giddens da, dünyanın herhangi bir
yerinde meydana gelen bir olayın başka yerler ve
olaylar üzerinde etkili olabilecek şekilde
ulusal sınırlar ötesinde yaygınlaşmasının ve
karşılıklı etkileşiminin önemine dikkat çeker.
Küreselleşmenin dünden bugüne devam eden
modernleşme sürecinin bir devamı ve sonucu olduğunu
iddia eder. (Giddens 1998: 66-74) Dönüşümcülere göre
küreselleşme ne tamamen yenidir, ne de dünün
aynısıdır. Toplumsal yapılar hızlı bir şekilde
teknolojik, kültürel, ekonomik ve siyasi bakımdan
değişmektedirler. Dünya ekonomisi sanayi
toplumundaki mal üretiminden hizmet üretimine
kaymış, bilgi aktarımı ve kullanımı değer kazanmış,
iki kutuplu güç dengesinden tek kutuplu bir dünya
sistemine doğru geçilmiştir. Bazılarının iddia
ettiği gibi ulus devletler ortadan kalkmasa da yeni
fonksiyonlar ve rollerle yeniden
yapılandırılmak-tadır. Evrenselci Aydınlanma
düşüncesi ile modernitenin bir türevi (McGrew
1999:62) olarak değerlendirilen, küreselleşme
süreci, ulusal hükümetlerin gücünü yeniden
düzenleme eğilimindedir.
Küreselleşmenin kültürel farklılıkları ortadan
kaldırma eğilimini yanlış bulan Stuart Hail,
tekdüze bir dünyanın anlamsızlığından şikayet eder.
Küreselleşmenin çelişkisiz, mücadelesiz, her şeyin
kurumların denetiminde belli hedeflere doğru
götürüldüğü bir alan olduğu anlayışını eleştirir.
Ona göre küresel konumunu korumak için sermaye,
yenmeye çalıştığı farklılıklarla müzakere etmek,
onları kısmen içine almak ve yansıtmak zorundadır.
Farklılıkları ortadan kaldırarak bir dünya kurmaya
çalışmak yanlıştır. Böyle ileri sürülen bir
küreselleşme anlayışı dünya tarihinde Batının nihai
zaferi ve tarihi kapatması olarak takdim
edilmektedir. Bu küresel post-mo-dern durum, yer
şeyi kavrayan, içinde eritemeyeceği farklılığın,
konuşamayacağı ötekinin, haz alamayacağı marji-nalliğin
kalmadığı bir final sahnesi midir? Hall'a göre bu
böyle değildir. Küreselleşmenin yerel boyutu gözden
kaçırılmaması gerekir. (Hail 1998: 54)
|