|
Küreselleşme Çağında Yeni Milliyetçilik
Soğuk savaş sonrası tesis edilmeye başlayan tek
kutuplu ve küresel eğilimli yeni dünya düzeni, kısa
zamanda kendi antitezlerinin uyanmasına yol açtı.
En güçlü tepkilerden birisi küreselleşmeyi
emperyalizmin yeni boyutu olarak gören
anti-emperyalist ve Marksist çevrelerden gelmiştir.
İkincisi küreselleşmenin dünya egemenliği ve
kültürel hegemonya iddialarından rahatsızlık d-uyan-
ve küreselleşmenin önderi güçlerden farklı kültürel
kodlara sahip çevrelerden gelen milliyetçi
tepkilerdir. Fukuya-ma'nın soğuk savaş sonrası
liberal demokrasi ve kapitalist sistemin mutlak
zaferini ilan etmesine karşın, dünyanın çeşitli
yerlerindeki milli, kültürel, etnik ve dini
hareketler milliyetçilik akımlarının tekrar
canlanmakta olduğuna işaret oluşturmuştur. Etnik
hareketler, küreselleşmenin kendi güçlerinin
karşısında ciddi engeller oluşturabilecek önemli
milli güçlerin zayıflatılması ve toplumların
atomize edilmesi bakımından ele alınırken, dini
hareketlerin de bir fundamental bir tehlike olması
bakımından değerlendirildiği görülmektedir.
Yeni milliyetçiliğin ne olduğu
konusunda farklı değerlendirmeler yapılmasına
rağmen, kabul edilen yönü milli kültür ve
kimliklerin hiçbir evrenselci etkiyle silinemedi-ği
ve fırsatını bulduğunda kendisini açığa çıkardığı
noktasıdır. Issac Berlin'in tespitiyle, evrenselci
enternasyona-list komünizmin Sovyetler Birliğinde
bastırdığı milli kimliklerin, tıpkı yere bağlı bir
ağaç dalının bağlarından kurtulduğunda fırlaması
gibi açığa çıktıkları görülmüştür. Önemli olan bu
kültürel kimliğin bastırılma tarzı ve yaşanan
süreçtir. Sert baskılar çabuk tepki çekmesine
rağmen, yumuşak ve farkında olmadan yapılan
homojenleştirme ve kimliği yok etme süreci
beklenmedik bir yerde ve şekilde sekteye
uğrayabilmektedir. Bu isimlerin değiştirilmesi
olabileceği gibi, aynı duyguları uyandıran ortak
melodilerde veya bir spor alanında elde edilen
başarının paylaşılmasında ortaya çıkabilmektedir.
Futbolda Dünya kupası karşılaşmaları toplumlar,
kültürler ve kıta'lar arası yaşanan ilginç bir
mücadeleye, farklı bir milli heyecana, bireylerdeki
silinmekte olan mensubiyet duygusunun açığa
çıkmasına yol açmıştır.
Özellikle
güçlü ülkeler karşısında ezilmişlik duygusu yaşayan
ve şahsiyetli bir başkaldırı ihtiyacı hisseden
ülkelerde bunun yansıması hayli ilginç
olmaktadır. Bu bakımdan Türkiye açısından
karşılaşılan manzarada, başarıların sonucunda yoğun
bir toplumsal duygu ve bilinç artışına sahne
olmuştur. Bayrak bir toplumsal sembol olarak ön
plana çıkmış, toplumun bütün kesimleri tarafından
çok yoğun biçimde kullanılmıştır. Ülkenin
marjinalleşmiş kesimleri, bölücülük ve irtica gibi
töhmet altında kalmış bazı katmanlar spordaki
başarının gururunu paylaştıkları görülmüştür.
Özellikle maçlarda elde edilen başarılar ülke
insanlarının kendilerine özgüven kazanmasına, bu
topluma mensup olduklarından dolayı duydukları
hazzın yükselmesine, yeni kuşakların milli
sembollerine ve ülkelerine bağlılıklarının
artmasına vesile olmuştur. Gazetelere yansıyan bir
öğrencinin milli takımın başarılan karşısındaki
feryadı "bana ülkemi ve bayrağımı sevmeyi
öğrettiniz" şeklinde insanların duygularına
tercüman olmuştur.
Türk milli takımının umulmadık ve benzeri daha önce
görülmemiş başarısı, ekonomik ve idari krizlerden
bir türlü çıkamayan Türkiye için adeta bir 'devrim'
olarak yaşanmıştır. İdeolojilerin ve siyasi
kampların çöktüğü dünyamızda gittikçe dağılmaya
başlayan toplumların yeni bir duygu atmosferi ile
tekrar bütünleşmeye başladıkları görülmüştür.
Türkiye'de olduğu gibi dünyanın pek çok yerinde
atomize olmuş, parçalanmış toplumlar spor etrafında
birleşmeye ve ortak kimliklerini bulmaya
başlamışlardır. Kazanılan başarılar yeniden millet
haline gelmeyi veya millet olduğumuzun
hatırlanmasına katkı sağlamıştır.
Gazeteci Ertuğrul Özkök'ün değerlendirmesiyle
eskiden atomize bir millet iken futboldaki dünya
çapında kazanılan başarılar sayesinde "tek millet"
haline geldik.
Önce ülkücü-devrimci, sonra laik-şeriatçı, sonra
alevi-sunni, sonra Türk-Kürt diye bölündük. Futbol
sayesinde bütün bunları unutup yeniden tek millet
olduğumuzu hatırladık. Özkök'e göre duvarların
yıkılışından sonra belki de en önemli sosyal ve
ekonomik devrimlerden birine tanık oluyoruz. Bunun
adı "Spor Devrimi"... Savaşların, etnik
çatışmaların, ideolojilerin paramparça ettiği
dünyada yeni bir olay yükseliyor. Dünyanın her
yerinde atomize olmuş, parçalanmış toplumlar spor
etrafında birleşiyor. Toplumun uç kesimini temsil
eden ve marjinal görülen pek çok kesim bu sayede
kendilerini bu toplumun bir üyesi olarak gururla
ortaya koydu. Türbanlı kızlar üniversite
kapılarından sonra ilk defa Milli Takım için sokağa
indiler. Siyasilerin, medyanın birleştiremedi-ği,
hatta tam aksine kamplaşmasına yol açtığı genç
insanlar, sporun yarattığı başarı duygusu etrafında
bir araya geldi. Şimdi spor yeni bir toplumsal
projeyi ve dönüşümü gerçekleştiriyor. Yeni bir
milliyetçilik türü yaratıyor. Bunun adı artık
"milliyetçilik" değil, başına "yeni" sıfatı gelmiş
bir toplumsal vaka ile karşı karşıyayız. İnsanlar,
yeniden toplumlarıyla iftihar etmeyi öğreniyorlar.
Bir zamanlar insanları "Kahrolsun" çığlığı ve
"ötekinden" nefret etrafında birleştiren
ideolojilerin yerini, "Yaşasın" duygusu etrafında
bir araya getiren yeni bir dayanışma zihniyeti
doğuyor. Sporun bu "değiştirici", "dönüştürücü",
"meşrulaştırıcı" ve "moda yaratıcı" gücü genç
insanlara heyecan verecek bir hareket ortaya
çıkarmaktadır. Pek çok yönden karamsar bir ortamdan
spor vasıtasıyla insanlarımız yeniden umut verici ve
kendine güven duygusuyla dünyaya bakabildiler. (Özkök
2002:)
2002 Dünya Kupasındaki Türk Milli takımının
başarısı üzerinde düşünülmesi gerektiğine işaret
eden Ho-caoğlu, (2002: 2) elde edilen dünya
üçüncülüğünün yarattığı sevinç dalgasının üzerinde
çok ciddî fikir egzersizlerinin yapılmasına ihtiyaç
hâsıl olduğu düşüncesinde olduğunu ifade eder.
"Hepimizin şahit olduğu üzere, Dünya Şampiyonasının
başlangıcından îtibâren gösterilen büyük ilgi,
sâdece bir futbol maçı merakı olmanın çok ötesine
ulaştı. Finale doğru yaklaştıkça tırmanan heyecan,
bilhassa Senegal ile yapılan yarı-final maçı ve
sonrası, benim gibi, futbola ciddî (veya hiç) bir
alâka duymayan insanları bile kavradı ve kilitledi.
Dünya şampiyonu olmayı hayâl etmeye bile cesaret
edemediği açüVa belli olan insanımız tarafından
üçüncülük, inanılamaz bir başarı olarak kabul
edildi; günler boyunca maçlara kilitlenen Türk
insanı, yurda dönen sporcularımıza tam bir millî
kahraman muamelesi yaptı." Hocaoğlu kendisi gibi
birçok insanın futbola karşı hiçbir ilgisi olmadığı
halde, elde edilen başarılar karşısında ortak bir
milli heyecan uyandırdığını belirtir. Bu heyecan
sadece bir futbol heyecanı değildir. Bu heyecan her
türlü olumsuzluklara rağmen büyük bir toplumsal
birlik bilincinin çok diri olduğunu, yâni bir
"millet" olduğunu göstermeye muvaffak olan bir
heyecandır.
Bu futbol başarısı bütün dünyadaki Türklere
unutmaya yüz tuttukları millet olma mensubiyetini
tekrar hatırlattı. Bu maçlar, farkına varmadan, bu
ülkenin insanlarının sâdece aynı toprakta birlikte
yaşamak mecburiyetinde kalan "mekanik vatandaşlar"
değil, bu ülkeyi gönüllü bir irâde ile sahiplenen
"organik vatandaşlar" olduğunu gösterdi. Toplumun
kendisi güçlü bir bilinç geliştirerek: "Demek ki,
Bizler, gerçekten de büyük işler başarabilirmi-şiz!"
özgüvenini kazandı. "Bu dünya üçüncülüğünün toplum
olarak, kendisine duyduğu güveni büyük ölçüde
kaybetmiş Bizler'in içimizde tutuşturduğu kıvılcım
budur: Biz en zor olanı dahi elde edebilecek bir
potansiyele sahip gerçek bir milletiz!" Türk milleti
bu vesileyle kendisini keşfetmeye başladı. Bu alanda
gösterdiği başarıyı diğer
alanlarda da
gösterebileceği inancını tekrar yakaladı.
Başarısızlık ve güvensizlik duygusundan kurtulmak
için bir kıvılcım elde etti. Şimdiye kadar dünya
standartlarında yüksek seviyeli başarılar elde
edemeyen bir millet olarak kendi alnının teri ile,
bileğinin ve beyninin gücü ile bu başarı seviyesini
tutturabilmesi millet olma bilincinin
yüksekliğini gösterir. (Hocaoğlu 2002: 2)
Bir başka akademisyen yazar Umur Talu da futboldaki
başarılarla milliyetçilik arasında olumlu bir
korelasyon kurmaktadır. Ona göre kimi futbol
kanalıyla milliyetçiliğin en koyusuna atlasa da,
kimi de yıkıcı, ayrımcı bir milliyetçilikten futbol
kanalıyla barışçı bir milliyetçiliğe geçi-verir.
Örneğin kendilerine göre ayrımcı, etnik bir
milliyetçiliğin saldırganlığını da yaşamış,
acılarını da çekmiş Japonlar, bir zamanlar,
İmparator adına kendi canının esamisinin okunmadığı
kör gözlü ve saldırgan bir milliyetçiliğin içinden
süzülüp gelmiş bir ulus, tüm bir ulusu
birleştirebilen bir sevinç, tasa ayrıca keyif ve
şölen kanalını keşfetmenin kıpır kıpır halindeydi.
Tarihsel farklılıklarla da olsa, Koreliler de öyle.
'Hiddink for President' yazacak, yani Hollandalı
teknik direktörü devlet başkanlığına layık görecek
kadar enternasyonalleşmiş bir milliyetçiliğe
varmışlardı. Futbol, başkalarını dışlamadan,
başkalarına acı vermeden, 'zafer' uğruna
evlatlarınızı feda etmeden, 11 adam üstünden, milli
duyguları, milli heyecanları, milli karnavalları ve
elbet hüzünleri yaşamanın şu andaki en barışçı yolu.
İngiltere teknik direktörü ise galiba ilk kez bir
yabancı; İsveçli Eriksson. 'Saf ırk' Almanya bile
ilk kez zenci bir Almanı, maçın sonlarında da olsa
milli formaya kavuşturdu. Mustafa Doğan bir Alman
milli. Diğer Türk gençleri Türkiye'ye kaptırmamak
için, Yıldıray gibilerini kaçırmamak için Almanya
tedbir alıyor. Fransızların, Hollandalıların,
İngilizlerin, Belçikalıların, hatta Kuzeylilerin,
futbol kanalıyla farklı ırklardan, etnik kökenlerden
ve
dinlerden 'vatandaşları'nı
kabulünde zaten epeyce yol alındı. Milliyet bir
olgu. En enternasyonalistimizin bir yerinde dahi
futbol vesilesiyle bir aidiyet sinyali veriyor.
Buna karşılık, milliyeti, insan yıkımına doğru
sürükleyenlerin karşısında, futbolun enternasyonal
cümbüşü içinde yumuşayan, başkasını yok etmeden
kazanılacak zaferlere, kendi yok olmadan
alınabilecek mağlubiyetlere alıştıran bu oyun iyi
bir teselli. (Talu 2002: 4)
Dünya kupası üzerine genel bir değerlendirme yapan
Mehmet Yılmaz ise futbol mücadelesini soğuk savaş
sonrası hakim güçlerle diğerleri arasındaki bir
hesaplaşmaya dönüştüğüne işaret ediyor. Türkiye ve
Güney Kore, Dünya Kupası finallerinde ilk dörde
kalmayı başararak bir ilke imza atmasını, yerleşik
futbol kültürüne alternatif bir soluk getiren bu
durumun Amerika'nın ünlü haber kanalı CNN tarafından
'İşte yeni dünya düzeni' başlığı ile tüm dünyaya
duyurulması üzerinde duran yazar, bunun gerçekten
böyle olup olmadığının sorgulanması gerektiğine
işaret eder. Çünkü Amerika Birleşik Devletleri
önderliğinde yürütülen yeni dünya düzeni projesi,
nihai çerçevesi tam olarak çizilmeden muallakta b:rakılan,
kaos ve kriz ortamlarından maksimum çıkar sağlamaya
yönelik bir gerilim politikası takip
etmektedir. Bu gerilim alanına Dünya Kupası
finallerinde de bir nebze şahit oluyoruz. Hakim
medeniyeti temsil eden ülkelerin takımlarına
karşı oynayan ülkelerin, dünyanın dört bir yanından
kolayca taraftar bulması bu gerçeğin küçük bir
göstergesi kabul edilebilir. Uluslararası stratejik
karar mekanizmalarından dışlanan, ekonomik, mali ve
finans halkasında edilgen bir unsur olarak
görülen, sosyo-politik ve kültürel alanda 'yok'
farz edilen insanlar, tanınmak, bilinmek ve sisteme
entegre olmak istiyor. Bu açıdan bakıldığında
Senegal'in ilk sekize; Güney Kore ve Türkiye' nin
ilk dörde girmesinden sonra tüm dünyada insanların
sokaklara dökülerek bu
başarıları kutlamasını sadece futbolda başarıya
duyulan bir açlık olarak izah etmek ne kadar doğru
olacağını sorguluyor. Sevinç gösterilerinin sadece
o ülkenin kent ve kasabalarında değil, hakim
medeniyetin kalbi sayılan New York'ta, Paris'te,
Berlin'de, Vi-yana'da 'hortlaması' aslında üzerinde
düşünülmesi gereken çok önemli ve anlamlı bir
olguyu işaret ediyor. (Yılmaz
2002: 2)
Özellikle tarihin sonu ve medeniyetler çatışması
gibi Batı -Amerikan medeniyetinin tek önemli güç
olarak tescil edilme aşamasında dünyanın farklı
coğrafyalarından ve farklı medeniyet ve
kültürlerinden ortaya çıkmaya başlayan dinamizm,
fırsat bulduğunda kendini ifade etmeye
çalışmaktadır. Hakim medeniyetin dışladığı ülkeler
futbol yoluyla da olsa kendilerini dünya sahnesinde
hissettirmenin tadını yaşamakta ve
paylaşmaktadırlar. Yazara göre Türkiye'nin, Dünya
Kupası'ndaki başarısı, yalnızca Türkleri değil,
Asya'daki, Afrika'daki, Avrupa'daki, Ame-rika'daki
çeşitli renk, ırk ve dildeki insanları da mutlu
edecektir. Hor görülen ve yenilgiyi kaderleriymiş
gibi kabullenen mazlum milletler, Türkiye'nin
başarısını kendi başarıları gibi görecek ve bunu
hakim medeniyete karşı kazanılmış bir zafer gibi
algılayacaktır. Önemli olan, futboldaki bu mevzi
başarının sürekliliğini sağlamak; ekonomi, siyaset
ve uluslararası strateji alanlarında da aynı
başarıya doğru bir an önce milletçe yol almaya
başlamaktır.(Yılmaz 2002: 2)
Dünya kupası başarısından önce, Türk insanı sporda
dünya çapındaki başarıları güreşçilerimizde ve Naim
Sü-leymanoğlu'nun halterde gösterdiği yeteneklerle
yaşadı. Bunların haricinde ciddi başarılar ve
zaferler yaşayamadığı için dünya milletleri
karşısında belirsiz bir eziklik yaşadı. Bu ezikliği
kırma noktası Süleymanoğlu'nun üst üste rekorlar
kırarak elde ettiği başarılar olmuştur.İlk defa 1988
yılında Türkiye adına Seul'de Olimpiyatlara katılan
Naim Süleymanoğlu koparmada 152,5kg kaldırdı.
silkmede ise ard arda 180-185-190 kg kaldırarak
toplamda 342,5 kg ile inanılması güç bir dereceyle;
9 Olimpiyat ve Dünya Rekoru kırarak Olimpiyat
Şampiyonu oldu.. 1992 yılında yapılan Barselona
Olimpiyatları'nda rakiplerine ezici bir üstünlük
sağlayarak altın madalyayı yine ülkemize kazandıran
Naim, aynı yıl Uluslararası Halter Basın Komisyonu
tarafından Dünyanın en iyi sporcusu seçildi. Ünlü
Time Dergisi'ne Atatürk'ten sonra kapak olan ikinci
Türk olma başarısını gösterdi. Bir Türk sporcusu
ilk defa Naim Süleymanoğlu adıyla ve başarısıyla
Time dergisine kapak konusu oldu. Tüm zamanların en
büyük haltercisi cep herkülü lakabını kazanan Naim
Süleymanoğlu, madalyaları ve rekorları ile tarihe
geçti. Kilosunun üç katını kaldıran Naim
Süleymanoğlu, üç Olimpiyatta kazandığı altın
madalyalar ile Türkiye'nin ilk sporcusu olma
başarısı gösterdi. Türk insanı karamsar havasından
ilk defa kurtularak bizden birinin başarısını
paylaşarak kendisine güven oluşturdu.
Küreselleşmenin ekonomik ve siyasi anlamda
egemenliğini pekiştirecek güçlü araçları vardır ve
etkin olarak kullanılmaktadır. Kültür alanında da,
medya ve popüler kültür aracılığıyla meydana
getirdiği etki hayli yüksektir. Ancak toplumların
milli kültürlerinin gücü ve derinliği bu kültürel
etkiye karşı güçlü bir direnç oluşturmaktadır.
Çeşitli araçlarla sunulan kültür unsurları bir anda
küresel bir etki göstermekte, ama bu etki sürekli ve
kalıcı olamamaktadır. Bir anlık veya dönemlik
modalar halinde insanların yiyeceğinden,
giyeceğinden, dinleyeceği müziğe kadar bir çok
alanda belirleyici olma çabalan boşa
çıkabilmektedir. Bu tür küreselleşme
faaliyetlerinin ardında belli kültürlerin ve siyasal
güçlerin olduğu açıktır. İstense bile kültürel
etkileşim tek taraflı bir teslimiyet şeklinde
sürdürülemez. Bazı güçlü kültürler muhatap oldukları
diğer güçlü ve köklü kültürlerin varlığından
rahatsrz olur. Bu tür kültürlerin kolayca teslim
olmayacaklarını ve kendi kültürel kimliklerini
koruyacaklarını düşünürler. Dolayısıyla bu
egemenlik mücadelesinde sürekli empoze edilen ve
yaygınlaştırılmaya çalışılan inanç, güçlü kültürün
hedef olduğu ve vazgeçilmez olduğu inancıdır. Bu
inanca göre sürekli ilerliyoruz ve bugünkü çağda
mutlaka medeni olabilmemiz için, müzik, edebiyat,
film, mimari ve benzeri sanatların bize sunulan
formlarını kabul etmemiz ve uygulamamamız gerekir.
Hatta kültürün en önemli unsuru olarak dil bile
egemen kültürün dili olmalıdır. Çünkü onlara göre bu
dil dünya dilidir ve bütün dünya insanlarının bunu
bilmesi ve kullanması küresel toplumun
tamamlanabilmesi için gerekli koşuldur.
Kültürde bütün zorlamalara karşı köklü bir geçmişe
ve derinliğe sahip toplumlarda kendiliğinden belli
bir direnç geliştiği gözlenmektedir. Film
endüstrisinin Amerikan merkezli bütün
büyüleyiciliği ve profesyonelliği karşısında hala
kendi karakteristiği ve kimliği ile direnen bir
Fransız sineması buna örnektir. Amerikan sineması
kendine özgü popüler kültür unsuru olarak dünyayı
etkisi altına almakta, hem belirli bir hayat tarzı
sunmakta, hem de büyük miktarda ekonomik kaynak
sağlamaktadır. Hemen hemen dünyanın her yerine
ulaşmakta ve seyirci toplayabilmektedir. İçerdiği
mesajlar açısından son derece küreselci mahiyette
olup, kendilerini insanlığın temsilcisi ve tek
hakimi olarak doğal bir biçimde sunabilmektedirler.
Buna karşı direnecek fazla alternatif çıkmamasına
rağmen, geleneksel kültür kimliğine sahip ülkelerin
kendi karakteristik damgalarını vurabildikleri
örnekler önemlidir. Bu sebepten edebi niteliğinden,
kullanılan araçlardaki sembollere kadar bir çok
unsurun üretilen eserlerde yer aldığı
gözlenmektedir. Adı konmamış bir milliyetçiliğin bir
sanat eserine teknoloji ve ekonomiyi de içine alacak
şekilde yerleştirilmesi, küreselleşme karşısında
kendiliğinden gelişen bir milliyetçiliğe işaret
etmektedir.
Ülkemizin yüzyıllardır sürdürdüğü modernleşme ve
Batılılaşma sürecinde toplumsal hayatımıza taşıdığı
birtakım kültürel unsurların benimsenmesi ve eski
geleneksel unsurların tamamen terk edilmesi oldukça
sıkıntılı olmuştur. Batılı ve medeni olabilmenin
yolu olarak sunulan Batının modernleşmiş kültürel
tarzı belli kesimlerce kabullenilmesine rağmen,
toplumun bütünü açısından fazla bir anlam
taşımamıştır. Örneğin topluma sunulan Batı tarzı
müzik, bütün uğraşlara rağmen olduğu gibi girememiş
ve kendi kültür unsurlarıyla sentezlenerek topluma
hitap edebilmiştir. Barış Manço bunun tipik bir
örneği olmuştur. Hem modern, hem milli, hem de
sanatçıya özgü karakteristiği yakalayarak bütün
toplum tarafından be-nimsenebilmiş ve dışa
açılmıştır. Sanat müziği ve halk müziği icracıları
artık eserlerini yeni nesillere ulaştırabilmekte ve
geniş kesimler tarafından sevilerek
dinlenmektedirler. Halbuki kültürün Batılılaşması
ve küreselleşme sonucunda yeni yetişen nesillerin
kendi tarzlarını terk edip, sunulan tarzları takip
etmeleri gerekirdi. Müziğin estetiği ve evrenselliği
noktasında Batı tarzı yok sayılmadan, geleneksel
milli tarzın geliştirilerek üst düzeylere
çıkarıldığı gözlenmektedir. Bunun adı konmasa da
belli oranda milliyetçilik olarak kabul edilmesi
gerekmektedir. Çünkü müzik bireyden evrensele uzanan
boyutta bir milletin (veya kültürün) bütün
üyelerini ortak duygularda ve estetik zevkte
birleştirebilmektedir.
Türk kültür coğrafyasında müziğin ne kadar önemli
bir kültür unsuru olduğu çok basit bir gözlemle
ortaya konabilir. Türkiye'de etnik farklılaşmayı
bölücülük unsuru haline getirenler bile Türk
müziğinin evrensel ve milli formları karşısında
çaresiz kalmaktadır. İçimizde milliyet ve din
esasına göre azınlık olanların bile etkisinde
kaldığı bu musiki formları, bu coğrafyada yaşayan
insanlara ortak duygular hissettirebilmekte ve
kuvvetli bağlar tesis etmektedir. Sanat müziği
alanında eser veren Ermeni besteciler bunun en
önemli örneğidir. Karşılıklı etkileşimin açıklığı ve
kültürü zenginleştirdiği noktasında doğudan batıya
büyük bir coğrafyada kendi karakteristiğini
yakalayan Türk müziği, toplumun önemli bir ortak
noktasını oluşturmaktadır. Azerbaycan, Urfa-Kerkük,
Ege, Karadeniz, Rumeli, Orta Anadolu gibi farklı
yörelerin hem kendi karakteristiklerini ifade
ettikleri, hem de Türk müziği formunda insanları
ortak duygularda birleştirdikleri görülmektedir. Bu
milli kültür unsuru tarihsel değil, canlı olarak
yaşanan ve bütün evrenselci kalıpları zorlayarak
varlığını hissettiren bir unsurdur.
Sonuç
Küreselleşme
ve milliyetçilik günümüzün en önemli tartışma
konularından birisi olmuştur. Sosyolojinin bilim
haline geldiği dönemden beri devam eden metod
arayışları içinde bu tartışma, kurulacak
perspektife göre farklı anlamlar yüklenerek farklı
noktalara sürüklenmiştir. Tartışmanın geçmiş
yüzyıllardaki gelişmelerle de iç içe olduğu göz
önünde tutularak ele alınması, konuyla ilgili çok
sayıda farklı boyutun ortaya konmasına imkan
vermektedir. Konuya ilerîemecilik ve evrenselcilik
perspektifinden bakan bilim adamı ve düşünürlerin
küreselleşme adı ile ortaya koydukları teoriler daha
çok zorunlu determinist bir yaklaşıma dayanmaktadır.
On dokuzuncu yüzyılda sosyal bilimlere de egemen
olan mutlak ve çizgisel determinist anlayışın
bugüne yansıması olarak nitelendirebileceğimiz
açıklamalar, insanlığın mutlak olarak yaşanan
gelişmelerle bütünleşeceği, homojenleşeceği ve
farklılıkları ortadan kaldırarak tek millet, tek
devlet, tek kültür, tek ekonomi oluşturarak bir
entegrasyona gideceğini iddia etmektedirler. Bu bir
anlamda Hegel'in 'tarihin sonu' ve Comte'un 'pozitif
hal' öngörülerine benzemektedir. Zaten bunu iddia
eden yazarların kendi ifadeleri de bu etkilenmenin
olduğu yönündedir. Asıl tartışma da burada
çıkmaktadır.
On sekiz ve on dokuzuncu yüzyılın ilerlemeci ve
evrenselci teorisyenlerinin kendi dönemlerindeki
gelişmeleri ve meydana gelen olayları böyle
yorumlamaları karşısında, umulmayan ve beklenmeyen
olaylar diğer bazı düşünürleri bu konuda tamamen
ters yönde teoriler geliştirmeye yöneltmiştir.
Bunun başlıca sebebi öncekilerin yaşadıkları
dönemdeki olayları, sosyal gerçekliğin doğru
bilgisine ulaşabilecekleri doğru yöntemler ve
araçlar kullanarak seçmemelerinden ve doğru
yorumlayamadıkla-rından kaynaklanmaktadır. Aynı
hatanın günümüzde geliştirilen teorilerde
tekrarlanması, meydana gelen sosyal olayların ve
devam eden sosyal süreçlerin doğru çözümlenmesini
engellemektedir. Bunun için sosyal olayların ve
süreçlerin çok yönlülükleri ve iç içelikleri doğru
olarak ortaya konması gerekmektedir. Birbirine zıt
bakış açılarıyla ortada olan sosyal olgu ve sosyal
süreçleri görmezden gelerek, inkar ederek ve
mücadele ederek anlamak ve anlamlandırmak mümkün
görünmemektedir. Çünkü tartışmaya temel teşkil eden
geçmiş dönemin tartışmalarının devam ettiği zemin
ile günümüzde yaşanmakta olan sosyal olay ve
süreçlerin devam ettiği sosyal zemin birbirine
benzemektedir. Buna dayanarak tek yönlü ve tek
biçimli yaklaşımlar yerine sosyal olay ve sosyal
süreçlerin birbiriyle ilişkileri ve
geçişliliklerini.görmek ve ortaya koymak
gerekmektedir.
Küreselleşme konusunda ortaya atılan iddiaların
dayandıkları önemli bazı olgusal gerçeklikler inkar
edilemez biçimde ortadadır. Çalışmamızın ikinci
bölümünde özetlediğimiz üzere, dünyadaki teknolojik
gelişmeler hem üretim ekonomisinde, hem de sosyal
yapılarda eski dönemlere göre köklü farklılaşmaların
ortaya çıktığını göstermektedir.
|