|
Küreselleşme Karşısında Yerelcilik, Bölgeselcilik ve
Milliyetçilik
Dünyanın gittikçe tek kutuplu ve tek biçimli bir
sona doğru gitmekte olduğu düşüncesi bazı temel
varsayımlara dayanır: Birincisi bunu destekleyen
sosyal, kültürel ve ekonomik birtakım olaylar ve
olguların varolduğudur. Sosyo-kültürel alandaki bu
olayları bir açıdan baktığınızda böyle
yorumlayabilirsiniz. İkincisi egemen batı
toplumlarını dünyanın merkezine alan ve bütün
insanlığı bundan ibaret olarak görmektir. Üçüncüsü
tarihin doğrusal bir ilerleme içinde insanlığı
olumlu bir sona doğru götürdüğünü kabul etmektir.
Bunun kesin determinist bir ilişki sisteminde olduğu
düşüncesi bir nevi kadercilik anlayışına dayanır.
Halbuki ne birtakım olgu ve olaylar sosyal
gerçekliğin kendisidir, ne bütün insanlık Batı
toplumlarından ve kültüründen ibarettir, ne de
toplumların hayatında düz çizgisel bir kaderlilik
süreci vardır. Bu varsayımlar tartışılan konunun
sosyal ve tarihsel gerçekliğe ne kadar uygun olup
olmadığını da gösterir.
Gerçekten yirminci yüzyılın bittiği ve yeni bin
yılın başladığı günümüzde yaşanmakta olan bazı
gelişmeler yukarıdaki iddiaları doğrular
mahiyettedir. Bilgi ve haberleşme teknolojisindeki
gelişmelerin hızla artması ve yaygınlaşması
toplumlar arasında hem ekonomik, hem kültürel hem de
siyasal anlamda yakınlaşmalara ve benzeşmelere yol
açmaktadır. Bu aynı zamanda bütün toplumlar için
ihtiyaçtan doğan bir taleptir. İnsanlar mutlu ve
müreffeh bir ortam oluşturabilmek için ihtiyaçları
olan bütün gelişmelerden faydalanmak isterler. Fakat
bunun sınırlandırılması olmazsa güçlü toplumların
egemenliği
altında adapte olmaya ve kimliklerini kaybederek
asimile olmaya doğru giderler. İşte bu ince çizgide
hem küreselleşme vardır, hem de milliyetçilik
vardır. Küreselleşme bu dönemin yegane ve karşı
konulamaz gerçekliği değildir. Sadece yaşanmakta
olan birtakım olaylar dünyada bir küreselleşme adı
verilen sürecin varlığını desteklemektedir. Halbuki
insanlığın ve toplumsal-kültürel hayatın en önemli
gerçeklerinden birisi de toplumsal farklılıklara
dayanan milletler olgusu ve milliyetçiliktir.
Küreselleşme etkisinde kalan toplumların kendi milli
kültürel özellikleri terk etmek zorunda olduğundan
söz ediyorsak, bu toplumlara mensup olan insanlar
hakim kültürün temsilcisi toplumların kültürel
özelliklerini aynı şekilde benimsemek durumundadır.
Artık müzik zevkinden, yemek alışkanlığına, giyim
tarzından eğlence tarzına, dilinden sanatına,
kültürel değerlerinden milli ülkülerine ve tarihine
kadar pek çok alanda kendi karakteristiklerini terk
etmek zorunda kalacaktır. Eğer küreselleşme zorunlu
bir sosyal süreç ise ve bütün toplumlar bu süreci
yaşamak zorunda olan bir kadere sahipse fazla söze
gerek yoktur. Sosyal gerçekliğin evrensel
yasalarından kaçış olmadığını kabul ederek buna
boyun eğmek son çaremiz olacaktır. Halbuki sosyo-kültürel
alanda böyle bir gerçeklik gözlenmemektedir. Bu
anlamdaki küresel hareketlerin karşısında milliyetçi
hareketlerin ve yerelleşme eğilimlerinin canlandığı
da dikkate değer boyutta güçlendiği görülmektedir.
Bazılarının yaşadığımız sosyal ve tarihsel süreci
küreselleşme olarak adlandırmasına rağmen, bu
sürecin aynı zamanda kendi antitezini içinde
barındırarak milliyetçiliği yükseltmesi söz
konusudur.
Küreselleşme Yerelleşme
içinde bulunduğumuz dönemi ve şartları nasıl adlan-dırırsak
adlandıralım, karşımızda küreselleşme olarak kabul
edilen ve ifade edilen bir nitelendirme vardır. Bu
nitelendirmenin dayandığı toplumsal olaylar ve
gelişmeler
bir taraftan küreselleşmenin meydana geldiğini
gösterirken, bir taraftan da buna zıt bazı
gelişmeleri meydana geldiğini ve ortaya önemli bir
problem çıkmaktadır. Toplumsal olayların gittikçe
daha fazla küreselleşmesinin toplumun ulus-devletle
özdeşleştirilmesini daha da sorunlu bir hale
sokarken, bizi küresel, ulusal ve yerel arasındaki
bağıntıları şimdiye kadar olduğundan çok daha fazla
ciddiye almaya zorlamasıdır. (Keyman 2000: 26)
Küreselleştiği iddia edilen dünyamızda beklenen
entegrasyon tam olarak gerçekleşememekte ve
toplumlar arası her türlü akışkanlık eski statüleri
ve kapalı kimlikleri etkilemektedir. Bugün dünya
nüfusunun önemli bir kısmı siyasal sürgün, mülteci,
göçmen/kaçak işçi, turist olarak ya da mesleklerinin
gereği ulusal sınırlar ötesinde hareket halindedir.
Hareket halinde olan, sınır tanımayan bir başka şey,
araç ya da bilgi olarak teknolojidir. Aynı şekilde,
para/sermaye ulusal sınırları çoktandır aşarak,
küresel dolaşıma girmiştir. Medya mesajları,
görüntüleri sürekli akış halindedir. Nihayet,
bunlara bağlı olarak ideolojiler, fikirler hiç bir
sınır tanımayacak şekilde insanlara ulaşmaktadır. (Alankuş
2002: l) Dünyanın her tarafından bilgi, kültür,
para, insan akışının hızlandığı bir dönemde
insanların kendilerini tanımlama ve güven duygusu
içinde sığınacakları kimlik mekanları problem
teşkil etmektedir.
Dünyadaki meydana gelen ve son yıllarda hızlanan her
türlü akışkanlık, bir yanıyla insanları ait olduğu
yerlerden koparan bir dinamik yaratmıştır. İnsanlar
çeşitli sebeplerden dolayı doğup büyüdükleri
köylerden, kentlerden, hatta ülkelerden koparak
kendileri için bilinmedik yeni ilişkiler,
yalnızlıklar, dolayısıyla yeni dayanışma arayışları
doğuran diyarlara doğru yola çıkmışlardır.
Mensubiyet duydukları mekanlardan kopan veya
koparılan insanlar kendilerine yeni dayanışma
biçimleri, yeni mensubiyet
bağlan oluşturmaya çalışmışlardır. Kendilerini içinde bulundukları
yalnızlık ve ezilmişlikten kurtaracak bağlar aramaya
yönelecekler, eğer bağlantı kurabilecekleri güçlü
milli ve kültürel dayanakları varsa, "yüce bir
ulusun üyesi olmak" bilincini yükseltmeye
yönelmişlerdir. Diğer yandan gündelik yaşam
pratikleri içerisinde yeni karşıtlıklar ya da
etkileşimler içerisine girmişlerdir. Bu
karşıtlıklar ve etkileşimler kimilerinin sınıfsal
örgütlenme, feminist ya da çevreci örgütlenmede
olduğu gibi yeni dayanışma biçimlerinin sağladığı
yeni aidiyetler oluşturmalarına yol açarken;
kimilerinin ise, yetirdikleri din kardeşliği,
hemşehrilik duygularını veya etnik kimliklerini
yenileyerek içine yerleşmelerine yol açmıştır. Bir
taraftan küreselleşmenin getirdiği tehditler ve yeni
imkanlar, bir taraftan da kendilerini
tanımlayabilecekleri ve güvenebilecekleri kimlik
mekanları olarak milliyetçilik hareketleri
güçlenmeye başlamıştır. Dünya pazarında ulus-ötesi
şirketlerin küresel egemenlikleri ve
yayılmacılıkları, yer yer kendilerini farklı
hisseden kesimlerce yerelcilik, bölgecilik ve
milliyetçilik olarak tepki gösterilmesine yol
açmaktadırlar, globalleşme sürecinin iki yüzü
vardır: bir yüzü evrenselleşme, diğer yüzü
yerelleşmedir. Küresel akışkanlığın yarattığı
karşılaşmaların şiddeti karşısında, global olan
karşıtını/yereli yaratır, sonra onu içine
almaya/yutmaya çalışırken kendisi de yerelleşir.
globalleşme süreci evrenselleşme (benzeşme) ve
yerelleşme (farklılaşma) yönünde iki dinamiği bir
arada barındıran, ikisini etkileşime geçiren,
sonuçta ikisini de dönüştüren bir süreçtir. Kimi
yazarlar bu dönüşümü melezleşme olarak
adlandırmaktadır. Artık global olanın da yerel
olanın da bütün görüntüleri melez görüntülerdir. (Alankuş
2002: 2) (Küreselleşme Bölgeselleşme)
Küreselleşmenin mevcut kültürel ve siyasal yapıları
evrensel kalıplar içinde eritme eğilimi, farklı
karakteristik yapıları tehdit etmektedir. Bazı
yazarlar son zamanlarda
en genel anlamda günümüz küreselleşmesinin temel
niteliğinin evrenselcilik ve yerellik arasındaki
gerilim"olduğunu ileri sürmektedirler. Fukuyama'nın
liberal piyasa ideolojisinin evrenselleştirilmesi
olarak "tarihin sonu tezi" çok uluslu kapitalizmin
küreselleşmesiyle birlikte farklılıkların aynılık
içerisinde çözülmesine, yani kültürel
homojenleşmenin ortaya çıkışına dikkat çekti.
(Keyman 2000: 226) Appadurai'ya göre "bugünkü
küresel etkileşimlerin temel sorunu kültürel
homojenleşme ve kültürel heterojenleşme arasındaki
gerilimdir. Bugünün küresel kültürünün temel
özelliği aynılık ve farklılığın kendilerini
güçlendirmek için karşılıklı olarak birbirlerinin
unsurlarını yok etme siyaseti ve böylece
Aydınlanmanın ikiz fikirleri olan muzaffer evrensel
ve esnek yereli başarılı bir şekilde kendilerinin
taşıdığını ilan etmeleridir. (Appadurai 1990: 17;
Keyman 2000: 227) Uluslar arası ilişkiler kuramına
hakim olan ve görünürde rakip olan bu iki konum,
yerelin evrensele asimile edilmesi vasıtasıyla
evrensel ve yerel arasındaki paradoksal ilişkinin
çözülme şeklini de belirlemektedir.
Küreselleşmenin aşırı genelleştirici yanı yerel,
bölgesel ya'da milli ölçekteki farklılıkları
örtmektedir. Bu farklı kültür birimlerini örtme
süreci olarak karşımıza çıkan küreselleşme', aynı
zamanda yeniden yerelleşme ve yeniden millileşmeye
yol açacak gibi görünmektedir. Stuart Hall'a göre
bugünkü küreselleşme sürecinde evvelki dönemlerden
kalma ulus devlet ve milli kimlik farklılıkları
erozyona uğramaya başlamıştır. Ulus devletin, milli
ekonomilerin, milli kültürel kimliklerin erozyonu
çok karmaşık ve tehlikeli bir andır. Birdenbire
ulus devletlerin tarih sahnesinden silineceğini
zannetmek büyük bir yanılgı olur. Hall'a göre
"küreselleşmeyle birlikte ulus devletler çağı
geriledikçe, ulusal kimliğin saldırgan ırkçılık
tarafından yönlendirilen çok savunmacı ve çok
tehlikeli
bir biçimine dönülmektedir." Yine O'na göre
"küreselleşmenin ulus-devletlerin, ulusal
ekonomilerin, ulusal kültürel kimliklerin
egemenliğinde olduğu bir dönemden yeni bir döneme
geçişin iki yüzü vardır: Küresel ve yerel. (Hail
1998: 47)
Bugün küreselleşmenin en önemli savunucuları
arasındaki liberal düşünürler, yerelleşmeyi
küreselleşmenin bir parçası olarak
yorumlamaktadırlar. Örnek olarak Kazım Berzeg
küreselleşme ve yerelliğin liberalizmin iki
determinist tezahürü olduğunu belirtir. Yerel ve
küresel arasındaki ilişkiyi orta çağ bağlamında
açıklamaya çalışır. Küreselleşmenin yeni bir süreç
olmadığına dair iddialara önceki bölümlerimizde yer
vermiştik. Aynı şekilde günümüzde dile getirilen
küreselleşme ve yerelleşme tartışmaları da tarihi
süreçten bağımsız değildir. Buna göre Orta Çağ
Avrupa'sında ekonomik ve sosyal gelişme, karşımıza
yerellik ve küresellik süreçlerini çıkartmaktadır.
Orta Çağ, Berzeg'e göre kuşkusuz bir yerelleşme
çağıdır ve bu durum zorunlu olarak aynı zamanda ilk
küreselleşme eğilimlerinin doğmasına sebep
olmuştur. Orta Çağdan sonra dikkatle tahlil
edildiğinde, 1776 ile 1875 arasında
smırlandırabileceğimiz "liberal anayasacılık çağı"
dünyada tekrar "yerellikle küreselliğin" birlikte
geliştiği dönem olmuştur. Federe devletlere yasama
yetkisini de veren, bütün kamu görev ve
hizmetlerini, halk oyuyla seçilen ve merkezi
otoriteye karşı bağımsız görevlilere tevdi eden,
valisini, hakimini, emniyet müdürünü, savcısını
mahallinde halka seçtiren, yalnızca seçmenlerine
karşı sorumlu kılan Amerikan siyasi sistemi, hâlâ
"yerelci ve federatif karakterini korumaktadır. (Berzeg
2002:10)
Dünyadaki değişim trendini yorumlayan gözlemciler,
globalleşme (globalization) olarak nitelenebilecek
olgusal gelişmelerle birlikte dikkati çeken bir
diğer olgunun Yerelleşme (Localization) olduğunu
kabul etmektedirler.
İngilizce Globalleşme ve Yerelleşme kelimelerinin
birleştirilmesiyle oluşturulmuş "Glokalleşme" (Glöcalizâtion)
kavramı son zamanlarda sosyal bilim literatüründe
yaygın olarak benimsenen ve kullanılan kavramlardan
birisi haline gelmiştir. Glokalleşme, kısaca
"uluslararası ilişkilerde global gerçeklerden
hareket ederek global düşünmeyi, otarşizm yerine
dışa açılmayı, dünya ekonomisi ile bütünleşmeyi;
ülke içinde ise merkezi yönetim kanalıyla ekonomiyi
ve siyaseti yönlendirme yerine yerel yönetimleri
daha fazla güçlendirmeyi" ifade ediyor. (Aktan
2002:2) Yerelleşmenin küresel boyutta ve
küreselleşmenin bir gereği olarak ele alınması belli
bir zaruretten kaynaklanıyor. Küreselleşmenin
bütünleştirici ve homojenleştirici boyutunun yol
açtığı kimliklerin ve farklılıkların silinmesi
süreci bu yaklaşımın çabuk güçlenmesine sebep
oluyor. Bu durumu iyi gözlemleyen ve değerlendirmek
isteyen küreselleşmeci güçler kendi egemenliklerini
daha rahat sürdürebilmek için yerelleşmeyi merkezi
güçlere karşı teşvik ediyor. Yerelleşmenin siyasal
gücün tek elde toplanmasını önleyeceği ve böylece
yerel demokrasilerin güçleneceği iddia ediliyor.
Küreselleşmenin bütün farklılıkları yok edici ve
bütün dünyayı birbirine benzer hale getirici
yaklaşımı Hail tarafından rahatsız edici bulunuyor.
Bunun için içinde yaşadığımız sürece yerel
bakımından bakmak gerektiğini belirtiyor.
Küreselleşmenin milli ve yerel kültürleri kendi
potasında eriterek yok etme tehdidi kendiliğinden
bir milliyetçi ve yerelci tepki doğuruyor. (Hail
1998: 55) Batının modernleşmeci ve kolonileştirmeci
yaklaşımları uygulama alanı bulduğu ortamlarda
genellikle mesafe almalarına rağmen ciddi
tepkilerle karşılaşmışladır. Önceleri kenara çekilip
pasif bir bekleme sürecine giren çevreler, zaman
içinde uygun ortamlarda kendi farklılıklarının
tanınması için girişimde bulunmuşlardır.
Genellikle
güçlü kökleri olan milli kültürel kimlikler
dışarıdan gelen kimliklerini yok edici etkilere
derinden bir direnç göstermektedirler. Bu direnç
müzikte, resimde, edebiyatta, modern sanatlarda,
futbolda, siyasette ve genel olarak toplumsal
yaşantının her alanında gözlenmektedir.
Küreselleşmeciliğin dünyayı bütünlüğü içinde ele
almaya çalışması karşısında ortaya çıkan
problemlerle ilgili olarak bölgesel yaklaşımlar
ilgi görmeye başlamıştır. Falk'a (2001: 83-85) göre
bölgeselcilik, küresel dünya düzeninde çıkacak
problemlere çözüm yolu olarak görünüyor. Ona göre
bölgeselcilik Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkan
eğilim ve yapıları doğru olarak tespit ettiği ve
kendine özgü bir dizi reçete ve stratejileri
geliştirme noktasında ikna edici gelmektedir.
Bölgeselcilik, barış, sosyal adalet, insan haklan ve
demokrasi gibi dünya düzeni hedeflerine ulaşmaya
yönelik fiili ve potansiyel katkılara sahiptir.
Bölgesel aktörlerin önemli rolleri arasında, olumsuz
(negatif) küreselleşmeyi kontrol altına almak;
hastalıklı anarşizmi zayıflatmak; olumlu (pozitif)
küreselleşmeyi teşvik etmek; ve olumlu
bölgeselciliği teşvik etmek görevleri sayılabilir.
Faik küreselleşmenin olumsuzlukları karşısında
bölgeselciliğin pozitif bir takım katkıları
olacağını düşünmektedir. (Küreselleşme Makaleleri)
Dünyada bir taraftan globalleşme yönünde gelişmeler
olurken, öte yandan ilk bakışta globalleşme ile
tezat oluşturan Bölgeselleşme akımı yaygınlık
kazanıyor. Dünyada çeşitli ülkeler başta iktisadi
alanda olmak üzere çeşitli alanlarda birbirleriyle
ittifak yapma eğilimleri içerisine giriyorlar. Daha
önce ideolojik ittifaklar yerini iktisadi işbirliği
ve ittifaklara bırakmaktadır. Sosyalizmin çöküşü ile
birlikte askeri alanda ittifak konusu daha farklı
bir boyut kazanmış durumda. Ekonomik alanda ise
ülkeler arasında bölgesel entegrasyon hareketleri
her geçen gün daha önem kazanıyor. Bugün üç ayrı
kıtada bölgesel ticaret blokları oluşmaktadır.
Avrupa Kıtasında, Avrupa Birliği; Amerika Kıtasında
Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması (NAFTA),
Asya Kıtasında ise Asya-Pasifik Ekonomik işbirliği
(APEC) bölgesel ekonomik entegrasyonlarına örnek
oluşturmaktadırlar. Bir taraftan dünyada
globalleşme ile ticari sınırlar kalkarken diğer
taraftan bölgeselleşme ile dünya coğrafyasında
farklı bir "kutuplaşma" (polarization) oluşmaktadır.
(Aktan 2002: 2) Bu durum küreselleşmenin merkezinde
olan ülkelerde bile tek eğilimin hakim olmadığını,
sürekli alternatifler geliştirildiğini
göstermektedir. Yirmi birinci yüzyılın tek
alternatifinin küreselleşme olmadığı ve dünyadaki
farklı ve önemli güç merkezlerinin Hesaba katıldığı
bir düzen oluştuğu gözlenmektedir. Bu yüzden
bölgeselleşmenin küreselleşmenin yanında bir sosyal
gerçeklik olarak dikkate alınması gerekmektedir.
(Çeçen 2002: 4)
Bazı yazarlara göre küreselleşme sürecinin
karşısında gelişen bölgeselleşme, küreselleşmenin
bir ara istasyonu değil, tam aksine alternatifidir.
Dünya küresel bir uygarlık yerine, yeni anlayışlar
çerçevesinde bölünmeye doğru gitmektedir.
Küreselleşme, bir bütünleşmeyi değil, farklı
kültürler, farklı uygarlıklar ya da bölgeler
arasında yeni çatışmaları beraberinde getirecektir.
Yine bu grup, dünya ekonomisi içerisindeki
eşitsizliğe dikkat çekiyor ve bunun dünyada neo-liberallerin
dediği gibi, küresel bir uygarlığın doğuşundan
ziyade, köktendinciliğin ya da saldırgan
milliyetçiliğin doğuşuna yol açacağını
savunuyorlar. (Bozkurt 2000: 4) Küreselciliğin
dünyada yol açtığı dengesizlik karşısında gösterilen
tepkilerin boyutları farklı biçimlerde görülmekte ve
yorumlanmaktadır. Bu anlamdaki küreselleşmenin
sosyal adalet ve refahı artırma yerine tek taraflı
bir uluslar arası sömürüye yol açtığı düşünülmekte
ve eleştirilmektedir. Sömürgeciliğin klasik
yöntemlerinin yerini küreselleşme ile birlikte yeni
ve etkili araçlar almıştır. Böylece kıskaç içine
alınmış olan gelişememiş üçüncü dünya ülkeleri,
dünyanın gittikçe derinleşen gelir adaletsizliği
dolayısıyla yeniden sömürgeciliğin ağına
düşmektedirler. Bunun Kemalizm gibi milli
direnişlerle karşılaşması son derece normaldir.
(Işıklı 2002:2) Işıklı küreselleşme ve Kemalizm
arasındaki ilişkiyi sömürgeciliğe karşı verilen
mücadelenin bir biçimi olarak yorumlamaktadır.
Dolayısıyla küreselleşmenin yükselmesi aynı zamanda
milliyetçiliğin yükselmesi anlamına gelmektedir.
Komünizmin çökmesi ve Soğuk Savaşın sona ermesi ile
birlikte bir taraftan liberal kapitalizmin dünya
egemenliği ve tek sistem olarak ilanı yapılırken,
komünist sistemin baskısından kurtulan milli ve dini
kimlikler küllenen bilinçlerini yeniden kazanarak
canlanmaya başlamıştır. Özellikle baskı altında
tutulan dini hareketlerin canlanmaya başladığı
gözlenmektedir. Küreselleşme çağında adeta "yeni bir
soğuk savaş" meydana getirecek biçimde dini
milliyetçiliklerin yükselmekte olduğu iddiaları
gündemi doldurmaktadır. Milliyetçilik hareketi önce
Batıda ve yayılarak diğer kültürlerde genel olarak
seküler-laik zeminde gelişmiştir. Seküler
milliyetçilik kavramı, eski sömürge
imparatorluklarından türetilmiş milletlerin içinden
çıkan geleneksel etnik ve dini liderlerin yerine
yeni bir ideolojik zeminde anlam kazanan milliyetçi
liderler çıkarmıştır. Kendi vatanı ile
ilişkilendirilmiş bir seküler milliyetçiliğe daimi
olarak inanmış milliyetçiler, modern çağın kimlik
belirleyici unsuru olarak sahip çıkmışlardır.
Mısır'ın Cemal Abdünnasır'ı ve Hindistan'ın
Cevahirul Nehru'su bu yeni ruhu canlandıran önemli
örnekler olarak karşımıza çıkar.
(Juergensmeyer2001: 29) (Küreselleşme ve Yerelleşme)
"Bütün dünya bir köy" sloganı ile ifâde edilen
küreselleşme olgusunun gerçekten de dünyayı
küçülte, küçülte bir küçük köy hâline dönüştürüp,
dönüştüremeyeceği
tartışma konusudur. Bu olgunun aynı zamanda yeni
kapitalizm ve yeni kolonyalizm olduğuna dair
iddialar vardır. Küreselleşmenin bir taraftan ulu
s-devletlerin ve milliyetçiliklerin sonunu
getirdiği düşünülürken, bir tarafta da 'glokalleşme'
ve yeni milliyetçilik dalgalarının yaşandığı
gözlenmektedir. Küreselleşmenin ulus-devletlerin ve
milliyetçiliklerin sonunu getirdiğini" îlân
etmesine rağmen, aslında bu ikisinin de sonlarının
gelmeyip, tam tersine, artık bölgesel (regional)
gözükmeye başlayan "eski ve küçük" ulus-devletlerin
tarih sahnesinden çekilmeye başlayıp yerlerine daha
büyük çaplı uluslara dayanan, daha farklı ve daha
büyük çaplı (territorial) ulus-devletlerin ve daha
farklı ve daha büyük çaplı milliyetçiliklerin
gelmeye başlayıp, başlamadığı ayrı bir tartışma
konusu olmuştur. (Hocaoğlu 2001:2)
İnsani çatışmalar ve sosyal problemler çağımızda
lokalden küresel düzeye çıkmıştır. Bunlar insanın
seçimini, lavranışlarını, yönünü doğrudan veya
dolaylı olarak etki-emektedir. İnsan neslinin dünya
üzerindeki karşılaştığı problemler artık herkesi
ilgilendirecek boyutlardadır. küresel gelişmeler
ülke sınırlarının ötesinde uluslar arası ve
kültürler arası düzeyde olaylara sebep olmaktadır.
Bu yüzden küreselleşme tartışmasına giren bilim
adamları karşı karşıya kaldığımız bu yeni durumun ve
yeni düzenin farklılığına işaret etmektedirler.
Özellikle sanayi devriminin ortaya çıkardığı
kapitalizmin yeni bilişim devrimiyle şekil
değiştirmesi ve Soğuk Savaş sonrası doğmaya başlayan
yeni dünya düzeni iki temel boyut olarak ele
alınmaktadır. (Mohan 1992: xvi) Bu değişiklikler
bütün dünyayı etkilerken, insanların bireysel ve
milli hayatlarını da değiştirmeye başlamış ve
kayıtsız kalınmasını engellemiştir. Bir nevi global
gelişmeler insan türüne meydan okuma durumundadır.
Küresel adını alan gelişmelerin insanların ve
toplumların karakteristik orijinalliğini yok
etmeden, sadece evrensel boyutta vazgeçilemez
değerleri, ilkeleri, ve idealleri yaygınlaştırması
istenen bir durumdur. Baskıcı, zorba ve gayri insani
yaklaşımların, ortaya çıkan bu süreçte ortadan
kaldırılması memnuniyet verici olarak kabul
edilebilir. Bu anlamda insan haklarının ve
demokrasinin gelişmesi bütün toplumlar ve milletler
için olumlu bir sonuç meydana getirir. Her millet
kendi kendini yönetebilmek ve kendi mensuplarına en
iyi imkanlar geliştirebilmek için bunu bir fırsat
olarak kullanabilir. Bu anlamda küreselleşme
oluyorsa istenen ve tercih edilen bir süreç
olacaktır. Fakat gerçek hayatta meselenin farklı
boyutları olduğu görülmektedir.
Batı merkezli dünyanın gittikçe egemenlik ağlarını
ekonomik, kültürel ve hatta siyasal olarak diğer
devlet ve milletler üzerinde yaygınlaştırmak için bu
gelişmeyi araç olarak kullanması küreselleşme
hakkında endişeler doğurmaktadır. Özellikle Amerika
Birleşik Devletlerinin soğuk savaş döneminde Doğu
bloğuna karşı Batının liderliğini üstlenmesinin
ardından, bu düşman bloğun yıkılmasıyla dünya
liderliğine yükselmesi ve bunu meşrulaştırma
gayretleri bu endişeyi artırmaktadır. Amerika,
karşısında başka alternatif kalmamasından dolayı
dünya egemenliğini birtakım meşrulaştırma
araçlarıyla herhangi bir tepki çekmeden sağlama
manevraları geliştirmektedir. Bunun siyasi, ahlaki,
kültürel ve ekonomik boyutları vardır. Teknolojinin
en fazla yansıdığı alan olarak görünen ekonomide
artık önlenemez bir küreselleşme sürecinin yaşandığı
iddiası hayli inandırıcı görünmektedir. Fakat tröst
haline gelen dünya şirketleri ne hikmetse belli
merkezlerin menfaatine çalışmakta ve hedef seçilen
ülkelerin gelişmeleri çeşitli yollarla
tıkanmaktadır.
Bu tarihsel ve toplumsal süreç milletlerin varlığını
ve devamlılığını bir kez daha güçlü bir şekilde
ortaya koyar. Bir sosyal kültürel gerçeklik olarak
insanlık aleminin ayrı birimlerden meydana geldiği,
bu milletler ve kültürler farklılığı yaşanmakta olan
sürecin temel dinamiklerinden olduğu tespit edilir.
Gerçekçi ve bilimsel yaklaşımlar çağımızdaki
mücadelenin sosyolojik ve tarihsel boyutunu bu temel
üzerinde yorumlayabilir. Evrensel boyutta bazı
temel ilkelerin var olduğu kabul edilerek
milletlerin de birer evrensel gerçeklik alanı
olarak varoldukları gözlemlenir. Milletlerin ve
farklı kültürlerin bir gerçeklik alanı olarak kabul
edilmesi de ister istemez bunu inkar eden akımlar
karşısında milliyetçiliklerin yükselmesine yol açar.
Küreselleşmenin dünyaya sunduğu Batılı değerler
medenileşme ve gelişme adına dünyanın büyük kısmında
kabul görmektedir. Bu değerlerin dayandığı temel
ilkeler arasında insan hakları, demokrasi ve
milletlerin kendi kaderlerini tayin hakları gibi
özellikler sıralanabilir. Modernleşmenin de bir
değeri olarak kabul edilen milliyetçilik, günümüzde
küreselleşmeciler tarafından hoş karşılanmasa da
varlığını sürdürecek görünmektedir. Çünkü insan
haklarının ve demokrasinin yaygınlaştığı bir
dönemde milliyetçiliğin bunlardan bağımsız
düşünülmesi mümkün değildir. Milliyetçilik ve
demokrasi, önümüzdeki dönemde, birbirini tamamlayan
ve besleyen ilkeler olarak hem millî hem de küresel
ölçekte giderek daha çok ağırlık kazanacaktır. Başka
bir deyişle, millet ve demokrasi gerçeğinin,
küresel ölçekli kültürel ve düşünsel homojenleşme
riski karşısında, beşeriyetin varlığının en büyük
garantörü olduğu giderek daha çok fark edilecektir.
Çünkü, gerek ferdî ve millî niteliklere haiz sosyal
varlıkların hayatiyeti, gerek bütün insanlığın
ortak çıkarlarının gözetilmesi, gerekse bunlar
arasındaki ahengin temini
meselesi, yeni yüzyılda da önemini artırarak
koruyacaktır.(Öz 2001: 3)(Küreselleşme ve
Bölgeselleşme)
|