|
Küreselleşme,
Ekonomik Kriz ve Türkiye
Giriş
Küreselleşme, yoğunlukla son iki on yılda; ekonomik,
politik, teknolojik ve entelektüel alanlarda,
kapsamlı bir dönüşümü içeren bir sürecin adıdır.
Küreselleşme hareketi, ekonomik, kültürel ve politik
alanlarda çok sayıda faktörün eş anlı olarak
sürüklediği bir eğilim, bir rüzgardır. Rüzgar, eski
ekonomiden yeni ekonomi yönüne eski teknolojiden
yeni teknoloji tarafına, eski modern düşünceden yeni
post-modern düşünce doğrultusuna, eski siyasal
yönetim anlayışlarından, yeni siyasal yaklaşımlar
yönüne doğru esmektedir.
Küreselleşme bir akım kavramıdır. Eğitimden
siyasete, üretimden iletişime değişim dinamikleri,
örneği olmayan, öngörülmeye çalışılan farklı bir
toplum yapısına yönelik biçimde yol almaktadır. Kimi
öngörülere göre, hedef toplum yapısı, "bilgi
toplumu" olacaktır. Mevcut sanayi toplumlarında,
sınai üretim ilişkileri tarafından belirlenen ürün,
üretim, talep, tüketim şirket, ölçek vb. kavramları,
bütünüyle anlam değiştirmekte, sanayi ötesi toplum,
ya da bilgi toplumunun inşasında yeni anlamları ile
yer almaktadırlar. Kol gücü ve makine gücüne dayalı
eski sanayi devrimleri, beyin-bilgi gücüne dayalı
yeni bir devrim aşaması ile tamamlanmakta, her bir
devrim insanlığa yeni vizyonlar sağlamaktadır.
Küreselleşme süreci bu anlamda bir insani/toplumsal
ilerleme tanımı ile örtüşmektedir. Bilimsel/teknik
gelişmenin, ekonomik/toplumsal gelişmenin ana
sebebi olmasa bile temel sebeplerden önemli biri
olduğu da vurgulanabilir.
İdeolojik kamplaşmadan neşet eden soğuk savaş
döneminin kapanması, küreselleşme sürecini
hızlandıran bir etken olarak belirtilebileceği gibi,
bunun tersinin de doğru olarak kabul edilmesi, hatta
bu ikinci fikrin daha ağır bastığının ifade
edilmesi, sonucu değiştirmeyecektir.
Ekonomide küreselleşme ise; emeğin, malların,
sermayenin ve bilginin toplum içi ve toplumlararası
akışkanlığının önceki dönemlerle
karşılaştırılamayacak derecede artması, buna bağlı
olarak yeni bir ekonomik/toplumsal yapılanma
sürecinin ortaya çıkmasıdır.
Küreselleşmenin temel dinamiklerinin, genellikle
gelişmiş ülkeler düzeyinde aktif duruma geldiği
görülmektedir. Gelişen ülkeler, bu sürece uyum
sağlamaya çalışan, pasif taraf olarak ortaya
çıkmaktadır.
Dışa açılan ve küreselleşme sürecinden yararlanmak
isteyen gelişen ülkeler, büyük çoğunlukla ekonomik
krizlere sürüklenmişlerdir. O halde, küreselleşme
süreci tehlikeli midir? Yoksa, gelişen ülkeler,
sürece uyumda zorlanmakta mıdır? Bu çalışmada bu ve
benzer soruların cevabı aranacaktır.
1. Fırsat ve Tehdit Olarak Ekonomik Küreselleşme
Genel küreselleşme sürecinin temel sürükleyici
alanlarından en önemlisi kuşkusuz ekonomide yaşanan
küreselleşme hareketidir.
Ekonomide, ulusal ekonomilerin
piyasalaşma sürecinin tamamlanmasına paralel
olarak, uluslararası piyasalarda da bir gelişme
dönemi yaşanmıştır. Özellikle uluslararası hammadde
ve mamul mal piyasalarının kurum ve kurallarının
oluşturulması, yerleştirilmesi ile devam ve
düzeninin sağlanması, yaklaşık elli yıldır
sürmektedir. Bugün gelinen aşamada, dünya
ticaretinin 2005 yılından itibaren çok büyük ölçüde
liberalleşmesi ile, uluslararası mal piyasaları,
gerçekten küresel bir piyasalaşma düzeyine
ulaşabilecektir.
Diğer taraftan,
sermaye piyasaları uzun yıllar önce kurulup
geliştirilmiş bulunan sanayileşmiş ülkelerarası
sermaye hareketlerinin liberalleştirilmesinden
sonra, 1980'li yıllarla birlikte, gelişen ülkelerde
de sermaye piyasaları, henüz tam ulusal gelişmesini
tamamlamadan liberalleşme rüzgarına kapılmıştır.
Burada, gelişen ülkelerin yabancı sermaye
ihtiyacını, sıcak para girişi ile karşılama
gayretinin önemli bir yer tuttuğu ifade edilebilirse
de, gelişmiş ülkelerdeki geniş finansal sermaye
kaynaklarının, yüksek kazanç beklentileri ile,
liberalleşme yönünde baskılar yaptığı da bilinen
bir gerçekliktir.
Belirtilen bu iki trende bakarak, küreselleşmenin
esasen mal ve sermaye piyasalarında küresel ölçekte
genişleme ve serbestleşmeden ibaret olduğu ileri
sürülebilir. Küreselleşme olgusunun ekonomik tarafı
bu tanım çerçevesine indirgenebilir. Ne var ki,
küreselleşme gerçekliğinin bir de zihinsel ve
kültürel süreçte ortaya çıkan hızlı değişim ve
farklılaşma gibi ekonomi dışı olarak
sınıflandırılabilecek bir yanının olduğu inkar
edilemez (ARSLANOĞLU: 1998, s. 254).
Küreselleşmenin bir tehdit olarak algılanması bu
sürecin ulusal, kurumsal veya kişisel rekabet
edebilirlik gücüne olumsuz olarak yansıyacağının
tahmin edilmesidir. Ekonomik küreselleşmenin
orijinine bakılırsa, rekabet gücü yüksek,
sanayileşmiş hatta bilgi toplumu olmuş, üretilen her
bir birim malda, bilgi faktörünün katma değer
oranının daha fazla olduğu gelişmiş ülkelerin olduğu
görülür. Gelişen ülkelerin ucuz emek ve bazı diğer
makul maliyet kalemleri dışında rekabet edebilecek
güçleri yoktur. Ucuz emeğe dayalı rekabet
edebilirlik de uzun süreli olmamaktadır. Gelişen
ülkelerin uzun vadede rekabet edebilirliklerini
geliştirebilecek en temel varlıkları, iyi yetişmiş
genç insan gücüdür. Bu ülkelerde eğitim-öğretim ile
araştırma-geliştirme alanlarında yapılacak
yatırımlarla elde edilebilecek iyileşmeler,
toplumsal dönüşümü istenen yönde kısa yoldan
gerçekleştirme fırsatı verirken, küresel rekabet
gücünün temel referansını da elde etme olanağı
sağlayabilecektir.
Küreselleşme, ABD ve bazı gelişmiş ülkelerde reel
yatırım ve dolayısıyla istihdamın, nispeten daha
rekabetçi olanaklar sağlayan gelişen ülke
ekonomilerine kayacağından endişe ile, işçi
sendikaları tarafından eleştirilmiştir
Ancak diğer taraftan, küresel rekabetin artması ile
birlikte, dünya ülkeleri arasındaki gelir dağılımı
gelişen ülkeler aleyhine bozulmaktadır. Ayrıca,
gelişen ülkeler içinde olduğu gibi, gelişmiş
ülkelerin gelir dağılımında da küresel süreçte
bozulmalar meydana gelmiş görünmektedir (EKİN: 1996,
s. 21). Bu durum son yıllarda gelişmiş ülkelerde
küresel karşıtı eylemlerin yükselmesine sebep olmuş
Küreselleşmenin gelişen ülkeler açısından en temel
yıkıcı etkisi, mal ve sermaye piyasalarında yeterli
gelişmeyi sağlamadan, özellikle finansal piyasalarda
liberasyon ve deregülasyon sonucu, büyük ölçüde
finansal krizlere neden olmasıdır. Latin Amerika
ülkeleri, Türkiye, Uzakdoğu Asya ülkelerinde bu tür
21. yüzyıl krizlerinden örnekler yaşanmıştır. Bu
tür ekonomilerin küresel bir spekülasyona maruz
kaldıkları görülmektedir. Oysa makro ekonomik
istikrar, küresel rekabet edebilirliğin en temel
koşulu olarak öne çıkmaktadır. Finansal
istikrarsızlıklara, uluslar arası ekonomik
kuruluşların getirdikleri çözümler ise yeterli ve
etkili olamamakla eleştiri almıştır.
Küreselleşme, gelişen ülkelerde toplumsal ekonomik
ve siyasal problemlerin kaynağı olmuştur. Gelişen
ülkelerde, özelleştirme, işten çıkarma, ücretleri
düşürme, sendikasızIaştırma gibi sosyal hakların
kısıtlanması, demokratik düzeyde pek tasvip
görmemiş, Uygulamalarda başarısızlıklar yaşanmıştır
(EKİN: 1996, s. 21).
Gelişen ülkeler bakımından, küreselleşme sürecinin,
fırsat olarak değerlendirilebilecek etkileri de
olmuştur. Kapalı ve verimsiz bir ekonomik yapıda
yeterli performansa ulaşamayan ekonomilerin,
küreselleşme sürecinin çeşitli olanaklarını fırsat
olarak değerlendirmeyi başarmışlardır. Küreselleşme
sürecinden zaman zaman olumsuz etkilenen birçok
ülke, bu sürecin nimet ve fırsatlarından da
yararlanmışlardır. Dahili ulusal ekonomide rekabetçi
bir üretim, teknoloji, piyasa yapısı, küresel
rekabet faktörünün etkin değerlendirilmesine imkan
vermektedir. Dış tasarruf ihtiyacının karşılandığı
yabancı sermaye seçenekleri, teknoloji, üretim,
ihracat ve istihdam sağlayabilmektedir.
Diğer taraftan, bilgilere; piyasa, üretim vb.
bilgilere ulaşma hızının çok yükselmesi, genç
nüfuslu gelişen ülkelere, çok değerli bir
entelektüel sermaye fırsatı sunmaktadır. insana,
bilgiye, AR-GE 'ye yapılan yatırımların, makine
teçhizat yatırımları ile karşılaştırıldığında, AR-GE
harcaması getirisinin değerlerine oranla 8 kat
fazla olduğu ölçülmüştür. Zira yeni bir makine eski
bir işin daha iyi yapılmasına yardımcı olur,
niceliksel bir ilerleme sağlar, AR-GE ise yenilik
getirir, yerine geçtiklerinden daha yüksek değer
taşıyan bütünüyle yeni ürün ve hizmetler yaratır (STEWART:
1997, s. 26). Uluslar, beyin gücünü
değerlendirebilmeyi becerebilirlerse, küresel
rekabet edebilirlik anahtarını da yakalamış olurlar.
Buluşlar, patentler, yeni ürün ve üretim süreçleri,
bu anahtarla açılabilecek kapılardır.
2. Küreselleşme Sürecinde Türkiye'nin Koordinatları
Türkiye'nin, küreselleşme sürecinde konumlandığı
koordinatlar, potansiyeli ile hiç örtüşmemektedir.
Her alanda olduğu gibi, ekonomik potansiyeli
harekete geçirerek üretken bir dinamizme
kavuşturabilecek iç ekonomik-politik kararlarda ve
özellikle de uygulamalarda çok büyük handikaplar
bulunmaktadır. Burada, sıcak su kurbağa hikayesi ile
ciddi benzerlikler vardır.
Türkiye'nin dışa açılmaya mecburen yöneldiği
1980'lerden buyana, küreselleşme süreci doğru okunsa
bile, makro ekonomik politik uygulama, eski kumanda
ekonomisi yapısını değiştirmeyi başarabilmiş
değildir.
Tarihte küresel bir ülke niteliği elde etmiş,
parlak bir geçmişin mirasçısı olarak, Cumhuriyet
döneminin kurucu mantığının temel yönelimi gereği,
Avrupa Birliği ile ilişkiler gümrük birliği
düzeyinde küresel-bölgesel bir entegrasyona
oturtulmuştur. Türkiye'nin makro ekonomik anlamda
adaletli, kuralları oluşmuş bir pazar ekonomisi
pratiğini, özellikle mal piyasalarında elde ettiğini
söylemek oldukça güçtür. Sermaye piyasaları ise dar
ve sığ yapıda 1989'dan beri küresel finansal
sermayenin her türlü oyunlarına açık
bulunmaktadır. Dünyada olduğu gibi Türkiye' de de
bu tür spekülasyonlar net bir biçimde
görülebilmektedir.
Türkiye ekonomisi bazı
sektörlerde tekil şirket çabaları ile küresel
rekabeti kavramış, bu anlamda küreselleşmiş bir
görünüm arz ederken, ekonominin dolayısıyla
şirketlerin %99'unu oluşturan KOBİ’erin büyük bir
kısmı dış dünyayla bağlantısı olmayan, küresel
rekabetten kopuk görülmektedir. Buna karşılık
küresel sistem ve makro ekonomik kötü yönetimden
yansıyan sistemik riskler, Türkiye ekonomisinin
rekabetçi dinamiklerini öldürücü etkiler
yapmaktadır. Oysa, AB ile tam üyelik sürecinde,
mükemmel içerikli yasalar çıkarılmış, sözler
verilmiştir.
Kısaca Türkiye'nin makro ekonomik ortamı, gerek
ideal ölçülerde rekabetçi bir pazar ekonomisi
faaliyeti bakımından, gerekse küresel rekabeti
okuyup karşı stratejiler geliştirebilecek bir
dinamizminden şu an itibariyle yoksundur.
Öncelikle ekonomik politik istikrar için daha fazla
özveri beklenmektedir. Bu da topyekun halkın,
KOBİ'lerin, sivil toplum kuruluşlarının denl0kratik
talepleri ile gerçekleşebilir kanısındayız.
Türkiye'de dünden yarına gerçekleştirilen olumlu
adımları, olumsuzluklara feda etmemek
gerekmektedir.
3. Türkiye Ekonomisinde Krizler ve Küresel Süreç
ilişkisi
Türkiye ekonomisi, 1980'li yıllarda birlikte
küresel sürece entegre olacak adımları atmaya
başlamıştı. 1980'deki zorunlu dışa açılmadan sonra,
dış ticarette ve mali piyasalarda gerçekleştirilen
liberalizasyon devreye girer. TL konvertibilite
kazanır. 1989'da 32 sayfalık karar ile, kısa vadeli
sermaye hareketleri serbestleşir. 1987'de AB'ye tam
üyelik müracaatı yapılır, ancak işlem yapılmasına
gerek görülmez. AB ile ilişkiler, 1996'dan itibaren,
gümrük birliği düzeyinde yükselir. Oysa, tam üye
olmadan Gümrük Birliği'ni kabul eden tek ve ilk ülke
Türkiye' dir.
Artık Türkiye ekonomisi, çok büyük ölçüde dışa
açıktır. Dış rekabete açılmak, maliyetlerde,
yatırımlarda bürokratik işlemlerde, dahası bütünüyle
zihniyetlerde, dış rekabetin gereklerine uygun
dönüşümlerin gerçekleştirilmesi demektir. Ekonomik
alanda nasıl nisbi fiyatlar büyük ölçüde
dengeleniyorsa, ekonomik yapı ve zihniyetlerde de
benzer dönüşümlerle bir dengelenme yaşanması
beklenir.
Türkiye ekonomisinin küreselleşme sürecinde, mal,
para ve sermaye piyasalarında rekabetçi bir zemin
yaratılamamış; ekonomik yapı, kamu kesiminin giderek
küçülüp, verimli ve hızlı bir nitelik kazandığı bir
reformlar dizisini gerçekleştirememiştir.
Özelleştirmeden, tarımsal desteklenmeye, yerel
idarelerin güçlendirilmesinden, kamu bankalarının
rehabilitasyonuna, sosyal güvenlik reformundan,
fonların kaldırılmasına kadar daha birçok reformu,
mevcut siyaset mekanizması çerçevesinde
gerçekleştirmek mümkün olamamıştır. Kamu kesimi
küçülme ve etkinleşme yerine, 1990-99 arasında,
borçlanmaya ve bozulmaya devam etmiştir. Bozulma,
kamusal kaynakların dağıtılmasında ve kamu
hizmetlerinin ifası sırasında ortaya çıkan
yolsuzluklarla, adeta özdeşleşmiştir.
Kısaca Türkiye ekonomisi kademe kademe dışa
açılırken, daha açılmanın gerektirdiği dahili
ekonomik reformları, rekabet edebilirliğini
geliştirme yönünde yapamamış, tam tersine kamu
maliyesindeki bozulma, makro ekonomik dengesizliği
daha da kötüleştirmiştir.
Türkiye'nin küresel süreç ile birleşmesinin
gerçekleştiği dönem içinde, 1991'de, 1994'te ve
1999'da krizler yaşamıştır. Buna karşılık, gerekli
önlemler yerinde ve zamanında alınmayınca, Kasım
2000 ve Şubat 2001 krizleri ortaya çıkmıştır:.
Ekonomik krizlerle birlikte, ekonomik darbenin
boyutu da gittikçe ağırlaşmıştır. GSMH'de ciddi
gerilemeler meydana gelmiş, her krizde yüzbinlerce
işçi işsiz kalmış, onlarca KOBİ veya büyük boy
işletme iflas etmiş, batan bankaların sayısı,
batırılan fonların tutan dudakları uçurtan
boyutlara ulaşmıştır
Yaşanan krizlerin ortaya çıkardığı gerçek,
krizlerin esasen, Türkiye ekonomisi ve siyasetinin
bizatihi kendi krizi olduğudur. Küreselleşme
süreci, krizlerin ortaya çıkmasında, sadece bir
etkendir. Ancak, küresel sürece adım attıktan sonra,
hala bir komuta ekonomisini sürdürmek, kamuyu
borçla çevirmeye çalışmak, kamu bütçesinin faizlere
boğulması sonucunu doğuracaktır. Bu kaçınılmaz sonuç
gerçekleştikten sonra, uygulamaya konan istikrar
tedbirleri, yine kaçınılmaz, ertelenemez acı
önlemlerin, denge sağlamak uğruna, birer birer halka
yansıması gündeme gelmiştir. Zira krizler, sadece
finansal alanla ilgili değildir. Ayrıca geniş çaplı
ve uzun dönemli sosyal maliyetleri ve gelir ile
servetin önemli ölçüde yeniden dağıtımını da
beraberlerinde getirir (DORNBUSH. 2001, s. 56).
Küreselleşme sürecinin, özellikle dengesiz gelişen
ülke ekonomilerini adeta bir oyuncak durumuna
getirdiği, her türlü spekülasyona açık bir konuma
taşıdığı bilinmektedir. 1997-98 Güneydoğu Asya
krizlerinde, Malezya'da yaşananlar, ve Malezya'nın
krize karşı aldığı önlemler, bir önemli tecrübe
olarak
önümüzde durmaktadır (KRUGMAN: 2001., s. 134).
Türkiye de, Malezya'nın yaptığı gibi, kısa vadeli
sermaye girişlerini sınırlandırabilirdi. Son
krizlerde, bir finansal piyasa oyunu olduğu
konusundaki kanaatlerin güçlü olduğu da
belirtilmelidir.
Sonuç
Sonuç olarak Türkiye ekonomisinin küresel sürece
sorunsuz entegrasyonu ve KOBİ'ler bakımından uygun
bir ekonomik ortam oluşturabilmesi, biri dış diğeri
iç olmak üzere iki koşula bağlanabilir.
İlki, küreselleşme sürecinin, bizzat egemen,
sürükleyici ülke ve kurumlarınca, daha hakkaniyetli
bir yörüngeye oturtulmasıdır. Buna ikiyüzlü değil,
insani yüzlü küreselleşme de denilebilir.
İkincisi ise Türkiye'nin, başta genç dinamik insan
varlığı olmak üzere mevcut ekonomik potansiyelini,
makul ekonomik hedeflere yönelik olarak hızla
yeniden kurgulaması gerekmektedir. Bunun kolay
olmadığı, 20 yıldır alanlardan anlaşılmaktadır.
Kaynakça
ARSLANOĞLu,
R. A. (1998): " Bir kültürel Karışım Olarak
Küreselleşme", Küreselleşme Sivil Toplum ve İslam
(Der: E Keyman, Y. Sarıbay), içinde. Ankara.
EKİN, Nusret
(1996): Küreselleşme ve Gümrük Birliği, İTO Yayını,
1996-32. İstanbul.
KRUGMAN,
Paul (2001): Bunalım Ekonomisinin Geri DönÜşü
(Çev: Neşenur Domaniç), literatür Yayınları
İstanbul
GRAY,
John (2001): "Melez Kültürler Dünyasında
Siyaset", NPQ Dergisi, Cİlt. 3, Sayı 2.
STEWART,
T. A. (1997): Entellektüel Sermaye, MESS
Yayını, İstanbul.
KAZGAN,
Gülten (2001): "Küreselleşmiş Dünya'da
Küreselleşen Türkiye'nin Krizleri", İktisat
Dergisi, Şubat-Mart 2001, İstanbul.
Kaynak: Ahmet İncekara
|