|
Liberal Olmayan Şehirlerin Paradoksu
Şehirler, çoğu kere, kırsal hayatın
itibar ve haysiyetini düşüren önyargıları kaldıran
aydınlanmış hayatın kaleleri olmuştur. Ama
şehirliler, küçük kasabaların ve köylerin
özelliklerinden olan dedikodu ve sınırlandırıcı
sosyal davranış kodlarından özgür olabilse de, bu,
onların özgürlük felsefesiyle veya onu savunacak
iradeyle donatıldıkları anlamına gelmez. Hatta
şehirlerin nüfusu ve iktisadî-gücü arttığı için,
bunun tam tersinin, günden güne daha çok
karşılaşılan olduğu görülmektedir.
Liberal (liberteryen) kır ile liberal olmayan şehir arasındaki
çatışma, bizim memleketimizde yani İngiltere'de, hâd
safhaya ulaşmıştır. Oysa İngiltere, bir taraftan
avlanmayı yasaklamaya uğraşırken, diğer taraftan
şehirli çoğunluk, şehirli annelere kendi özel
topraklarında keyiflerince "gezinme özgürlüğü (freedom
to roam)" vermeye uğraşan bir ülkedir.
Şehirlerin nüfusu bariz bir şekilde daha fazla devlet kontrolü
lehine oy vermektedir. Dolayısıyla, kırsal nüfusa
göre daha fazla müdahalecidir. Paradoks, şehirli
nüfusun kırsal nüfusa oranla daha az
sınırlandırılmış olmasına rağmen, kendisinin ve
başkalarının hayatlarına siyasî müdahaleyi artırmaya
uğraşmasıdır.
Bu paradoksun yapay bir çözümü, iktisattaki kamu tercihi
teorisinden gelir; bu yaklaşımda, insanların oy
verme alışkanlıkları, onların oy verdikleri çeşitli
siyasî programlardan hâsıl olan fayda ve maliyetler
yönünden değerlendirilmektedir. Şehir hayatı, toplu
taşımadan su ve kanalizasyon sistemlerine, ana
yollar ve tâli yollardan okullara, hastanelerden
itfaiye ve polis teşkilâtlarına kadar çeşitli
kamusal işler için daha fazla ve daha görülebilir
fırsatları verir.
Şehirli nüfus birbiriyle o kadar iç içe geçmiş
hâldedir ki, tekdüze bir altyapının faydalarının
farkındadır; çünkü, bütün bunları çok az bir
marjinal maliyetle kullanabilecektir. Şehirler ve
kasabalar merkezî yönetimler ve iş âleminin
vergileri tarafından sübvanse edildiği ve bu tür
programların maliyetleri kentli seçmenin
omuzlarında olmadığı zaman bu daha belirgindir. İş
âlemi bariz bir şekilde sağılmaktadır; çünkü, daha
fazla vergi veren bir kimsenin daha fazla oy hakkı
elde edemeyeceği bilinmektedir. Bunun içindir ki,
sosyalleşmiş sistemler şehirleşmiş çevrelerde
neşvünema bulacaktır. Sonuçta, siyasî olarak,
şehirli grupların kendi ilgi alanlarının tamamında
devlet müdahalesini her derde deva olarak görme
ihtimali daha yüksek olacaktır.
Diğer taraftan şehirleşmiş dünya ahlâkî olarak özgürleştiricidir.
Yüzyıllar boyu şehirlerin, karşıtı olan kıra göre,
genellikle daha "gevşek (lax)" değerlere
sahip oldukları görülmüştür. Farklı siyasî ve dinî
görüşlere mensup bireyler özgürlüğü, köyün
otoriteryen önyargılarından veya hâkim ailelerin
veya rahiplerin kontrolünden imkân yokluğundan veya
çiftçilik hayatının yoksulluğundan kaçarak mekânı
ünlü eski şehirlerde aradılar.
Modern dünyada insanlar, Paris'e, Floransa'ya, Roma'ya,
Amsterdam'a, Viya-na'ya, Londra'ya ve tabiî ki geçen
yüzyılda New York'a kaçmışlardır. Hangi ülke olursa
olsun; insanlar kendilerini bir kere şehrin eriten
potası içinde bulmaya görsün. Göçmenler, şehir
hayatını yavaş yavaş özümserler; hayli yoğun nüfusa
ve yapılı çevreye sahip şehirleşmiş alanlarda,
artık faydalı olmayan geleneksel değerlerini
terkederler. Şehirliler, daha liberal ve farklı
inanç, ırk, cinsel davranış, evlilik ve benzeri
şeylerle ilgili daha hoşgörülü bir kültüre doğru
tekâmül ederler.
Paradoksun temelleri böylece tamamlanır; şehirliler, hem siyasî ve
iktisadî müdahalelerin hem de ahlâkî özgürlüğün
peşinde koşarlar. Oysa bu ikisinin birlikte
varolmaları zordur. Çünkü, bir kişiden vergi
alınırsa, o parasını istediği gibi harcamakta daha
az özgürdür ve bundan dolayı tercih ettiği hayat
tarzını izlemekte de daha özgür olacaktır. Sonuçta,
şehirsel kontrolün genişlemesi, insanları daha özgür
şehirlere doğru iter.
Ne var ki, şehirliler için başka bir sorun daha gündeme gelir.
Şehrin anonimliği içinde, suçlar neşvünema
bulabilir; bu da, kişisel hayata müdahalelere ve
komşuların ne yapıp yapmayacağıyla ilgili sert
tedbirlere yönelik sınırlandırmaları hızlandırır.
Çoğu İngiliz şehrinde polis, hırsızları ve
dilencileri yakalamak ve onlara mani olmak için
video kameralarla alışveriş merkezlerini ve
caddeleri gözetlemektedir. Gizli yapılan suçla
mücadele etmek için şehir polis idareleri, zorunlu
DNA bankaları ve yoldan gelip geçen plâkaları takip
etmek için -özellikle otoyollarda- daha fazla kamera
kullanımını talep etmektedir.
Suçun köylerdeki göreli azlığı, şehirlerdeki gibi kamera ağlarının
kurulmasını iktisadî olarak savunulamaz hâle
getirmektedir. Ama teknoloji ilerler ve maliyetler
düşerse, bunun imkân dahilinde olabileceği
söylenebilir.
Hâlihazırdaki TV programları da, mahremiyete yönelik son engellerin
ortadan kaldırılmasına ve bir evin içinde gizlenmiş
sıkı fıkı hayatların sır perdelerinin aralanmasına
yönelik şehirsel arzuyu yansıtmaktadır. Bir zamanlar
bir İngiliz erkeğinin evi, onun şatosuydu; ama
portatif TV kameraları ve birtakım canlı yayınların
gündeme gelmesiyle birlikte savunulabilir bir
kültürel mahremiyet (ve gizlilik) mefhumu ortadan
kalkmaya başlamıştır. Oysa bu mahremiyet, kırsal
kesim insanının savunmak için savaşacağı bir
şeydir.
Buna bağlı olarak, başka bir tahripkâr şehirsel
gelişme gündeme gelir: Şehirlilerin anonim hayatı
teknoloji tarafından bir kez aralanır ve özgürlüğün
son kalesi, yani mahremiyet hakkı da -şehirlilerin
kendi kendilerine uyguladıkları bir müeyyideyle-
ortadan kaldırılır.
Yine de, soruna biraz daha dikkatle baktığımızda, paradoksun
nereden kaynaklandığını görebiliriz.
İşbölümü
Şehirler hakikaten özgürleştiricidir. Şehirlerin bir özelliği olan
geniş işbölümü ve uzmanlaşma, günlük angaryaların
yükünü azaltır. Bunun içindir ki, şehrin bu
özelliği, çalışması için çok daha fazla insanı,
özellikle kadını özgürleştirir; çok daha fazla
insanın kırın sunabileceğinden çok daha geniş ve çok
daha zevkli bir hayatın içine girmesini mümkün
kılar.
Bu noktada, Hamlet'in dediği pürüz ortaya çıkar. Kırsal hayat,
insanları, (dışsal) doğaya ve kendi doğalarına daha
yakın tutar. Şehirler, tüketicileri, kırsal kesimde
oturanların normal olarak farkında olduğu/olageldiği
üretim süreçlerinden uzaklaştırır. Herhangi bir
konuda öncü olan bir köye yapılan bir ziyaret,
ziyaret edenlerin hayranlığını kâfi derecede ortaya
koyar; çünkü bu kimseler, bir şeye, örneğin bir
ürüne baktıklarında bu ürünün üretildiği süreci
başından sonuna kadar görebilirler. Bugünün şehirli
tüketicileri -kırsal kesimdeki atalarının üzerinde
birkaç nesil geçmiş olanlar-, gıdalarının nereden
geldiğini, nasıl üretildiğini, nasıl bir süreçten
geçtiğini bilmemektedirler. Bu, kısmen, piyasanın
kaynakların dağıtımında hatırı sayılır ölçüde iyi
olmasından kaynaklanmaktadır. Bir kimsenin, kuzu eti
ızgarasının keyfini çıkarmak için kasap olması
gerekmediği gibi, etin kesildiği yeri veya kuzuyu
yetiştiren çiftçiyi ve benzeri şeyleri bilmesi de
gerekmez.
Bütün bir yıl boyunca, çok az başarısızlıkla birlikte, gıdaları
insanlarımıza getirmede piyasa sisteminin başarısı,
alkışlanacak bir durumdur. Açlık tehdidi, insanlık
tarihinin hiçbir döneminde bu derece azalmamıştır.
Bununla birlikte, şehirliler, yedikleri gıdalar ile bu gıdaların
karmaşık üretim süreçleri arasındaki nedensel
bağlantıları bütünüyle anlamada günden güne
zorlanmaktadırlar. Hepimiz, şehirde oturan ve bir
ineği veya bir ormanı görmeden yetişen çocukların
hikâyelerini işitiyoruz. Onların içine düştükleri
çıkmaz karşısındaki tepkimiz, merhamet etme ve
onları eğitme -onları hayvanları okşamaları için
dışarı çıkarma veya onlara hayvanları korumanın
uygulamada nasıl olduğunu gösterme- isteği şeklinde
tezahür etmektedir.
Ama endişe etmemizi gerektirecek şey nedir? Eğer çocuklar kendi
köftelerini yiyebiliyor ve hiçbir zaman açlıktan
şikâyet etmek zorunda kalmıyorlar, bu da, piyasa
sistemlerinin süpermarketlerde ve diğer mağazalarda
sürekli olarak gerekli malların stok edilmesini
güvence altına almasından kaynaklanıyorsa; o hâlde,
elbette endişe etmemizi gerektirecek bir şey olmaz.
Kökler Farklıdır
Ama bu, iddianın uç noktalarını bir araya
getirdiğimizde böyledir: Şehirler doğal dünyaya
yönelik insanın köklerinin ayrı(ştırı)ldığı oldukça
mükemmel yapay çevreler üretir. Ulusal doğal
parklarda kamp yapma, şehir ailesine, doğal dünyanın
hazzını az da olsa tattırabilir; ama bu, bütün
ömrünü "vahşî ormanlarda" geçirenlerin hayatını
anlama imkânını onlara vermez.
Sorun şu şekilde içinden çıkılmaz bir hâl alır: Kırsal hayat
biçimleri -(yedikleri et için) hayvanları
boğazlamaları, (kullandıkları kâğıtlar için)
ormanları kesmeleri, (gıdaları ve korunmaları için)
vahşî hayvanları avlamaları- şehir halkını taciz
edecek; bu tacizler, kırsal âdetlerin siyasî
yollarla ortadan kaldırılmasına yönelik bir arzuya
dönüşecektir. Oysa şehirlilerin siyasî olarak
müdahale etmek istedikleri hayat, ne anladıkları ne
de katıldıkları bir hayat biçimidir. Örneğin, benim
şehirli parlak bir öğrencim, avlanmayı yasaklamayı
arzular ve bu isteğinde kendi hakları yönünden
garipsenecek bir durum da görmez.
İngiltere, hayli yoğun nüfusa sahip bir ulustur. Büyük ölçüde
şehirli olan ülke, son yıllarda, şehir ve kır
şeklinde belirgin bir şekilde ikiye ayrılmaya
başlamıştır. Şehirde oturanlar, tipik bir şekilde,
iktisadî müdahale için oy vermektedirler.
Şehirlerde daha fazla seçmen yaşadığı için, "kır"ın
gerçek beklentileri ile kırsal kesimin ve onun
hayat biçimlerinin ölümüyle/ortadan kaldırılmasıyla
karşılaşıyoruz. Çünkü onlar, şehirliler için ahlâkî
bakımdan iğrençtirler.
Örneğin, av köpeğiyle avlanma, çoğu şehirli tarafından zulüm ve
barbarlık addedilir. Son dönem İngiltere
Parlâmentosu'nda, bu şekildeki avlanma,
yasaklanmaktan kıl payı kurtuldu. [...] Avlanmanın
yasaklanması için oy kullanan milletvekilleri ve
bunlara oy veren şehirliler, hayvan haklarına dayalı
cür'etkâr fikirlerden ve güçlü bir medyanın
hayvanları "az tüylü insanlar" olarak lanse
etmesinden güç almaktadırlar. Şehirlilerin kırsal
kesimle ilgili bakışı, genellikle, araba
pencerelerinden görülenlere veya kurgulanmış ve
siyasî olarak önyargılı TV programlarının
verdikleri bilgilere dayanır. [...] Şehirlilerin
bilgisi, nadiren kesin bilgiden veya kırsal kesim
insanlarıyla konuşmadan elde edilen izlenimlerden
kaynaklanır; onlar, hiçbir zaman gerçek bir ava
çıkmamışlardır.
Kırsal özgürlüklerin sürekli ihlâli, tabiî ki kırsal kesimde
yaşayanların, şehirli insanların hayat biçimlerinin
ihlaliyle ilgili talepte bulunmaları kadar tenkit
edilmeyi hakeder: Özgürlük, başka insanm
haklarını ihlâl etmediği sürece azaltılma-malıdır.
Kırsal hayatın giriftliklerine karşı hayli
yabancılaşan şehir hayatı, ne kırsal kesimdeki
insanların özgürlükleri ne de genel olarak
özgürlükler için güzel kehânetlerde bulunamaz.
Piyasa süreçleriyle ilgili bir anlayış eksikliği, kırsal hayat
biçimleriyle ilgili bir anlayış eksikliğine eşlik
eder. Piyasa süreçleriyle ilgili bir anlayış
eksikliğiyle malûl şehirliler, bir taraftan kırsal
kesimde oturanların bazılarını kaba insanlar olarak
görmekte; diğer taraftan da, etkinlikleriyle bir gün
"serbest piyasa güçleri"ne, bir başka gün de
"köpeklerle birlikte avlanma"ya karşı savaş
açmaktadırlar. Esasında bu şehirliler, özgürlüklerin
üzerine inşa edildiği temellerden habersizdir. Benim
ülkemde, artan bir şekilde, muhafazakâr kırsal hayat
biçimleri -köpekleriyle birlikte kırmızı paltolu
avcılar- özgürlüğün sembolü oluyorlar.'
Çeviren:
Caner ERKAN
Kaynak:Alexander MOSELEY
|