Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Liberal Olmayan Şehirlerin Paradoksu 

Şehirler, çoğu kere, kırsal hayatın itibar ve haysiyetini düşüren önyargıları kal­dıran aydınlanmış hayatın kaleleri olmuştur. Ama şehirliler, küçük kasabaların ve köylerin özelliklerinden olan dedikodu ve sınırlandırıcı sosyal davranış kodların­dan özgür olabilse de, bu, onların özgürlük felsefesiyle veya onu savunacak iradey­le donatıldıkları anlamına gelmez. Hatta şehirlerin nüfusu ve iktisadî-gücü arttığı için, bunun tam tersinin, günden güne daha çok karşılaşılan olduğu görülmektedir. 

Liberal (liberteryen) kır ile liberal olmayan şehir arasındaki çatışma, bizim memleketimizde yani İngiltere'de, hâd safhaya ulaşmıştır. Oysa İngiltere, bir taraf­tan avlanmayı yasaklamaya uğraşırken, diğer taraftan şehirli çoğunluk, şehirli an­nelere kendi özel topraklarında keyiflerince "gezinme özgürlüğü (freedom to roam)" vermeye uğraşan bir ülkedir. 

Şehirlerin nüfusu bariz bir şekilde daha fazla devlet kontrolü lehine oy vermek­tedir. Dolayısıyla, kırsal nüfusa göre daha fazla müdahalecidir. Paradoks, şehirli nüfusun kırsal nüfusa oranla daha az sınırlandırılmış olmasına rağmen, kendisinin ve başkalarının hayatlarına siyasî müdahaleyi artırmaya uğraşmasıdır.

Bu paradoksun yapay bir çözümü, iktisattaki kamu tercihi teorisinden gelir; bu yaklaşımda, insanların oy verme alışkanlıkları, onların oy verdikleri çeşitli siyasî programlardan hâsıl olan fayda ve maliyetler yönünden değerlendirilmektedir. Şe­hir hayatı, toplu taşımadan su ve kanalizasyon sistemlerine, ana yollar ve tâli yol­lardan okullara, hastanelerden itfaiye ve polis teşkilâtlarına kadar çeşitli kamusal işler için daha fazla ve daha görülebilir fırsatları verir. 

Şehirli nüfus birbiriyle o kadar iç içe geçmiş hâldedir ki, tekdüze bir altyapının faydalarının farkındadır; çünkü, bütün bunları çok az bir marjinal maliyetle kullana­bilecektir. Şehirler ve kasabalar merkezî yönetimler ve iş âleminin vergileri tarafın­dan sübvanse edildiği ve bu tür programların maliyetleri kentli seçmenin omuzların­da olmadığı zaman bu daha belirgindir. İş âlemi bariz bir şekilde sağılmaktadır; çünkü, daha fazla vergi veren bir kimsenin daha fazla oy hakkı elde edemeyeceği bilinmektedir. Bunun içindir ki, sosyalleşmiş sistemler şehirleşmiş çevrelerde neşvünema bulacaktır. Sonuçta, siyasî olarak, şehirli grupların kendi ilgi alanlarının tamamında devlet müdahalesini her derde deva olarak görme ihtimali daha yüksek olacaktır. 

Diğer taraftan şehirleşmiş dünya ahlâkî olarak özgürleştiricidir. Yüzyıllar boyu şehirlerin, karşıtı olan kıra göre, genellikle daha "gevşek (lax)" değerlere sahip oldukları görülmüştür. Farklı siyasî ve dinî görüşlere mensup bireyler özgürlüğü, köyün otoriteryen önyargılarından veya hâkim ailelerin veya rahiplerin kontrolün­den imkân yokluğundan veya çiftçilik hayatının yoksulluğundan kaçarak mekânı ünlü eski şehirlerde aradılar.

Modern dünyada insanlar, Paris'e, Floransa'ya, Roma'ya, Amsterdam'a, Viya-na'ya, Londra'ya ve tabiî ki geçen yüzyılda New York'a kaçmışlardır. Hangi ülke olursa olsun; insanlar kendilerini bir kere şehrin eriten potası içinde bulmaya gör­sün. Göçmenler, şehir hayatını yavaş yavaş özümserler; hayli yoğun nüfusa ve ya­pılı çevreye sahip şehirleşmiş alanlarda, artık faydalı olmayan geleneksel değerle­rini terkederler. Şehirliler, daha liberal ve farklı inanç, ırk, cinsel davranış, evlilik ve benzeri şeylerle ilgili daha hoşgörülü bir kültüre doğru tekâmül ederler. 

Paradoksun temelleri böylece tamamlanır; şehirliler, hem siyasî ve iktisadî mü­dahalelerin hem de ahlâkî özgürlüğün peşinde koşarlar. Oysa bu ikisinin birlikte varolmaları zordur. Çünkü, bir kişiden vergi alınırsa, o parasını istediği gibi harca­makta daha az özgürdür ve bundan dolayı tercih ettiği hayat tarzını izlemekte de daha özgür olacaktır. Sonuçta, şehirsel kontrolün genişlemesi, insanları daha özgür şehirlere doğru iter.

Ne var ki, şehirliler için başka bir sorun daha gündeme gelir. Şehrin anonimliği içinde, suçlar neşvünema bulabilir; bu da, kişisel hayata müdahalelere ve komşula­rın ne yapıp yapmayacağıyla ilgili sert tedbirlere yönelik sınırlandırmaları hızlan­dırır. Çoğu İngiliz şehrinde polis, hırsızları ve dilencileri yakalamak ve onlara mani olmak için video kameralarla alışveriş merkezlerini ve caddeleri gözetlemektedir. Gizli yapılan suçla mücadele etmek için şehir polis idareleri, zorunlu DNA banka­ları ve yoldan gelip geçen plâkaları takip etmek için -özellikle otoyollarda- daha fazla kamera kullanımını talep etmektedir.

Suçun köylerdeki göreli azlığı, şehirlerdeki gibi kamera ağlarının kurulmasını iktisadî olarak savunulamaz hâle getirmektedir. Ama teknoloji ilerler ve maliyetler düşerse, bunun imkân dahilinde olabileceği söylenebilir.

Hâlihazırdaki TV programları da, mahremiyete yönelik son engellerin ortadan kaldırılmasına ve bir evin içinde gizlenmiş sıkı fıkı hayatların sır perdelerinin ara­lanmasına yönelik şehirsel arzuyu yansıtmaktadır. Bir zamanlar bir İngiliz erkeği­nin evi, onun şatosuydu; ama portatif TV kameraları ve birtakım canlı yayınların gündeme gelmesiyle birlikte savunulabilir bir kültürel mahremiyet (ve gizlilik) mefhumu ortadan kalkmaya başlamıştır. Oysa bu mahremiyet, kırsal kesim insanı­nın savunmak için savaşacağı bir şeydir. 

Buna bağlı olarak, başka bir tahripkâr şehirsel gelişme gündeme gelir: Şehirli­lerin anonim hayatı teknoloji tarafından bir kez aralanır ve özgürlüğün son kalesi, yani mahremiyet hakkı da -şehirlilerin kendi kendilerine uyguladıkları bir müey­yideyle- ortadan kaldırılır. 

Yine de, soruna biraz daha dikkatle baktığımızda, paradoksun nereden kaynak­landığını görebiliriz. 

İşbölümü 

Şehirler hakikaten özgürleştiricidir. Şehirlerin bir özelliği olan geniş işbölümü ve uzmanlaşma, günlük angaryaların yükünü azaltır. Bunun içindir ki, şehrin bu özelliği, çalışması için çok daha fazla insanı, özellikle kadını özgürleştirir; çok daha fazla insanın kırın sunabileceğinden çok daha geniş ve çok daha zevkli bir hayatın içine girmesini mümkün kılar. 

Bu noktada, Hamlet'in dediği pürüz ortaya çıkar. Kırsal hayat, insanları, (dış­sal) doğaya ve kendi doğalarına daha yakın tutar. Şehirler, tüketicileri, kırsal ke­simde oturanların normal olarak farkında olduğu/olageldiği üretim süreçlerinden uzaklaştırır. Herhangi bir konuda öncü olan bir köye yapılan bir ziyaret, ziyaret edenlerin hayranlığını kâfi derecede ortaya koyar; çünkü bu kimseler, bir şeye, ör­neğin bir ürüne baktıklarında bu ürünün üretildiği süreci başından sonuna kadar görebilirler. Bugünün şehirli tüketicileri -kırsal kesimdeki atalarının üzerinde bir­kaç nesil geçmiş olanlar-, gıdalarının nereden geldiğini, nasıl üretildiğini, nasıl bir süreçten geçtiğini bilmemektedirler. Bu, kısmen, piyasanın kaynakların dağıtımın­da hatırı sayılır ölçüde iyi olmasından kaynaklanmaktadır. Bir kimsenin, kuzu eti ızgarasının keyfini çıkarmak için kasap olması gerekmediği gibi, etin kesildiği yeri veya kuzuyu yetiştiren çiftçiyi ve benzeri şeyleri bilmesi de gerekmez. 

Bütün bir yıl boyunca, çok az başarısızlıkla birlikte, gıdaları insanlarımıza ge­tirmede piyasa sisteminin başarısı, alkışlanacak bir durumdur. Açlık tehdidi, insan­lık tarihinin hiçbir döneminde bu derece azalmamıştır.

Bununla birlikte, şehirliler, yedikleri gıdalar ile bu gıdaların karmaşık üretim süreçleri arasındaki nedensel bağlantıları bütünüyle anlamada günden güne zor­lanmaktadırlar. Hepimiz, şehirde oturan ve bir ineği veya bir ormanı görmeden yetişen çocukların hikâyelerini işitiyoruz. Onların içine düştükleri çıkmaz karşısın­daki tepkimiz, merhamet etme ve onları eğitme -onları hayvanları okşamaları için dışarı çıkarma veya onlara hayvanları korumanın uygulamada nasıl olduğunu gös­terme- isteği şeklinde tezahür etmektedir. 

Ama endişe etmemizi gerektirecek şey nedir? Eğer çocuklar kendi köftelerini yiyebiliyor ve hiçbir zaman açlıktan şikâyet etmek zorunda kalmıyorlar, bu da, piyasa sistemlerinin süpermarketlerde ve diğer mağazalarda sürekli olarak gerekli malların stok edilmesini güvence altına almasından kaynaklanıyorsa; o hâlde, el­bette endişe etmemizi gerektirecek bir şey olmaz. 

Kökler Farklıdır 

Ama bu, iddianın uç noktalarını bir araya getirdiğimizde böyledir: Şehirler do­ğal dünyaya yönelik insanın köklerinin ayrı(ştırı)ldığı oldukça mükemmel yapay çevreler üretir. Ulusal doğal parklarda kamp yapma, şehir ailesine, doğal dünyanın hazzını az da olsa tattırabilir; ama bu, bütün ömrünü "vahşî ormanlarda" geçi­renlerin hayatını anlama imkânını onlara vermez. 

Sorun şu şekilde içinden çıkılmaz bir hâl alır: Kırsal hayat biçimleri -(yedikle­ri et için) hayvanları boğazlamaları, (kullandıkları kâğıtlar için) ormanları kesme­leri, (gıdaları ve korunmaları için) vahşî hayvanları avlamaları- şehir halkını taciz edecek; bu tacizler, kırsal âdetlerin siyasî yollarla ortadan kaldırılmasına yönelik bir arzuya dönüşecektir. Oysa şehirlilerin siyasî olarak müdahale etmek istedikleri hayat, ne anladıkları ne de katıldıkları bir hayat biçimidir. Örneğin, benim şehirli parlak bir öğrencim, avlanmayı yasaklamayı arzular ve bu isteğinde kendi hakları yönünden garipsenecek bir durum da görmez. 

İngiltere, hayli yoğun nüfusa sahip bir ulustur. Büyük ölçüde şehirli olan ülke, son yıllarda, şehir ve kır şeklinde belirgin bir şekilde ikiye ayrılmaya başlamıştır. Şehirde oturanlar, tipik bir şekilde, iktisadî müdahale için oy vermektedirler. Şe­hirlerde daha fazla seçmen yaşadığı için, "kır"ın gerçek beklentileri ile kırsal kesi­min ve onun hayat biçimlerinin ölümüyle/ortadan kaldırılmasıyla karşılaşıyoruz. Çünkü onlar, şehirliler için ahlâkî bakımdan iğrençtirler. 

Örneğin, av köpeğiyle avlanma, çoğu şehirli tarafından zulüm ve barbarlık addedilir. Son dönem İngiltere Parlâmentosu'nda, bu şekildeki avlanma, yasak­lanmaktan kıl payı kurtuldu. [...] Avlanmanın yasaklanması için oy kullanan mil­letvekilleri ve bunlara oy veren şehirliler, hayvan haklarına dayalı cür'etkâr fikir­lerden ve güçlü bir medyanın hayvanları "az tüylü insanlar" olarak lanse etmesin­den güç almaktadırlar. Şehirlilerin kırsal kesimle ilgili bakışı, genellikle, araba pencerelerinden görülenlere veya kurgulanmış ve siyasî olarak önyargılı TV prog­ramlarının verdikleri bilgilere dayanır. [...] Şehirlilerin bilgisi, nadiren kesin bilgi­den veya kırsal kesim insanlarıyla konuşmadan elde edilen izlenimlerden kaynak­lanır; onlar, hiçbir zaman gerçek bir ava çıkmamışlardır.

Kırsal özgürlüklerin sürekli ihlâli, tabiî ki kırsal kesimde yaşayanların, şehirli insanların hayat biçimlerinin ihlaliyle ilgili talepte bulunmaları kadar tenkit edil­meyi hakeder: Özgürlük, başka insanm haklarını ihlâl etmediği sürece azaltılma-malıdır. Kırsal hayatın giriftliklerine karşı hayli yabancılaşan şehir hayatı, ne kır­sal kesimdeki insanların özgürlükleri ne de genel olarak özgürlükler için güzel kehânetlerde bulunamaz.

Piyasa süreçleriyle ilgili bir anlayış eksikliği, kırsal hayat biçimleriyle ilgili bir anlayış eksikliğine eşlik eder. Piyasa süreçleriyle ilgili bir anlayış eksikliğiyle malûl şehirliler, bir taraftan kırsal kesimde oturanların bazılarını kaba insanlar olarak görmekte; diğer taraftan da, etkinlikleriyle bir gün "serbest piyasa güçleri"ne, bir başka gün de "köpeklerle birlikte avlanma"ya karşı savaş açmaktadırlar. Esasında bu şehirliler, özgürlüklerin üzerine inşa edildiği temellerden habersizdir. Benim ülkemde, artan bir şekilde, muhafazakâr kırsal hayat biçimleri -köpekleriyle bir­likte kırmızı paltolu avcılar- özgürlüğün sembolü oluyorlar.' 

Çeviren: Caner ERKAN 

Kaynak:Alexander MOSELEY

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005