|
Markalar ve Kültürel Homojenleşme
Yeşim REEL
Naomi Klein'in No Logo başlıklı kitabı küreselleşme karşıtlarının
adeta kutsal kitabı sayılıyor. Klein ve yandaşlan,
çokuluslu şirketlere ait markaları ve reklâmları
hedef alarak "Kültürel Homojenleşme " (Kültürel
Türdeşleşme, Kültürel Senkronizasyon olarak da
adlandırılıyor, y.n.) kavramı üzerinde odaklanıyor.
The Economist dergisinde ise, "Pro Logo " başlığı ve
özel rapor niteliğindeki yazılar ile, Klein'm
eleştirilerine karşı markaların bir anlamda
savunması yapılıyor. Ancak, markalan ne tamamen
karalamak ne de aklamak bu kadar kolay. Aynı
şekilde, "Kültürel Homojenleşme" iddiasını da hemen
kabul etmek çok basit değil. Dolayısıyla, bu yazıda
"Kültürel Homojenleşme"nin bulunduğunu kabul eden ve
reddeden iddialara yer verilerek değerlendirmelerde
bulunmak uygun görülmüştür.
Öncelikle, "Kültürel Homojenleşme" nasıl tanımlanır: tüketicilerin
aynı sosyo-stilleri, aynı tüketim biçimlerini (hatta
aynı markaları, y.n.) ve aynı kültürel davranışları
paylaşması.3 Klein, herkesin Burger
King'de yemesini, Nike ayakkabıları giymesini ve
Backstreet Boys videolarını seyretmesini örnek
veriyor. "Kültürel Homojen-leşme"ye neden olarak,
George Herbert Wells Anticipations (Öncelemeler)
adlı denemesinde, özellikle dil üzerinde
yoğunlaşarak açtığı bir tartışma konusunda ulusların
birbirine bağımlılığını gösteriyor.
"Kültürel Homojenleşme"nin kapitalizm ayağında,
çokuluslu şirketlerin ve markalarının başrolüne
değiniliyor ve çokuluslu markaların, maliyet
avantajından yararlanmak amacıyla tek tipte
üretilip pazarlanmaları eleştiriliyor. Bu
eleştiriler arasında, reklâm ajanslarının dünyayı
tek tip bir pazar olarak değerlendirdikleri,
böylelikle ülkeler arasındaki kültürel
farklılıkların ortadan kalktığı ve yaşam
biçimlerinin standartlaştırıldığı
iddia ediliyor. Bunlara neden olarak da, Amerika'da
yerleşik çokuluslu şirketler ve markalar
gösteriliyor. Benetton'un yayımladığı Colors
dergisi, 2000 yılının ilk sayısında, insanlığın
geleceğini tehdit eden tehlikenin "tek tipleşme"
olduğunu iddia ederek şu örnekleri vermektedir:
Dünyada her 5 saatte bir Mc Donalds' restoranı
açılıyor, her 24 saatte 110 bin adet jean
satılıyor. Çocuklar, Disney'in Mickey Mouse'unu,
kendi devlet büyüklerin- den çok tanıyor. 1998'de
dünyada en iyi iş yapan 20 filmin 19'u Amerikan
filmleriydi. Bütün bunlar ilginç değil mi? Bu
araştırmayı yürüten kurumun kendisi, insanları tek
tipleşmeye yöneltenlerden biri. insanların günümüzde
tek tip yaşamaktan sıkıldıklarını gözlemledikleri
için, taşıdıkları endişe nedeniyle yeni hesaplar mı
peşindeler acaba? Belki de tüketicilerin,
birbirlerinden farklı olduklarını düşündürecek
ürünler sundukları iddiaları bundan
kaynaklanıyordur?
Bir araştırma da, neden özellikle Amerikan çokuluslu şirketlerinin
ve onlara ait markaların hedef tahtası olduğunu
açığa çıkarıyor: Business Week dergisinin bir
araştırmasında yer alan listeye göre, dünyanın 100
büyük markasının 65'i Amerikan şirketlerinin sahibi
olduğu markalardır. Amerikan rüyasının dünyayı nasıl
dolaştığı, nasıl etkisi altına alabildiğine ilişkin
Dorfman ve Mattelart'ın açıklamaları ise şöyledir:
"Bizim ülkelerimiz hammadde ihraç eden, üst yapı ve
kültür ürünleri ithal eden ülkelerdir. Tek ürüne
sahip ekonomilerimizin ihtiyaçlarını karşılamak ve
kentlere araç-gereç sağlamak için biz bakır
yolluyoruz, onlar da bakır almak için makine ve
tabiî Coca Cola yolluyorlar. Coca Cola'nm altında
bir beklentiler ve davranış biçimleri üst yapısı ve
bunlarla birlikte de bugünün ve yarının toplumuna
ait belli bir görüş ve geçmişin de bir yorumu
yatar... Gecekondudaki ev kadını en son model
buzdolabını veya çamaşır makinesini almaya tahrik
edilir; fakir sanayi işçisi fıat 125 görüntüleriyle
bombardımana uğratılır. [Aynı şekilde].. Azgelişmiş
halklar çizgi romanları ikinci elden, yaşamaları
gereken ve yabancı güç merkezleriyle ilişkilerini
belirleyen talimatname olarak alır."8 Bu
açıklama özellikle azgelişmiş ülkelerin, gelişmiş
ülkelere bağımlılıkları çerçevesinde, çokuluslu
şirketlerin markalarını neden tercih ettiklerine
değinmekle birlikte yeterli değildir. Bu konunun
daha derinlemesine incelenmesi, üstelik de farklı
azgelişmiş ülkelerin farklı yapıları (kültürel,
ekonomik vs.) dikkate alınarak, ayrıntılı
çalışmaların yürütülmesi gereği ortadadır.
Diğer taraftan, çok daha geniş kapsamlı bir sorun
mevcuttur: "Markalarla çevrelendiği (ve tek
tipliğin yaşandığı) iddia edilen dünyada, azgelişmiş
ülkeler yanında diğer ülkeler de var. Hâlen dünyada
300 milyon insan, Amerikan müzik kanalı MTV'yi
izliyor, Japonya'da Batılı gibi görünebilmek için
burun büyüttürme modası yaygınlaşıyor" ise, kültürel
homojenleşme tehdidinin sadece azgelişmiş ülkelere
yönelik olduğunu iddia etmek yanlıştır. Ancak,
özellikle azgelişmiş ülkelerin, çokuluslu
şirketlerin markalarının reklâmlanyla neden tehdit
altına alınabileceğinin sebeplerini Sinclair'in
marjinal halkı irdeleyen ifadesi ortaya koymaktadır:
"Bu insanların okuma yazma bilmemesi ve fakirliği,
tüketim maddeleriyle yeterince aşina olmamaları ve
pazarlama alanındaki kanunî boşluklar."10
Hamelink de üçüncü dünya ülkelerini ağırlıklı
şekilde irdelediği çalışmasında, çokuluslu
şirketlerin reklâmlarının zararlarını şöyle özetler:
1-) Ekonomik sömürüyü amaçlarlar.
2-) Üçüncü Dünya'daki kitleleri bilerek aldatırlar ve güdümlerler.
3-) Piyasaya aslen tercih-i şayan olmayan ürünler sürerler ve bu
süreç içerisinde daha iyi olan "geleneksel" ürünleri
baskı altına alırlar
Bu iddialardaki önemli bir nokta, Batı'da insanlar reklâmlara,
hakkında bilgi sahibi olduklarından şüphecilikle
yaklaşabilirken, üçüncü dünya ülkelerindeki
insanların reklâmlara şüphecilikle yaklaşabilmeleri
için yeterli deneyim ve bilgiye sahip olduklarını
söyleyebilmek zordur. Bu açıklamalar
değerlendirildiğinde, çokuluslu şirketlerin
markalarının ve reklâmlarının, neden özellikle
üçüncü dünya ülkeleri açısından eleştiri konusu
olduğu netlik kazanmaktadır. Ancak, daha öncelikli
olarak irdelenmesi gereken bir nokta ise,
reklâmların ve reklâmcılığın günümüzde ulaştıkları
boyuttur. Bu konuda Judith Williamson, gazete
okunmasa ve televizyon seyredilmese bile, kentsel
ortama egemen kılınan imgelerden kaçmılamayacağmı
ifade ediyor ve devamında da şu iddiada bulunuyor:
"Bütün medyayı kaplayan ve hiçbir sınırı bulunmayan
reklâmcılık, açıkça özerk bir varoluşa ve muazzam
bir etkileme gücüne sahip geniş bir üst yapıyı
oluşturur."
Schiller'in şu açıklaması ise düşündürücüdür: "Reklâm mesajlarının
her ortam vasıtasıyla eriştiği görünür doygunluk,
belli başlı markalara sadık, toplumsal gerçek
anlayışı metadan tatmin aracılığıyla olan izleyici
kitleleri yaratmak olmuştur." Schiller'in
açıklamasının tüketim toplumunu kastettiği
ortadadır. Tüketim toplumu incelendiğinde, sembolik
tüketim ön plâna çıkarılır. Sembolik tüketim
konusunda ise özellikle sembolik reklâmcılık
ağırlıklı önem kazanır. Sembolik reklâmcılık ve
sembolik tüketim ilişkisi ayrıntılı şekilde
açıklanırsa, tüketicilerin markalardan ve
reklâmlardan ne derece etkilendiğini ve tüketici
davranışlarının nedenlerini analiz etmek de mümkün
olabilir.
Sembolik reklâmcılık ile markalara çeşitli anlamlar
yüklenmeye çalışılır. Böylece tüketicilerin bu
anlamlan taşıyan markaları, diğer markalardan farklı
görmeleri sağlanır. Örneğin, gerçekte fonksiyonel
olarak aynı işlevi gören iki şampuan
markası,tüketici tarafından farklı
değerlendirilebilir. Aslında bu durumun sadece marka
ve reklâmla yaratıldığını iddia etmek doğru olmaz.
Image başlığı altında, renk, logo, marka, akustik ve
görsel uyarıcıların bir bütün olarak ele alınmasında
fayda vardır. Üstelik/mage'ın sadece bir ürünü
satmak için düşünülmemesi gerektiği, kendisinin de
aynı zamanda bir ürün ve bunu üretmek için de uzman
kuruluşların bulunduğu açıklaması, günümüzde
tüketiciyi ikna etmenin önemine dikkat çekmektedir.
Peki Image nasıl kullanılıyor? Aslında, Image ile ürünü ya da
markayı ön plana çıkarmaktan çok, o ürün ya da
markayı tüketen bireyin satın aldığı psikolojik
tatmin önem kazanıyor. Örneğin, tüketici, şampuan
yerine pırıl pırıl saçlar, otomobil yerine sürat ve
özgürlük satın alıyor. Bu durum daha da abartılarak,
tüketicinin davranışlarını şekillendirecek bir
kültürel ortam ve yaşam tarzı yaratılmaya
çalışılıyor.
Buraya kadar yazılanları en iyi şekilde şu açıklama özetlemektedir:
Tüketici, düşler dünyasında kendi oluşturduğu ya da
kendisine empoze edilen fantezileri, tüketim
yoluyla gerçekleştirme yolunu tercih ediyor ve
benimsiyor. Bu değişimin yönü, üretim kültüründen
tüketim kültürüne, ürün kültüründen marka ve imaj
kültürüne geçişi ifade ediyor. Bir başka deyişle,
fonksiyonel tüketimden vazgeçilip, sembolik tüketime
yöneliniyor."
Sembolik ürün (ve marka) tüketiminin nedenleri nelerdir?
1-) Statü ve sosyal sınıfını belirtmek,
2-) Kendini tanımlayıp bir role bürünmek,
3-) Sosyal varlığını oluşturmak ve koruyabilmek,
4-) Kendisini başkalarına ve kendine ifade edebilmek,
5-) Kimliğini yansıtmak
Jean Baudrillard'ın bir çalışmasındaki açıklaması şöyledir: "...
Tarihte ilk defa bu kod evrensel bir işaret ve yorum
sistemini oluşturur.... Her gün sokaklarda
milyonlarca yabancının yan yana yürüdüğü bir dünyada
bu toplumsal mertebe kodu, bir yandan insanların
hep duya geldikleri birbirleri hakkında bilgi sahibi
olmak gibi yaşamsal bir ihtiyacı karşılarken, bir
yandan da temel bir toplumsal işlevi de yerine
getirmektedir."
Görüldüğü üzere, Baudrillard da, tüketimde bulunmanın
sosyalizasyonundan bahsediyor. Nasıl ki, tüketimde
bulunmanın, dizgesel bir sosyalizasyona ve disipline
bağımlı olduğu iddiası sözkonusu ise, aynı iddianın,
markalar açısından geçerliliği araştırılıp,
ayrıntılı analizi yapılmalıdır.
Andrew Wernick de, özellikle giyim tarzı açısından konuyu
irdelerken, seçeneklerimizin çocukluğumuzdan beri
çevremiz tarafından koşullandırılmış olduğunu ifade
ediyor. Dikkat edilirse, sembolik tüketimin hangi
nedenlerden kaynaklandığından ve reklâmın ve
markaların tüketiciler üzerindeki etkilerinden
bahsedilirken, tüketicilere pasif bir rol veriliyor.
Bir tüketicinin, en azından bir reklâmın kurgusuna
müdahale etmek gibi bir şansı olmadığı için pasif
olarak değerlendirilmesi mümkündür."
O halde, tüketicinin pasi'fızmi ile ilgili bir
değerlendirme yapılmak istenirse, tüketicinin
herhangi bir karara varmadan önceki süreçte
(promosyon mesajlarının yayılması sürecinde) pasif
olduğu inkâr edilemez. Ayrıca, tüketici pasifızmi
konusu daha da ileri götürülerek, tüketicinin fazla
bilgiyi istemesinin ardında, onu buna yönlendirenin
üretici olduğu iddiası da ortaya atılır.
Bütün bu açıklamaların ötesinde .küreselleşme çerçevesinde,
kültürel homojenleşmenin gerçekleşmeyebileceği
iddiasında da bulunuluyor.Bu iddia ile tutarlı
olarak, ürünlerin küresel standart pazarlama
stratejileriyle pazarlanmalarına karşılık, ürünlerde
farklılığın yaratıldığı belirtiliyor. Sinclair de
bunu doğrular şekilde, bütün dünyada aşağı yukarı
aynı şekilde üretilmiş, paketlenmiş ve
konumlandırılmış ve gerçekten dünya markası olan
çok az ürün görebileceğimizi ifade ediyor.
Ne var ki, her ülkenin (hatta bölgenin, gelir gruplarının, y.n.)
kültürel özellikleri dikkate alınarak ikincil
markaların (bir markaya bağlı olmakla birlikte başka
ad verilen markalar, y.n.) da çok fazla
yaygınlaşması, gerçekte birkaç markanın elindeki
pazann çok fazla sayıdaki markalar arasında
paylaşılmış gibi görünmesine neden olmaktadır.
Gerçekte, kültürel homojenleşmenin varlığı tartışmasız kabul
edilecek olunursa, toplumların, ülkelerde yer alan
çeşitli sivil toplum kuruluşlarının ve tüketicilerin
tepkileri göz ardı edilmiş sayılır.
Kumar da, ülkelerin kendi kültürel kaynaklarına sahip olacaklarını
ve daha da önemlisi bir mücadelenin söz konusu
olacağından bahseder. Bu konuda Baudrillard ise
şöyle demektedir: "... Ortada kazanılacak ya da
kaybedilecek fiilen çok şey vardır ve küreselleşme
peşinen kazandı diye bir şey söz konusu değildir.
Onun yıkıcı ve tek bir türe dönüştürme gücü
karşısında, her yerde birbirinden farklı, heterojen
güçlerin ayağa kalktığı görülmektedir ve bu güçler
sadece farklı değil, aynı zamanda hasım güçlerdir ve
alt edilmeleri zordur."
Mattelart da, Baudrillard 'ı destekleyen bir açıklamada bulunur:
"Kültürler arası ilişkiler üzerine yapılan yeni
varsayımlar, dünyanın aşağı yukarı her yerinde, dış
pazarların benimsettiği zorunluluklara pek boyun
eğmeyen bir ekonomik ve toplumsal modelin birincil
koşulu olan yerel kültürlerin, yeniden değer
kazanması sürecinin başladığını göstermektedir."
Ancak, Mattelart'in şu ifadesi de önemli bir noktaya işaret
etmektedir: "Dünya ticaret tarihi boyunca,
hegemonyacı güçlerin aktardıkları kültürel ve
kurumsal modellere direnen, bu modellerden
etkilenen, onlarla benzeşen ya da kaybolan halklar
ve kültürler olmuştur. Bu kültür potalarında
bağdaşımlar da doğmuştur.24
Bu açıklamalarla, küreselleşmeye ve kültürel homojenleşmeye karşı
mücadelelerin bulunduğu inkâr edilemeyecektir.
Ancak, önemli olan bu mücadelenin başarısıdır.
Boyd-Barrett, küreselleşmeden en çok zarar göreceği
iddia edilen üçüncü dünya ile ilgili
değerlendirmelerde, aktif seçim ve hatırlama
kapasitesini vurgulayan Ortodoks görüş içinde
psikolojik bölünme ve rasyonalizasyon kapasitesinin
aşırı derecede küçümsendiğini ileri sürer.
Mattelart, medyanın, ülkeler ve toplumlar üzerindeki etkileyiciliği
iddialarına, global medya teşkilatının öngörülenden
daha ağır işlediği iddiası ile cevap verir.
Üstelik, medyanın kullandığı araçların yükselişinin yanı sıra,
tüketicilerin de davranışlarının değiştiği ve
reklâmlara ya da satın alınacak ürünlere
şüphecilikle yaklaştıklarını belirtir.26
Günümüz tüketicisinin, teknolojik gelişmelerin
etkisinde, kendilerini geliştirme ve daha fazla
bilgi sahibi olma eğiliminde bulundukları da bir
gerçektir. Homojenleşme ya da markalarla ve
reklâmlarla çevrelendiği iddia edilen bir dünyada,
piyon olarak adlandırılmak, tüketiciler açısından
nasıl bir durumdur? Böyle adlandırılmak, kimsenin
hoşuna gitmese gerek! Bu hoşnutsuzluğun farkında
olan Post-modern kuramcılar, denetimi elde
tutanların, bizzat tüketiciler olabileceği yorumunda
bulunuyor.
Markaların ve reklâmların tüketici davranışını etkilemedeki rolü
inkâr edilemez. Ancak, tüketiciye aktarılmak
istenen mesajlar ve anlamları, tüketici
değiştirebilme kudretine sahip değil midir?
Tüketici bu kadar aciz, pasif ve her türlü mesajı
değiştirmeden alabilecek ve kabul edecek durumda
mıdır? Pazarlamacılar ve reklâmcılar, tüketicilerin
gerçekten tüketicipasifizmi denilen duruma
getirilip, tüketiciye istenilen mal/marka
alışverişini yaptırabilecekleri iddiasındalar.
Sonuç Yerine
Naomi Klein ve onun yandaşlarının da dahil olduğu küreselleşme
karşıtlarının kültürel homojenleşme ile ilgili
iddialarında pek çok konunun daha ayrıntılı analizi
hak ettiği ortadadır.
Kültürel homojenleşme tehdidinin varlığı kabul edilebilir olmakla
birlikte, kültürel homojenleşmenin varlığının mevcut
çalışmalara dayanarak kabul edilmesinin ve
açıklanmasının doğru olmayacağı ortadadır. Aynca,
kültürel türdeşleşmenin ne kadar geniş kapsamlı
olduğunun bilinmesine karşın, sadece reklâmlar ve
markalar üzerinde yoğunlaşılmasıyla sınırlı
kalınması da eleştiri konusu olmalıdır. Üstelik,
markalarla ilgili eleştiri yapılacaksa, bu
eleştirinin, markalann medyada vs. kullanım
amaçlarına ve/veya yöntemlerine yönlendirilmesi daha
yararlı olabilir. Diğer bir deyişle, markaların
sahipleri şirketler tarafından kullanış
şekillerinin asıl eleştiri konusu olduğunun altı
çizilmelidir.
Küreselleşme, toplumları ilgilendiren bir konu
olmakla beraber, her şeyden önce toplumları
oluşturan bireylerin, özellikle de tüketicilerin
davranışlarının açıklanması gerekir. Tüketicilere
bir kültürel ortam ve yaşam tarzı empoze edildiği
iddiasının temelindeki tüketicinin pasifliği
varsayımının ve eğer bu varsayım kabul ediliyorsa
arkasındaki nedenlerin, sağlıklı analizlerle ortaya
çıkarılması şarttır. Tüketici davranışlarının
açıklanmasında ise, pek çok disiplinin ortak
çalışmasına ihtiyaç duyulmaktadır. Özellikle
iktisadın, bu konudaki ihmalkârlığı bir kenara
bırakıp, konuya eğilmesinin artık zamanıdır.
|