Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

''Gelişmekte Olan Ülkeler İçin Para Kurulları El Kitabı" Üzerine Bazı Düşünceler 

Para Politikası Kurulu ve Para Kredi Kurulu Nedir 

Merkez bankalarının para politikası uygulama sürecinde birincil hedefi fiyat istikrarının sağlanmasıdır. İhtiyarî para politikalarının yarattığı zaman tutarsızlığı sorunundan kaçınabilseler bile, paranın politizasyonu yönündeki baskılar merkez bankaları açısından hem fiilî hem de potansiyel bir tehlike oluşturmaktadır. Bu nedenle para politikası uygulama sürecinde bir nominal çıpaya ihtiyaç duyulmak­tadır. Tarihsel örneklere bakıldığında (ve ABD gibi bazı örnekler bir yana bırakıl­dığında) döviz kuru hedeflemesi, parasal hedefleme ve enflasyon hedeflemesi ol­mak üzere üç farklı nominal çıpa kullanımı (yani para rejimi tercihi) bulunmakta­dır.

Günümüzde gelişmekte olan ülkelerin parasal sorunları incelenirken "bu ülke­lerde merkez bankalarının varlığına son verilmeden paranın politizasyonu önle­nemez" yargısı bazı iktisatçıların önerilerinin kaynağını oluşturmaktadır. Bu an­lamda para kurulu önerisi ve hatta ulusal paranın terk edilerek resmî dolarizasyon sistemine geçilme önerisi, döviz kuru hedeflemesi içinde yer alan sabit döviz kuru uygulamasının en katı biçimleri olarak gündeme gelmektedir. 

Günümüzde Arjantin, Hong-Kong, Estonya, Litvanya ve Bulgaristan para ku­rulu uygulamalarıyla ilgili en önemli örnekleri oluşturmaktadır. Hanke ve Schuler'in Gelişmekle Olan Ülkeler için Para Kurulları El Kitabı adlı çalışması, Orto­doks para kurulu sistemini gelişmekte olan ülkeler için tek seçenek olarak sunmakta ve yazarların diğer çalışmalarında da (Örn: Schuler,1998) görüldüğü gibi, resmî dolarizasyon sistemine geçiş nihaî çözüm olarak önerilmektedir. 

Bu yazıda Hanke ve Schuler'in kitabının eleştirel bir değerlendirmesi altı madde haline yapılacaktır. 

1-  "Para Kurulu tarafından çıkarılan paralar ülke dışında basılmalıdır. Para­ları dışarıda basmak, ülkedeki hükümetin baskı makinalarına el koymasını ve ya­bancı rezervlerle desteklenmeyen para basarak para kurulu sistemini alt üst et­mesini önlemek içindir, (s. 103)" ifadesinde açıkça görüldüğü gibi, kitapta siyasî iradeye güvensizlik son derece dramatik biçimde ifade edilerek neredeyse bir baş­langıç noktası olarak ele alınmaktadır. Bu bağlamda sorulması gereken soru şu­dur: Para kurulu gibi rijit bir sistem, gelişmekte olan ülkelerde popülist politika­lardan politik kopuşu sağlayacak bir siyasî irade olmaksızın hayata geçirilebilir mi? Bu soru çerçevesinde Arjantin önemli bir örnektir. Carlos Menem, Peronist-'lerin adayı olarak çalışan kesimlerin desteği ile 1989'da (para kurulu uygulama­sının başlamasından iki yıl önce) iktidara gelmiş ve iktidara geldikten sonra ideo­lojisini radikal biçimde değiştirerek ortodoks istikrar önlemlerini derhal uygula­maya koymuştu (Ball,1999). 

2- Kitapta para kurulu sistemine geçiş, parasal reformların başarısı için gerekli olan diğer reformları sağlayacak bir süreç olarak ele alınmakta ve para kurulunun ön koşullara ihtiyaç duymadığı (s. 13-20) özellikle vurgulanmaktadır. 

Bu haliyle, kitapta gelişmekte olan ülkelerdeki parasal sorunların "stok boyutu" göz ardı edilmekte, parasal dengesizlikler sadece bir "akım sorun" olarak ele alın­maktadır. Örneğin,Türkiye'de iç borç stokunun GSMH'ye oram 1995 yılında % 17.3 iken, 2001 yılında %66.2'ye ulaşmıştır. Bu noktada varsayımsal olarak şu soru so­rulabilir: Acaba Türkiye ekonomisinin 1995 yılında para kurulu sistemine geçme­siyle, 2001 yılında geçmesi arasında, para kurulu sisteminin başarısı açısından bir farklılık ortaya çıkmayacak mıdır? İç borç stoku azaltılmadan, iç borç stokunun dayattığı, hoş olmayan Monetarist aritmetik sorunu çözülmeden ortodoks para ku­rulu gibi katı bütçe sınırlamaları yaratan bir para sistemine geçilebilir mi? İç borç stokunun böylesine arttığı bir ekonomide, değil para kurulu uygulaması, Uygur (2001 )'un belirttiği gibi, merkez bankasının bağımsız hale getirilmesi ve parasal tabanı kontrol etmeye çalışması bile finansal piyasalarda enflasyondaki dalgalan­maları arttırarak, enflasyonun yüksek düzeyde kalmasına yol açabilir. 

3-  Kitabın ana kurgusu "para kurulu, kamu kesimine kredi vererek parayı po-litize edemez. Sabit kur uygulaması katı bütçe sınırlamaları yaratır. Bu iki olgu enflasyonu düşürür. Enflasyonun düşmesi bizatihi sabit kurun sürdürülebileceği istikrarlı bir ekonomik ortam yaratır" şeklinde özetlenebilir. Yani Kitap'ta bir yan­dan sabit döviz kuru sisteminin seçimi dışsal bir olgu olarak ele alınmakta diğer yandan ise döviz kuru ve enflasyon oranı ekonomik büyümeyi belirleyen bağım­sız faktörler olarak ele alınmaktadır. 

A-   Bir Ülkenin Döviz Kuru Tercihi Dışsal Bir Tercih Olarak Ele Alınabilir mi? 

Roubini (1999)'ye göre, hükümetin parasal genişleme yaratarak senyoraj geli­ri elde etme ihtiyacının boyutu döviz kuru tercihini şekillendiren temel faktördür. Gelişmekte olan ülkelerde, senyorajın kamu otoritesi tarafından önemli bir gelir kaynağı olarak görülmesi malî açıkların yapısal niteliğinden ve bu haliyle de ver­gi sisteminin etkinliğinden bağımsız bir faktör değildir. Cuikerman vd (1992)'a göre, vergi sisteminin etkinsizliği sadece ülkenin içinde bulunduğu kalkınma aşa­masıyla açıklanamaz. Politik sistemin yapısı ve politik kutuplaşmanın düzeyi de son derece belirleyicidir. Bu bağlamda şu soru sorulmalıdır: Arjantin, para kurulu öncesinde önemli reformları uygulamaya koyarak (1989-1990 yıllarındaki Vergi Reformu, Ekonomik Güvenlik Yasası, Bonex Planı. Bkz. Togay ve Barışık, 2000) parasal genişlemeye ihtiyaç duymayacak hale gelmeseydi sabit döviz kuru siste­mine geçebilir miydi? 

B- Döviz Kuru ve Enflasyon Oranı İktisadî Büyümeyi Belirleyen Bağımsız Faktörler Olarak Ele Alınabilir mi? 

Birçok yazarın belirttiği gibi, ekonomik birimlerin gerek finansal sektörün kı­rılganlık derecesiyle gerekse para ve maliye politikalarıyla ilgili algılamaları ve dışsal şoklar, döviz kuru oynaklığını belirleyen temel faktörlerdir. Yani döviz kuru ekonomik büyümeyi belirleyen bağımsız bir faktör değildir. Buna ek olarak bir çok çalışmada belirtildiği gibi, enflasyonun ekonomik büyüme oranı üzerindeki etkisi finansal sektör aracılığıyla ortaya çıkan dolaylı bir etkidir. Ve hiç kuşku yok ki gelişmekte olan ülkelerde enflasyonun finansal piyasalar üzerindeki yıkıcı et­kisi bankacılık sektörünün uluslararası standartlardan uzak, zayıf bir yapıya sahip olmasından kaynaklanmaktadır. Literatürde yapılan bazı çalışmalar, finansal sek­törün gelişmesinde ve böylece uzun dönemli sağlıklı bir büyüme trendine girme­sinde finansal sektöre yönelik yasal kurumsal düzenlemelerin son derece etkili olduğunu ortaya koymaktadır (Levine ve Carkovic, 2001). 

4- Kitapta parasal dengesizlikleri yaratan/tetikleyen bir faktör olarak bankacı­lık sektörünün analizi yapılmamakta, bankacılık sektörü için bir reform çerçevesi tanımlanmamaktadır. Bu açıdan bakıldığında kitabın bankalara bakış açısı son derece ilginçtir: "Bir ticarî banka, ödünç alıcılara, harcamalarda kullanmak ye­rine, bankaya ödünç veren mevduat sahiplerinin verdiğinden daha uzun bir süre için ödünç veremez " denilmekte ve bu haliyle bankalar kendilerine yatırılan mev­duatı kredi olarak veren basit finansal aracılar olarak ele alınmaktadır. Bu konuda şu saptamalar yapılabilir: 

• Günümüzde ticarî bankalar, fon kaynaklarının hacmini ve kompozisyonu­nu veri olarak alıp sadece aktif yönetimi ile uğraşmamakta, pasif yönetimi aracılı­ğıyla yeni finansal araçlar ihraç ederek ve yeni borçlanma biçimleri geliştirerek ton kaynaklarının hacmini ve kompozisyonunu belirlemektedir. Yani bankacılık sektörünün bütünü itibarıyla bakıldığında bankalar ilk önce kredi vermekte, daha sonra rezerv gereksinmelerini karşılamaktadır. 

Ticari bankalar kısa vadeli fonları uzun vadeli plase eden organizasyonlar­dır. Bu anlamda vade riski üstlendikleri için spekülatif finansmana angaje olmuş ekonomik birimlerdir. Ve bu nedenle, aktiflerini finanse etme sürecinde faiz oranı riski ve döviz kuru riski üstlenmektedirler. Bankaların ilk önce kredi verip daha sonra rezerv bulma davranışları sektördeki rekabeti arttırmakta; iflasına izin veri­lemeyecek kadar büyük bankaların varlığı ve bazı bankaların (Demirbank örnek olarak verilebilir) iflasına izin verilemeyecek kadar büyük hale gelme çabaları, rekabeti niteliksel olarak farklılaştırmaktadır. 

Hiç kuşku yok ki, ticarî bankalar, hanehalkları ve firmaların geleceğe yö­nelik taahhütlerini kabul ederek, satm alma gücünün gelecekten bugüne transfer edilmesini mümkün kılan kurumlardır. Satın alma gücünün gelecekten bugüne transfer edilmesi (yani açık finansman olanağının yaratılması) kapitalist ekono­milerde toplam talebin sürekliliğinin sağlanması açısından son derece önemlidir. Sermaye piyasaları tam rekabetçi özelliklere sahip olmadığı için, dışsal fonlar içsel fonların tam ikâmesi değildir. Bu çerçevede reel sektörün kullanabileceği dışsal fonların gerek miktarının gerekse maliyetinin belirlenmesinde bankacılık sektörünün etkinlik düzeyi son derece önemlidir. 

Finansal yenilik sürecinde fınansal araç yelpazesi genişlemekte, ekonomi­de bir likidite piramidi oluşmakta ve neticede merkez bankasının yarattığı paranın ekonominin toplam likiditesi içindeki göreli önemi giderek azalmaktadır. Bu çer­çevede finansal kırılganlığın arttığı dönemlerde merkez bankası nihaî ödünç ve­ren rolünü oynamazsa, finansal kırılganlık hızlı biçimde finansal krize dönüşebil­mektedir. Oysa ki ortodoks para kurulu sisteminde paranın yaratılması tamamen döviz giriş çıkışına bağlıdır. Ortodoks para kurulu, para politikası araçlarına sahip olmadığı için nihaî ödünç veren (lender of last resort) rolünü oynayamaz ve faiz oranlarındaki istikrarsızlığı önleyecek biçimde sterilizasyon işlemi yapamaz. Yani Ortodoks para kurulu, doğası gereği ekonomik konjonktürün etkilerini önleyici değil destekleyici bir işleyiş biçimine sahiptir. Hiç kuşku yok ki, faiz oranlarının istikrarsızlığı finansal aktif fiyatlarını istikrarsız hale getirmekte ve bir bütün ola­rak banka bilançolarının piyasa değerini istikrarsız hale getirerek iflasların ortaya çıkmasına neden olabilmektedir. Bu olgu merkez bankasının nihaî ödünç veren rolüne duyulan ihtiyacın kaynağını oluşturmaktadır. 

Bu açıklamalar ışığında bakıldığında kitapta para kurullarının en ünlüsü ola­rak Hong-Kong para kurulunun gösterilmesi (s. 2) son derece dikkat çekicidir. Gerçekten de Hong-Kong, 1997 Asya Krizi'ni devalüasyon yapmadan atlatabilmistir. Bu anlamda para kurulunun başarısı açısından gösterilebilecek önemli bir örnektir. Ancak: 

Asya Krizi ortaya çıktığında Hong-Kong yönetimi iki biçimde müdahale etmiştir. İlk olarak, hisse senedi piyasasından 15 milyar dolarlık alım yaparak borsanın düşüşünü ve sermaye kaçışını önlemiştir, ikinci olarak, bankaların kısa vadeli likidite ihtiyaçlarının karşılanıp faiz oranlarındaki aşırı oynaklığı önlemek irin 1992 yılında uygulamaya konulan "Likidite İntibak Kolaylığı" mekanizması 1997 yılında reeskont penceresine dönüştürülmüştür. Bankalar yaklaşık 12 milyar dolar reeskont kredisi kullanmışlardır (Ghos vd, 2000). Malî sisteme kriz döne­minde sağlanan likidite o dönemki GSMH'nin yaklaşık %18'ine ulaşmıştır. Yani, kitapta Hong-Kong, para kurullarının en ünlüsü olarak gösterilmektedir, ama Hong-Kong para kurulunun başarısı, kriz döneminde para kurulu sisteminin katı kural­larından uzaklaşarak bir merkez bankası gibi nihaî ödünç veren rolünü oynama­sından kaynaklanmıştır. 

Asya Krizi döneminde devalüasyon yapmak zorunda kalan ülkelerle karşı­laştırıldığında Hong-Kong, Asya'nın finans merkezi olarak farklı bir yapıya sa­hiptir. Hong-Kong'da firmaların dışsal finansman kullanımında sermaye piyasası araçları egemen olup Hong-Kong yönetimi borçlanma gereksinmesi içinde olma­masına rağmen Asya Krizi'nden önceki 10 yıl boyunca tahvil piyasasını geliştirici önlemleri uygulamaya koymuştur. Buna ek olarak bankacılık sektörü ve sermaye piyasalarında-etkin bir risk yönetimi sistemine sahiptir (Tsui,1999). Diğer Asya ülkeleri içinde en ilginç örnek Asya Krizi'nin başlamasına yol açan Tayland'dır. Tayland ilginç bir örnektir, çünkü kitaptaki analizin referans noktası olan paranın polıtizasyonu sorunu tarihsel olarak Tayland'da ortaya çıkan bir süreç olmamıştır. (Öyle ki geleneksel olarak Tayland'da bütçe bürosunun hazırladığı bütçe Meclis­te neredeyse hiç değişikliğe uğramamakta ve bu haliyle bir siyasî mücadele alanı oluşturmamaktadır). Sach (1997)'a göre, Tayland'daki kriz, geleneksel olarak uygulanan sıkı para ve maliye politikalarından vazgeçilmesinden değil, dışsal fi­nansman olarak kısa vadeli banka kredilerinin egemenliğinden ve bankacılık sek­törünün zayıflığından kaynaklanmıştır. Sach (1997) Tayland'la ilgili olarak şu te­mel saptamayı yapmaktadır: "Tayland kriz döneminde belli ölçüde genişletici para politikası uygulayarak fmansal kurumların iflasını önleyip, yatırımcıların güveni­ni arttırarak sermaye çıkışlarını tersine çevirmeliydi". 

Kitapta merkez bankalarının oynadığı nihaî ödünç veren rolünün kısmî re­zerv sisteminin doğasından kaynaklanan bir rol olduğu; bankaların da bir firma gibi kâr maksimizasyonu amacına sahip olduğu ve reel sektörden farklı olarak bankaların ürettiği şeyin para olduğu ve kâr maksimizasyonu sürecinin bu anlam­da üretilen para miktarını arttırarak parasal dengesizliklere yol açtığı göz ardı edil­mektedir. Öylesine göz ardı edilmektedir ki kitabın hangi durumu bir kriz olarak gördüğü anlaşılamamaktadır. Kitapta şu saptama yapılmaktadır (s. 125): "Birpara kurulu için tahayyül edebileceğimiz en kötü durum insanların tüm para kurulu paralarını rezerv paraya çevirmeleridir. Bu durumda bile önemsiz bir şey olmuş demektir. Çünkü para kurulu dolaşımdaki paranm%100'üne eşit miktarda döviz rezervine sahiptir. " Kitapta bu tespit yapılırken 40 no'lu dipnotta toplumun mev­duatının değişmeden kalacağının varsayıldığı belirtilmektedir. Bu çerçevede şu sorular sorulabilir: 

- Bir ülkede dolaşımdaki paranın tamamının döviz talebine dönüşmesi önem­siz bir durum olarak ele alınabilir mi?

-  Dolaşımdaki paranın tamamı dövize çevrilmeye çalışılırken, bankacılık sis­temindeki mevduatın değişmeden kalacağı varsayılabilir mi? Bu çerçevede dövi­ze yönelik potansiyel talep kaynağının sadece parasal tabandan oluştuğu söylene­bilir mi?

- Toplam mevduatların, örneğin %50'sinin döviz mevduatı olduğu bir ülkede, döviz mevduatlarından çekiliş başladığında kısmî rezerv sisteminin doğası gereği bu talepler karşılanabilir mi?

- Bu soruların bir devamı olarak, uluslararası sermaye hareketlerinin niteliksel değişimi ve ülke içi fînansal yenilik sürecinde finansal aktif yelpazesinin genişle­me eğilimi hesaba katıldığında "parasal taban kadar döviz rezervine sahip olma ilkesi" bir rezerv yeterlilik göstergesi olarak ele alınabilir mi? 

5- Kitapta ABD dolarını kullanan bir para kurulunun, ABD ile ortak bir para bölgesi haline geleceği (s. 117), sabit kur uygulamasının döviz kum riskini orta­dan kaldırarak, ülkenin uluslararası piyasalardan kaynak bulma olanaklarım ge­nişleteceği varsayılmaktadır. Başka bir biçimde ifade edilirse, döviz kuru riskinin ortadan kalkmasının ülkenin borçlarını geri ödeyememe riskini (ülke riski) orta­dan kaldıracağı varsayılmaktadır.

Vergi sisteminin etkin olmadığı, iç borçlanmanın sınırına ulaştığı, rekabet gücü düşük bir ekonomide gerek iç borç stokunun döndürülmesi gerekse ekonominin reel olarak büyümesi zaten dış kaynak girişinin sağlıklı ve sürekli olmasına bağlı­dır. Böyle bir ekonominin Ortodoks para kurulu sistemine geçtiğini varsayalım. Bu ülkenin finansman ihtiyaçlarını para politikası ile gidermesi ve kitaptaki para kurulu tüzüğünde de belirtildiği gibi (s. 132), başlangıç rezervleri dışında ulusla­rarası kuruluşlardan kredi alması mümkün olamayacağı için dış kaynak ihtiyacı hem artacak hem de yoğun biçimde uluslararası piyasalardan karşılanacaktır. 

Günümüzde bir ülkenin temel makro ekonomik göstergelerinde bir sorun ol­masa bile ülkelerin mal ve sermaye piyasaları arasındaki bağımlılığın yarattığı yayılma etkisi, ülkelerin borç servis kapasiteleriyle ilgili algılamaların hızlı bi­çimde değişmesine yol açabilmektedir. Ülke riski arttığında ülkenin borçlarını yenilemesi zorlaşmakta, bu olgu döviz rezervlerini eriterek devalüasyon riskinin realize olmasına yol açmaktadır. Rojas (1999)'a göre, 1990'lı yıllarda yeni geli­şen piyasalarda ortaya çıkan krizlerde, uluslararası yatırımcılar açısından ülke ris­ki devalüasyon riskinden çok daha önemli bir faktör olmuştur.

6- Literatürde, ortak para bölgesinin işleyişi "optimum para bölgesi" kavramı çerçevesinde incelenmektedir. Para bölgesinin optimum olabilmesi için ülkelera­rası mal, sermaye ve işgücü hareketleri yüksek olmalıdır. Para bölgesinde rezerv ülkenin yaratacağı parasal tabanın ülkelerarası dağılımı bu üç unsura göre şekille­necektir. Bu çerçeveden hareketle bazı saptamalar şu biçimde yapılabilir:

Meksika'nın ABD dolarına bağlı bir para kurulu sistemine geçtiğini varsa­yalım. Bu iki ülke arasında sermaye ve işgücü mobilitesi düşükse, ABD'nin ya­rattığı parasal tabandan Meksika'nın alacağı payı dış ticaret hareketleri belirleye­cektir. Meksika'nın cari işlemler dengesi yapısal olarak açık verme eğiliminde ise, ortodoks para kurulunun işleyişi gereği ülke içi para arzı daralacaktır. Bu ise sabit döviz kuru sisteminin genel sorunu olarak reel sektörde ciddî maliyetler (üre­tim ve istihdam kayıpları) yaratacaktır. Oysa ki, kitapta (s. 56) para kurulunda para arzının azalışı analiz edilirken;-

  Bankaların ilk önce rezerv temin edip daha sonra kredi verdiği,

- Yurt içi fiyatların esnek olduğu ve

-  Faiz oranlarındaki yükselmenin bankacılık sisteminin spekülatif finansman biçimini ponzi finansmanına dönüştürücü etki yapmayabileceği varsayıldığı için, cari işlemler dengesinin yeniden sağlanacağı kabul edilmektedir. Oysa ki sorun cari işlemler dengesinin yeniden sağlanması değil, denge sağlanırken ekonominin katlandığı maliyetlerin boyutudur. 

Bu çerçevede sorulması gereken soru şudur: Para kurulu sistemi kendili­ğinden ülkenin uluslararası piyasalara entegrasyonunu sağlayarak, cari işlemler dengesinin yarattığı parasal daralmayı sermaye hareketleriyle dengeleyebilir mi? Aynı soru literatürde Resmî Dolarizasyon sistemine geçiş önerileri değerlendiri­lirken de sorulmaktadır. Bakeart ve Harvey (1995) çalışmalarında Arjantin ve Mek­sika finansal piyasalarının dünya sermaye piyasaları ile entegrasyon düzeyini araş­tırmışlar ve bu ülkelerin resmî dolarizasyon sistemine geçiş için iyi adaylar olma­dıkları sonucuna ulaşmışlardır. Yani bir ülkenin para kurulu ile karşılaştırıldığın­da, çıkış stratejisi neredeyse olmayan resmî dolarizasyon sistemine geçip, ulusal parasını terk etmesi bile tek başına uluslararası finans piyasalarına entegrasyonu sağlayıcı bir faktör değildir. 

Dış ticaretinin yaklaşık %78'i ABD ile olan Meksika açısından bu sorunlar varken, dış ticaretinin %15'i ABD ile olan Arjantin gibi bir ülke açısından bu sorun daha dramatik boyutta olmayacak mıdır? Arjantin mal ticareti açısından da ABD ile ortak bir para bölgesi oluşturma özelliğinden uzaktır ve en önemli ticaret partneri (ihracatının yaklaşık %25'i) Brezilya'dır. 1999'da Brezilya'nın devalüasyon yapması Arjantin'i öylesine olumsuz ekilemiştir ki, Arjantin'de resmî dolarizasyon tartışmaları gündeme gelmiştir. Bu çerçevede şu soru sorulabilir: "Para kurulu sistemine geçen bir ülkede (Arjantin) sistemin başarıyla işlemesi, bu ülkenin en önemli ticaret partnerinin o (Brezilya) para kurulu sisteminde olmasını gerektirmez mi?" 

Buraya kadar yapılan değerlendirmeler çerçevesinde son olarak şu vurgulama yapılabilir: Bir ülke kamu kesimi finansman sorununu çözmeden, bankacılık sek­törünü sağlıklı bir yapıya kavuşturmadan Ortodoks para kurulu sistemine geçe­mez. Bu çerçevede gerek teorik gerekse uygulama açısından şu soru ortaya çık­maktadır: Bir ülke kamu kesimini ve bankacılık sektörünü disipline edici siyasî ve ekonomik iradeye sahipse, bu ülkenin konjonktürü önleyici hareket etme ola­nağı neredeyse hiç olmayan; rezerv ülkenin konjonktürünü doğrudan doğruya it­hal eden ve rezerv ülkenin para politikalarına göre şekillenen para kurulu sistemi­ne geçmesi doğru mu? 

Kaynak: Selahattin TOGAY

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005