''Gelişmekte Olan Ülkeler İçin Para Kurulları El
Kitabı" Üzerine Bazı Düşünceler
Para Politikası Kurulu ve Para Kredi Kurulu Nedir
Merkez bankalarının para politikası uygulama sürecinde birincil
hedefi fiyat istikrarının sağlanmasıdır. İhtiyarî
para politikalarının yarattığı zaman tutarsızlığı
sorunundan kaçınabilseler bile, paranın
politizasyonu yönündeki baskılar merkez bankaları
açısından hem fiilî hem de potansiyel bir tehlike
oluşturmaktadır. Bu nedenle para politikası uygulama
sürecinde bir nominal çıpaya ihtiyaç duyulmaktadır.
Tarihsel örneklere bakıldığında (ve ABD gibi bazı
örnekler bir yana bırakıldığında) döviz kuru
hedeflemesi, parasal hedefleme ve enflasyon
hedeflemesi olmak üzere üç farklı nominal çıpa
kullanımı (yani para rejimi tercihi) bulunmaktadır.
Günümüzde gelişmekte olan ülkelerin parasal sorunları incelenirken
"bu ülkelerde merkez bankalarının varlığına son
verilmeden paranın politizasyonu önlenemez" yargısı
bazı iktisatçıların önerilerinin kaynağını
oluşturmaktadır. Bu anlamda para kurulu önerisi ve
hatta ulusal paranın terk edilerek resmî
dolarizasyon sistemine geçilme önerisi, döviz kuru
hedeflemesi içinde yer alan sabit döviz kuru
uygulamasının en katı biçimleri olarak gündeme
gelmektedir.
Günümüzde Arjantin, Hong-Kong, Estonya, Litvanya ve Bulgaristan
para kurulu uygulamalarıyla ilgili en önemli
örnekleri oluşturmaktadır. Hanke ve Schuler'in
Gelişmekle Olan Ülkeler için Para Kurulları El
Kitabı adlı çalışması, Ortodoks para kurulu
sistemini gelişmekte olan ülkeler için tek seçenek
olarak sunmakta ve yazarların diğer çalışmalarında
da (Örn: Schuler,1998) görüldüğü gibi, resmî
dolarizasyon sistemine geçiş nihaî çözüm olarak
önerilmektedir.
Bu yazıda Hanke ve Schuler'in kitabının eleştirel bir
değerlendirmesi altı madde haline yapılacaktır.
1- "Para Kurulu tarafından çıkarılan paralar ülke dışında
basılmalıdır. Paraları dışarıda basmak, ülkedeki
hükümetin baskı makinalarına el koymasını ve
yabancı rezervlerle desteklenmeyen para basarak
para kurulu sistemini alt üst etmesini önlemek
içindir, (s. 103)" ifadesinde açıkça görüldüğü gibi,
kitapta siyasî iradeye güvensizlik son derece
dramatik biçimde ifade edilerek neredeyse bir
başlangıç noktası olarak ele alınmaktadır. Bu
bağlamda sorulması gereken soru şudur: Para kurulu
gibi rijit bir sistem, gelişmekte olan ülkelerde
popülist politikalardan politik kopuşu sağlayacak
bir siyasî irade olmaksızın hayata geçirilebilir mi?
Bu soru çerçevesinde Arjantin önemli bir örnektir.
Carlos Menem, Peronist-'lerin adayı olarak çalışan
kesimlerin desteği ile 1989'da (para kurulu
uygulamasının başlamasından iki yıl önce) iktidara
gelmiş ve iktidara geldikten sonra ideolojisini
radikal biçimde değiştirerek ortodoks istikrar
önlemlerini derhal uygulamaya koymuştu (Ball,1999).
2- Kitapta para kurulu sistemine geçiş, parasal reformların
başarısı için gerekli olan diğer reformları
sağlayacak bir süreç olarak ele alınmakta ve para
kurulunun ön koşullara ihtiyaç duymadığı (s. 13-20)
özellikle vurgulanmaktadır.
Bu haliyle, kitapta gelişmekte olan ülkelerdeki parasal sorunların
"stok boyutu" göz ardı edilmekte, parasal
dengesizlikler sadece bir "akım sorun" olarak ele
alınmaktadır. Örneğin,Türkiye'de iç borç stokunun
GSMH'ye oram 1995 yılında % 17.3 iken, 2001 yılında
%66.2'ye ulaşmıştır. Bu noktada varsayımsal olarak
şu soru sorulabilir: Acaba Türkiye ekonomisinin
1995 yılında para kurulu sistemine geçmesiyle, 2001
yılında geçmesi arasında, para kurulu sisteminin
başarısı açısından bir farklılık ortaya çıkmayacak
mıdır? İç borç stoku azaltılmadan, iç borç stokunun
dayattığı, hoş olmayan Monetarist aritmetik sorunu
çözülmeden ortodoks para kurulu gibi katı bütçe
sınırlamaları yaratan bir para sistemine geçilebilir
mi? İç borç stokunun böylesine arttığı bir
ekonomide, değil para kurulu uygulaması, Uygur (2001
)'un belirttiği gibi, merkez bankasının bağımsız
hale getirilmesi ve parasal tabanı kontrol etmeye
çalışması bile finansal piyasalarda enflasyondaki
dalgalanmaları arttırarak, enflasyonun yüksek
düzeyde kalmasına yol açabilir.
3- Kitabın ana kurgusu "para kurulu, kamu kesimine kredi vererek
parayı po-litize edemez. Sabit kur uygulaması katı
bütçe sınırlamaları yaratır. Bu iki olgu enflasyonu
düşürür. Enflasyonun düşmesi bizatihi sabit kurun
sürdürülebileceği istikrarlı bir ekonomik ortam
yaratır" şeklinde özetlenebilir. Yani Kitap'ta bir
yandan sabit döviz kuru sisteminin seçimi dışsal
bir olgu olarak ele alınmakta diğer yandan ise döviz
kuru ve enflasyon oranı ekonomik büyümeyi belirleyen
bağımsız faktörler olarak ele alınmaktadır.
A- Bir Ülkenin Döviz Kuru Tercihi Dışsal Bir Tercih Olarak Ele
Alınabilir mi?
Roubini (1999)'ye göre, hükümetin parasal genişleme yaratarak
senyoraj geliri elde etme ihtiyacının boyutu döviz
kuru tercihini şekillendiren temel faktördür.
Gelişmekte olan ülkelerde, senyorajın kamu otoritesi
tarafından önemli bir gelir kaynağı olarak görülmesi
malî açıkların yapısal niteliğinden ve bu haliyle de
vergi sisteminin etkinliğinden bağımsız bir faktör
değildir. Cuikerman vd (1992)'a göre, vergi
sisteminin etkinsizliği sadece ülkenin içinde
bulunduğu kalkınma aşamasıyla açıklanamaz. Politik
sistemin yapısı ve politik kutuplaşmanın düzeyi de
son derece belirleyicidir. Bu bağlamda şu soru
sorulmalıdır: Arjantin, para kurulu öncesinde önemli
reformları uygulamaya koyarak (1989-1990
yıllarındaki Vergi Reformu, Ekonomik Güvenlik
Yasası, Bonex Planı. Bkz. Togay ve Barışık, 2000)
parasal genişlemeye ihtiyaç duymayacak hale
gelmeseydi sabit döviz kuru sistemine geçebilir
miydi?
B- Döviz Kuru ve Enflasyon Oranı İktisadî Büyümeyi Belirleyen
Bağımsız Faktörler Olarak Ele Alınabilir mi?
Birçok yazarın belirttiği gibi, ekonomik birimlerin gerek finansal
sektörün kırılganlık derecesiyle gerekse para ve
maliye politikalarıyla ilgili algılamaları ve dışsal
şoklar, döviz kuru oynaklığını belirleyen temel
faktörlerdir. Yani döviz kuru ekonomik büyümeyi
belirleyen bağımsız bir faktör değildir. Buna ek
olarak bir çok çalışmada belirtildiği gibi,
enflasyonun ekonomik büyüme oranı üzerindeki etkisi
finansal sektör aracılığıyla ortaya çıkan dolaylı
bir etkidir. Ve hiç kuşku yok ki gelişmekte olan
ülkelerde enflasyonun finansal piyasalar üzerindeki
yıkıcı etkisi bankacılık sektörünün uluslararası
standartlardan uzak, zayıf bir yapıya sahip
olmasından kaynaklanmaktadır. Literatürde yapılan
bazı çalışmalar, finansal sektörün gelişmesinde ve
böylece uzun dönemli sağlıklı bir büyüme trendine
girmesinde finansal sektöre yönelik yasal kurumsal
düzenlemelerin son derece etkili olduğunu ortaya
koymaktadır (Levine ve Carkovic, 2001).
4- Kitapta parasal dengesizlikleri yaratan/tetikleyen bir faktör
olarak bankacılık sektörünün analizi yapılmamakta,
bankacılık sektörü için bir reform çerçevesi
tanımlanmamaktadır. Bu açıdan bakıldığında kitabın
bankalara bakış açısı son derece ilginçtir:
"Bir ticarî banka, ödünç alıcılara, harcamalarda
kullanmak yerine, bankaya ödünç veren mevduat
sahiplerinin verdiğinden daha uzun bir süre için
ödünç veremez " denilmekte ve bu haliyle bankalar
kendilerine yatırılan mevduatı kredi olarak veren
basit finansal aracılar olarak ele alınmaktadır. Bu
konuda şu saptamalar yapılabilir:
• Günümüzde ticarî bankalar, fon kaynaklarının hacmini ve
kompozisyonunu veri olarak alıp sadece aktif
yönetimi ile uğraşmamakta, pasif yönetimi
aracılığıyla yeni finansal araçlar ihraç ederek ve
yeni borçlanma biçimleri geliştirerek
ton kaynaklarının hacmini ve kompozisyonunu
belirlemektedir. Yani bankacılık sektörünün bütünü
itibarıyla bakıldığında bankalar ilk önce kredi
vermekte, daha sonra rezerv gereksinmelerini
karşılamaktadır.
Ticari bankalar kısa vadeli fonları uzun vadeli plase eden
organizasyonlardır. Bu anlamda vade riski
üstlendikleri için spekülatif finansmana angaje
olmuş ekonomik birimlerdir. Ve bu nedenle,
aktiflerini finanse etme sürecinde faiz oranı riski
ve döviz kuru riski üstlenmektedirler. Bankaların
ilk önce kredi verip daha sonra rezerv bulma
davranışları sektördeki rekabeti arttırmakta;
iflasına izin verilemeyecek kadar büyük bankaların
varlığı ve bazı bankaların (Demirbank örnek olarak
verilebilir) iflasına izin verilemeyecek kadar büyük
hale gelme çabaları, rekabeti niteliksel olarak
farklılaştırmaktadır.
Hiç kuşku yok ki, ticarî bankalar, hanehalkları ve firmaların
geleceğe yönelik taahhütlerini kabul ederek, satm
alma gücünün gelecekten bugüne transfer edilmesini
mümkün kılan kurumlardır. Satın alma gücünün
gelecekten bugüne transfer edilmesi (yani açık
finansman olanağının yaratılması) kapitalist
ekonomilerde toplam talebin sürekliliğinin
sağlanması açısından son derece önemlidir. Sermaye
piyasaları tam rekabetçi özelliklere sahip olmadığı
için, dışsal fonlar içsel fonların tam ikâmesi
değildir. Bu çerçevede reel sektörün kullanabileceği
dışsal fonların gerek miktarının gerekse maliyetinin
belirlenmesinde bankacılık sektörünün etkinlik
düzeyi son derece önemlidir.
Finansal yenilik sürecinde fınansal araç yelpazesi genişlemekte,
ekonomide bir likidite piramidi oluşmakta ve
neticede merkez bankasının yarattığı paranın
ekonominin toplam likiditesi içindeki göreli önemi
giderek azalmaktadır. Bu çerçevede finansal
kırılganlığın arttığı dönemlerde merkez bankası
nihaî ödünç veren rolünü oynamazsa, finansal
kırılganlık hızlı biçimde finansal krize
dönüşebilmektedir. Oysa ki ortodoks para kurulu
sisteminde paranın yaratılması tamamen döviz giriş
çıkışına bağlıdır. Ortodoks para kurulu, para
politikası araçlarına sahip olmadığı için nihaî
ödünç veren (lender of last resort) rolünü oynayamaz
ve faiz oranlarındaki istikrarsızlığı önleyecek
biçimde sterilizasyon işlemi yapamaz. Yani Ortodoks
para kurulu, doğası gereği ekonomik konjonktürün
etkilerini önleyici değil destekleyici bir işleyiş
biçimine sahiptir. Hiç kuşku yok ki, faiz
oranlarının istikrarsızlığı finansal aktif
fiyatlarını istikrarsız hale getirmekte ve bir bütün
olarak banka bilançolarının piyasa değerini
istikrarsız hale getirerek iflasların ortaya
çıkmasına neden olabilmektedir. Bu olgu merkez
bankasının nihaî ödünç veren rolüne duyulan
ihtiyacın kaynağını oluşturmaktadır.
Bu açıklamalar ışığında bakıldığında kitapta para kurullarının en
ünlüsü olarak Hong-Kong para kurulunun gösterilmesi
(s. 2) son derece dikkat çekicidir. Gerçekten de
Hong-Kong, 1997 Asya Krizi'ni devalüasyon yapmadan
atlatabilmistir. Bu anlamda para kurulunun başarısı
açısından gösterilebilecek önemli bir örnektir.
Ancak:
Asya Krizi ortaya çıktığında Hong-Kong yönetimi iki biçimde
müdahale etmiştir. İlk olarak, hisse senedi
piyasasından 15 milyar dolarlık alım yaparak
borsanın düşüşünü ve sermaye kaçışını önlemiştir,
ikinci olarak, bankaların kısa vadeli likidite
ihtiyaçlarının karşılanıp faiz oranlarındaki aşırı
oynaklığı önlemek irin 1992 yılında uygulamaya
konulan "Likidite İntibak Kolaylığı" mekanizması
1997 yılında reeskont penceresine dönüştürülmüştür.
Bankalar yaklaşık 12 milyar dolar reeskont kredisi
kullanmışlardır (Ghos vd, 2000). Malî sisteme kriz
döneminde sağlanan likidite o dönemki GSMH'nin
yaklaşık %18'ine ulaşmıştır. Yani, kitapta
Hong-Kong, para kurullarının en ünlüsü olarak
gösterilmektedir, ama Hong-Kong para kurulunun
başarısı, kriz döneminde para kurulu sisteminin katı
kurallarından uzaklaşarak bir merkez bankası gibi
nihaî ödünç veren rolünü oynamasından
kaynaklanmıştır.
Asya Krizi döneminde devalüasyon yapmak zorunda kalan ülkelerle
karşılaştırıldığında Hong-Kong, Asya'nın finans
merkezi olarak farklı bir yapıya sahiptir.
Hong-Kong'da firmaların dışsal finansman
kullanımında sermaye piyasası araçları egemen olup
Hong-Kong yönetimi borçlanma gereksinmesi içinde
olmamasına rağmen Asya Krizi'nden önceki 10 yıl
boyunca tahvil piyasasını geliştirici önlemleri
uygulamaya koymuştur. Buna ek olarak bankacılık
sektörü ve sermaye piyasalarında-etkin bir risk
yönetimi sistemine sahiptir (Tsui,1999). Diğer Asya
ülkeleri içinde en ilginç örnek Asya Krizi'nin
başlamasına yol açan Tayland'dır. Tayland ilginç bir
örnektir, çünkü kitaptaki analizin referans noktası
olan paranın polıtizasyonu sorunu tarihsel olarak
Tayland'da ortaya çıkan bir süreç olmamıştır. (Öyle
ki geleneksel olarak Tayland'da bütçe bürosunun
hazırladığı bütçe Mecliste neredeyse hiç
değişikliğe uğramamakta ve bu haliyle bir siyasî
mücadele alanı oluşturmamaktadır). Sach (1997)'a
göre, Tayland'daki kriz, geleneksel olarak uygulanan
sıkı para ve maliye politikalarından
vazgeçilmesinden değil, dışsal finansman olarak
kısa vadeli banka kredilerinin egemenliğinden ve
bankacılık sektörünün zayıflığından
kaynaklanmıştır. Sach (1997) Tayland'la ilgili
olarak şu temel saptamayı yapmaktadır: "Tayland
kriz döneminde belli ölçüde genişletici para
politikası uygulayarak fmansal kurumların iflasını
önleyip, yatırımcıların güvenini arttırarak sermaye
çıkışlarını tersine çevirmeliydi".
Kitapta merkez bankalarının oynadığı nihaî ödünç veren rolünün
kısmî rezerv sisteminin doğasından kaynaklanan bir
rol olduğu; bankaların da bir firma gibi kâr
maksimizasyonu amacına sahip olduğu ve reel
sektörden farklı olarak bankaların ürettiği şeyin
para olduğu ve kâr maksimizasyonu sürecinin bu
anlamda üretilen para miktarını arttırarak parasal
dengesizliklere yol açtığı göz ardı edilmektedir.
Öylesine göz ardı edilmektedir ki kitabın hangi
durumu bir kriz olarak
gördüğü anlaşılamamaktadır. Kitapta şu saptama
yapılmaktadır (s. 125): "Birpara kurulu için
tahayyül edebileceğimiz en kötü durum insanların tüm
para kurulu paralarını rezerv paraya çevirmeleridir.
Bu durumda bile önemsiz bir şey olmuş demektir.
Çünkü para kurulu dolaşımdaki paranm%100'üne eşit
miktarda döviz rezervine sahiptir. " Kitapta bu
tespit yapılırken 40 no'lu dipnotta toplumun
mevduatının değişmeden kalacağının varsayıldığı
belirtilmektedir. Bu çerçevede şu sorular
sorulabilir:
- Bir ülkede dolaşımdaki paranın tamamının döviz talebine dönüşmesi
önemsiz bir durum olarak ele alınabilir mi?
- Dolaşımdaki paranın tamamı dövize çevrilmeye çalışılırken,
bankacılık sistemindeki mevduatın değişmeden
kalacağı varsayılabilir mi? Bu çerçevede dövize
yönelik potansiyel talep kaynağının sadece parasal
tabandan oluştuğu söylenebilir mi?
- Toplam mevduatların, örneğin %50'sinin döviz mevduatı olduğu bir
ülkede, döviz mevduatlarından çekiliş başladığında
kısmî rezerv sisteminin doğası gereği bu talepler
karşılanabilir mi?
- Bu soruların bir devamı olarak, uluslararası sermaye
hareketlerinin niteliksel değişimi ve ülke içi
fînansal yenilik sürecinde finansal aktif
yelpazesinin genişleme eğilimi hesaba katıldığında
"parasal taban kadar döviz rezervine sahip olma
ilkesi" bir rezerv yeterlilik göstergesi olarak ele
alınabilir mi?
5- Kitapta ABD dolarını kullanan bir para kurulunun, ABD ile ortak
bir para bölgesi haline geleceği (s. 117), sabit kur
uygulamasının döviz kum riskini ortadan kaldırarak,
ülkenin uluslararası piyasalardan kaynak bulma
olanaklarım genişleteceği varsayılmaktadır. Başka
bir biçimde ifade edilirse, döviz kuru riskinin
ortadan kalkmasının ülkenin borçlarını geri
ödeyememe riskini (ülke riski) ortadan kaldıracağı
varsayılmaktadır.
Vergi sisteminin etkin olmadığı, iç borçlanmanın sınırına ulaştığı,
rekabet gücü düşük bir ekonomide gerek iç borç
stokunun döndürülmesi gerekse ekonominin reel olarak
büyümesi zaten dış kaynak girişinin sağlıklı ve
sürekli olmasına bağlıdır. Böyle bir ekonominin
Ortodoks para kurulu sistemine geçtiğini varsayalım.
Bu ülkenin finansman ihtiyaçlarını para politikası
ile gidermesi ve kitaptaki para kurulu tüzüğünde de
belirtildiği gibi (s. 132), başlangıç rezervleri
dışında uluslararası kuruluşlardan kredi alması
mümkün olamayacağı için dış kaynak ihtiyacı hem
artacak hem de yoğun biçimde uluslararası
piyasalardan karşılanacaktır.
Günümüzde bir ülkenin temel makro ekonomik göstergelerinde bir
sorun olmasa bile ülkelerin mal ve sermaye
piyasaları arasındaki bağımlılığın yarattığı yayılma
etkisi, ülkelerin borç servis kapasiteleriyle ilgili
algılamaların hızlı biçimde değişmesine yol
açabilmektedir. Ülke riski arttığında ülkenin
borçlarını yenilemesi zorlaşmakta, bu olgu döviz
rezervlerini eriterek devalüasyon riskinin
realize olmasına yol açmaktadır. Rojas (1999)'a göre,
1990'lı yıllarda yeni gelişen piyasalarda ortaya
çıkan krizlerde, uluslararası yatırımcılar açısından
ülke riski devalüasyon riskinden çok daha önemli
bir faktör olmuştur.
6- Literatürde, ortak para bölgesinin işleyişi "optimum para
bölgesi" kavramı çerçevesinde incelenmektedir. Para
bölgesinin optimum olabilmesi için ülkelerarası
mal, sermaye ve işgücü hareketleri yüksek olmalıdır.
Para bölgesinde rezerv ülkenin yaratacağı parasal
tabanın ülkelerarası dağılımı bu üç unsura göre
şekillenecektir. Bu çerçeveden hareketle bazı
saptamalar şu biçimde yapılabilir:
Meksika'nın ABD dolarına bağlı bir para kurulu sistemine geçtiğini
varsayalım. Bu iki ülke arasında sermaye ve işgücü
mobilitesi düşükse, ABD'nin yarattığı parasal
tabandan Meksika'nın alacağı payı dış ticaret
hareketleri belirleyecektir. Meksika'nın cari
işlemler dengesi yapısal olarak açık verme
eğiliminde ise, ortodoks para kurulunun işleyişi
gereği ülke içi para arzı daralacaktır. Bu ise sabit
döviz kuru sisteminin genel sorunu olarak reel
sektörde ciddî maliyetler (üretim ve istihdam
kayıpları) yaratacaktır. Oysa ki, kitapta (s. 56)
para kurulunda para arzının azalışı analiz
edilirken;-
Bankaların ilk önce rezerv temin edip daha sonra kredi verdiği,
- Yurt içi fiyatların esnek olduğu ve
- Faiz oranlarındaki yükselmenin bankacılık sisteminin spekülatif
finansman biçimini ponzi finansmanına dönüştürücü
etki yapmayabileceği varsayıldığı için, cari
işlemler dengesinin yeniden sağlanacağı kabul
edilmektedir. Oysa ki sorun cari işlemler dengesinin
yeniden sağlanması değil, denge sağlanırken
ekonominin katlandığı maliyetlerin boyutudur.
Bu çerçevede sorulması gereken soru şudur: Para kurulu sistemi
kendiliğinden ülkenin uluslararası piyasalara
entegrasyonunu sağlayarak, cari işlemler dengesinin
yarattığı parasal daralmayı sermaye hareketleriyle
dengeleyebilir mi? Aynı soru literatürde Resmî
Dolarizasyon sistemine geçiş önerileri
değerlendirilirken de sorulmaktadır. Bakeart ve
Harvey (1995) çalışmalarında Arjantin ve Meksika
finansal piyasalarının dünya sermaye piyasaları ile
entegrasyon düzeyini araştırmışlar ve bu ülkelerin
resmî dolarizasyon sistemine geçiş için iyi adaylar
olmadıkları sonucuna ulaşmışlardır. Yani bir
ülkenin para kurulu ile karşılaştırıldığında, çıkış
stratejisi neredeyse olmayan resmî dolarizasyon
sistemine geçip, ulusal parasını terk etmesi bile
tek başına uluslararası finans piyasalarına
entegrasyonu sağlayıcı bir faktör değildir.
Dış ticaretinin yaklaşık %78'i ABD ile olan Meksika açısından bu
sorunlar varken, dış ticaretinin %15'i ABD ile olan
Arjantin gibi bir ülke açısından bu sorun daha
dramatik boyutta olmayacak mıdır? Arjantin mal
ticareti açısından da ABD ile ortak bir para bölgesi
oluşturma özelliğinden uzaktır ve en önemli ticaret
partneri (ihracatının yaklaşık %25'i) Brezilya'dır.
1999'da Brezilya'nın devalüasyon yapması Arjantin'i
öylesine olumsuz ekilemiştir ki, Arjantin'de resmî
dolarizasyon tartışmaları gündeme gelmiştir. Bu
çerçevede şu soru sorulabilir: "Para kurulu
sistemine geçen bir ülkede (Arjantin) sistemin
başarıyla işlemesi, bu ülkenin en önemli ticaret
partnerinin o (Brezilya) para kurulu sisteminde
olmasını gerektirmez mi?"
Buraya kadar yapılan değerlendirmeler çerçevesinde son olarak şu
vurgulama yapılabilir: Bir ülke kamu kesimi
finansman sorununu çözmeden, bankacılık sektörünü
sağlıklı bir yapıya kavuşturmadan Ortodoks para
kurulu sistemine geçemez. Bu çerçevede gerek teorik
gerekse uygulama açısından şu soru ortaya
çıkmaktadır: Bir ülke kamu kesimini ve bankacılık
sektörünü disipline edici siyasî ve ekonomik iradeye
sahipse, bu ülkenin konjonktürü önleyici hareket
etme olanağı neredeyse hiç olmayan; rezerv ülkenin
konjonktürünü doğrudan doğruya ithal eden ve rezerv
ülkenin para politikalarına göre şekillenen para
kurulu sistemine geçmesi doğru mu?
Kaynak: Selahattin TOGAY
|