|
Milli Gelir Üzerine
Bir
ekonomide tüm harcamalar milli gelirden yapılır. Dış
kaynaklardan yapılan transferleri ve sermaye
erimesini bir tarafa bırakırsak, tüm özel
harcamalar, vergiler ve sigorta fonları milli
gelirden ödenir. Milli gelirin artış hızı yeterli
olmadığında çeşitli harcama kalemleri arasında ciddi
çekişme ve ihtilaf ortaya çıkar. Zaten iktisat
biliminin bir tanımı da, kaynaklar üzerinde taraflar
arasında yaşanın çıkar mücadelesini açıklayan (ya da
perdeleyerek, gizleyen) alan olarak verilmektedir.
Sermaye sahipleri ve rantiye grupları
dışında kalanlar, ancak aktif olarak milli gelire
katkı yapabildikleri sürece milli gelirden pay
almaya hak kazanırlar. Bu grubun milli gelirden
aldığı pay, aktif olarak üretime katılanlarla
katılamayanlar arasındaki orana bağlı olarak
belirlenir. Diğer bir deyişle, işsiz oranı arttıkça,
üretime aktif olarak katılan emekçilerin milli
gelirden aldıkları pay da gerilemeye başlar. Böyle
bir yaklaşımla denebilir ki, emekle sermaye
arasındaki tarihsel çatışma, günümüzde yerini,
nerede ise, üretime aktif olarak katılanlarla,
katılamayanlar arasındaki çekişmeye bırakmış
bulunmaktadır. Daha da anlamlı bir yaklaşımla
denebilir ki. bu düzeyde sermaye birikimi ve
işsizlik ortamında iş bulabilen emekçiler, bir
yandan cansız emek diğer yandan da işsizler arasında
sıkışmış bir durumdadır.
Böyle bir oluşumda milli gelirden büyük bölümü, en
güçlü konumda olan sermaye sahipleri ve rantiyeler
alırken, devletin payı aynı hızda gelişmemekte.
emekçilerinki ise çok daha gerilerde kalmaktadır.
Bunun da ötesinde, milli gelir üzerindeki söz hakkı
da bu sırayı izlemektedir. Kaynak krizi yaşayan
kurumlar ise, doğal olarak, bu sırayı tersinden
izler. İşte bu nedenle önce sosyal güvenlik kurumlan
sıkıntıya düşer, sonra devlet krizi büyür. Bu iki
kriz yaşanırken, özel kesim de, doğal olarak bu
kurumlardan yakınarak, durumdan şikayetçi olur.
Özel kesimin bu davranışı çok doğaldır. Zira bu
yöntemle özel kesim, bir yandan daha fazla kaynağı
kendine çekmeye çalışırken, diğer yandan da kendi
dışındaki kurumları suçlu gibi göstererek, kendini
aklamaktadır.
Özel kesim, kendi iç-güdüsü doğrultusunda böyle
davranır da, aklı başında hiç kimsenin buna inanması
söz konusu olamaz. Zira, olayları yorumlayan herkes
bilir ki, sorunun kaynağında verimsiz üretim
yatmaktadır. Verimsiz üretimin kaynağını ise,
yetersiz yatırım ve israf oluşturmaktadır. Bu israf
ve yatırımsızlıktır ki, verimsiz üretime neden
olmakta. Bu verimsiz üretim ise devleti ve sosyal
kurumları besleyememektedir. O kadar ki, vergilerle
yeterince beslenemeyen devlet, kaynaklarının bol
olduğu dönemlerde sosyal güvenlik kurumlarına dahi
el atmaktan geri kalmamıştır.
Verimli olmayan üretici alt-yapı, memura toplu
sözleşme ve grevli sendikal hakları vermemektedir.
Aynı alt-yapı dahiyane bir buluşla erken emeklilik
adı verdiği bir uygulamayı da hızla gündeme
getirmiştir. Erken emeklilik; yoğun işsizlik
ortamında, korkulan yaygın işsizlik sigortası
yerine, birilerine hızla bir "emekli" damgası
vurarak, hiç değilse işsizlerin bir bölümünü bu
kapsama alma projesi idi. Özellikle, erken emeklilik
olarak anılan bu uygulama, aslında kısmi işsizlik
sigortası niteliğindedir.
Türkiye'de çalışma koşuları ve ortalama ömür dikkate
alındığında yeni projenin savunulur bir yönü
yoktur. Ancak sorun bu değildir. Sorun, ekonominin
verimsiz üretimi ve israfıdır. Gereği biçimde
artırılamayan kaynak sorunudur ki, anlamsız ve
verimsiz istihdam teknikleri geliştirilmekte,
binlerce insan işsiz kalmakta, kamu açıkları
artmakta, ekonominin dış açığı artarak, bağımlılık
derecesi yükselmektedir. Doğal olarak, sosyal
mücadeleler kazanılmış hakların korunması ve daha
da genişletilmesi yönünde sürdürülecektir. Ancak
asıl sorun, ekonomik altyapıdadır. Ekonomik
alt-yapının düzenlenmesi, kaynakların artırılması
ve etkin kullanılması, işin özünü oluşturmaktadır.
Amaçlanan yeni istihdam yöntemleri yanında,
emeklilik yaşının yükseltilmesi, sonuç olarak,
kaynakların sermayeye yöneltilmesini amaçlayan bir
projedir.
|