|
Misak-ı İktisadîden Repocu Sanayiciliğe
İktisatçı, Yazar Mustafa Özel
İstanbul Sanayi Odası önce bu yılın 500 Büyük Sanayi
Şirketini, sonra onları hemen izleyen 250 Sanayi
Şirketini açıkladı. Araştırmanın en çarpıcı
sonuçlarından biri şu: tik 500 şirket, kârlarının
yüzde 53'ünü; onları izleyen 250 şirket ise yüzde
72'sini faaliyet dışı gelirlerden, yani faizden
temin ediyor. Daha açık söylersek, sanayici asıl
işinden değil, devlete verdiği borcun faizinden
kazanç sağlıyor. Reklamlarda ürünlerinin birer dünya
markası haline geldiğini sık sık dile getirenler,
meğer Galata bankerlerinden farksız imişler!
ISO araştırmasının yanm bıraktığı bir sonuç ise şu:
tik 500'e giren sanayi şirketlerinin çoğu birer kara
delik gibi döviz yutuyor. Bu gerçeği ifşa etmemek
için, raporda sadece şirketlerin ihracat
rakamlarına yer veriliyor, itha-latlan gizleniyor.
IMKB yıllıklarından derlediğimiz bilgilere göre,
birkaç istisna ile, büyük sanayi şirketleri
ihracatlarının en az üç misli, bazan beş-on misli
ithalat yapıyorlar. İmalat girdileri içinde
ithalatın payı yüzde 60'ı bulurken, satış gelirleri
içinde ihracatın payı yüzde 5'i bulmuyor!
Türkiye'nin 20 milyar doları aşan dış ticaret
açığının yarıdan fazlasının sorumlusu, 40 yıldır
korunan büyük sanayi şirketleri!
Yetmişbeşinci Yıl kutlamalarında Cumhuriyetin
birinci sıradaki bekçileri pozunu takınan bu
kurumlar, Cumhuriyetin yüz karası!
Yetmişbeş yıl geriye, 1923 İzmir İktisat Kongresi'ne
kanatlanıyoruz. Memleketin iktisadî esaslarını
tesbit için 17 Şubat-4 Mart 1339 (1923) tarihleri
arasında 1135 kişi tarafından sürdürülen 16 günlük "müzakerât
ve mesai neticesinde Çiftçi, Tüccar, Sanayi ve işçi
Gruplarınca ittihaz olunan kararlar iktisadî
ihtiyaçlan-mızı teşrih eder bir mazbata şekil ve
mahiyetinde TBMM Riyaseti ile icra Vekilleri Heyeti
Riyaset-i Celilelerine takdim olunmuştu." Üzerinde
ittifak edilen ve Misak-ı iktisadî diye ad-landınlan
12 ilkeden 6'sı şunlardı:
Madde 3-
Türkiye halkı tahribat yapmaz, imar eder. Bütün
mesaisi iktisaden memleketi yükseltmek gayesine
matuftur.
Madde 4:
Türkiye halkı sarfettiği eşyayı mümkün mertebe kendi
imal eder, yetiştirir. Çok çalışır. Vakitte,
servette ve ithalatta israftan kaçar. Millî
istihsali (üretimi) temin için icabında geceli
gündüzlü çalışmak şiarıdır.
Madde 9:
Türk, dinine, toprağına, hayatına ve müesssesatına
düşman olmayan milletlere daima dosttur. Ecnebi
sermayesine aleyhtar değildir. Ancak kendi yurdunda
kendi lisa-sına ve kanununa uymayan müesseselerle
münasebette bulunmaz. Türk, ilim ve san'at
yeniliklerini nereden olursa olsun doğrudan doğ-aıya
alır ve her türlü münasebette fazla mutavassıt
(aracı) istemez.
Madde 10:
Türk, açık alın ile serbestçe çalışmayı sever;
işlerde inhisar (tekel) istemez.
Madde 11:
Türkler hangi sınıf ve meslekte olurlarsa olsunlar,
candan sevişirler. Meslek, zümre itibariyle el ele
vererek birlikler; memleketini ve birbirlerini
tanımak, anlaşmak için seyahatler ve birleşmeler
yaparlar.
Madde 12:
Türk kadını ve hocası, çocukları İktisadî Misaka
göre yetiştirir
Hüseyin Cahit Yalçın, 16 Mart 1923 tarihli Tanin
gazetesinde Misak-ı İktisadînin başına şu dört
maddenin yazılması lâzım geldiğini belirtmekten
kendini alamıyordu.
1. Türk, Türkün gözünü oymayacaktır.
2. Türk, Türkün muvaffakiyetine hased etmeyecektir
3. Türk, kendisinin muvaffakiyeti için mutlaka başka
Türklerin alçalması lâzım gelmeyeceğini bilecektir.
4. Türk bu vatanda bütün Türklerin sa-adeti için
kâfi iş bulunabileceğini haünndan çıkarmayacaktır.
Bağımlı Burjuvazinin Yükselişi
Yine bir kanat darbesiyle bugüne geliyoruz. Şu anda
Türkiye'nin en önde gelen sanayi şirketlerinden
dörtte üçünün yaşı 35'in altındadır; yani 27 Mayıs
1960'tan sonra başlatılan planlı ekonominin
ürünüdürler. Misak-ı Ik-tisadî'nin lO.maddesi
hilafına, bir çoğu açık alınla çalışmaktansa inhisan
tercih etmektedir. Sanayi yatırımları temelde
istanbul ve çevresinde yoğunlaşmıştır. "Bu vatanda
bütün Türklerin saadeti için kâfi iş
bulunabileceğini" ispat eden "Anadolu Kaplanları"
gelişme yoluna girmekle beraber, henüz İstanbul ile
aym kefeye konacak seviyede değildirler. Ancak,
istanbul'un ihtiyaç duyduğu finansmanın bir kısmı
Anadolu'dan gelmektedir; Anadolu fazla sermayesini
kendisi kullanabilecek seviyeye geldiğinde, durum
değişebilir. Bunun farkında olan metropol sermayesi
daha ziyade finans alanına kaymakta ve devleti bu
yeni stratejinin muhafızı haline getirmektedir.
Toplumbilimcilere sorarsanız, bir ülke için ideal
durum, siyaset-bürokrasi-iş dünyası üçgeninin uyumlu
çalışması, daha da önemlisi, aynı hedefe koşuyor
olmasıdır. Elbette tarafların her biri önce kendi
çıkannı kollamak isteyecektir; fakat bunu öbür
taraflara zarar vermeden ve zenginlik pastasını
büyütecek tarzda yapmalıdır. ABD, Almanya ve Japonya
gibi ülkelerin bütün iktisadî basanları, böyle bir
uyumu sağlamış olmalanndandır. Cumhuriyet rejimi,
ne yazık ki, işin başından itibaren, esnafı ve
çalışan kesimleri önce açıkgöz siyaset zor-balannın
istismarına, ardından köksüz bir burjuvazinin
kaprislerine terkeden bir rejim olmuştur. 1993
yılında bir işadamı büyük işa-damlannı içinde
barındıran TÜSİAD üyelerinin "iktisadî zina peşinde
koştuklannı" gayet rahatlıkla söyleyebiliyorken
(Milliyet, 4 Şubat 1993, s. 11), Atatürk'ün
iktisat müşaviri Ahmet Hamdi Başar, 1930'da amele ve
esnafın niçin CHF'na değil de Serbest Fırka'ya
mütemayil olduklarını şöyle izah ediyordu:
"Halk Fırkası'nın büyük şehirlerde ve hele
İstanbul'da başına, inkılapçılar ve idealci-lerden
ziyade, istismarcılar ve menafatçılar geçiyor.
Bunlar halkı ve ameleyi Fırkadan soğutuyor ve kendi
çıkarlarından başka birşey düşünmüyorlar,
istanbul'da liman amelesi bile Serbest Fırka'ya rey
veriyor. Çünkü bu amele Halk Fırkası namına istismar
ediliyor. Amelenin bir cemiyeti vardır; bu cemiyet
onları korumak, hastalanna bakmak ve muhtaçlarına
yardım etmek için kurulmuştur. Amele
yevmiyelerinden kesilen yüzde beşler buraya
verilir. Cemiyetin başına Halk Fırkası tarafından
reis,
idare heyeti azası ve kâtip diye birtakım adamlar
konmuştur. Reis dörtyüz lira, azalar ikişer yüz lira
aylık alırlar. Amelenin bıraktığı yüzde beşler bu
maaşlara bile yetişmediğinden, yardım işini
mecburen Liman Şirketi kendi üzerine almış, cemiyet
sadece bir yeyinti yeri olmuştur."
Yarım yüzyıl sonra bu sefer 'yeyinti yeri'
cemiyetler çoğalmış, bunlar hükümetler üzerinde
baskı kurarak 'esnaf ve amele aleyhine' kararlar
aldıran birer güç odağı haline gelmişlerdir. Son
yirmi yıl içinde bir türlü başa çıkılamayan
enflasyon problemi (daha doğrusu, hastalığı) esas
olarak bu yüzden müzminliğini sürdürmektedir.
Burjuvazi, Cemil Meric'in deyişiyle "burnunun
ucundaki felakeü göremeyecek kadar ahmaklaştığı"
için, bu meselede bile sadece kısa vadeli
çıkarlarını hesaba katmaktadır. Türkiye Odalar
Birliği eski Başkanı ve günümüzün sanayi ve ticaret
bakanı Yalım Erez, beş yıl önce hiç çekinmeden "TÜSİAD
enflasyon lobisi içindedir" diyordu. Erez'e göre,
borçlu olan enflasyonun düşmesini istemez.
Türkiye'de en fazla borcu olan kesimler; devlet ve
bazı büylük sanayiciler. Enflasyon lobisi bunlardan
oluşuyor; karargâhı ise, TÜSİAD CEP, 3-10 Ocak
1993).
Bu sözleri tarafgir ve mesnetsiz buluyorsanız, bir
ara bakanlık koltuğunda oturan ülkenin en büyük
işadamlanndan birine kulak verelim o halde. Bursalı
ünlü işadamı Cavit Çağlar, "Bunlar götürmeye
alışmış" diyordu, "herhalde şimdi götüremiyorlar da
onun için huzursuz oluyorlar." "Bunlar" dediği
TÜSİAD üyeleri, özellikle de Koç grubu idi. Kızgın
Bakan, devam ediyordu: "Otursunlar oturdukları
yerde. Yatsın kalksın babalarına dua etsinler.
Kuluçka gibi yumurtayı altlarına koymuşlar, hep
ördek çıkarmak istiyorlar. Ee, bazen tavuk çıkıyor."
(Hürriyet, 13.9.1992)
Bakan Bey'in, muhtemelen 'Baba' destekli öfkeli
sözlerinin sebebi, TÜSİAD Yüksek istişare
Konseyi'nin yaptığı açıklamalardı. Patronlar Kulübü
adına konuşan Rahmi Koç, "sanayimizde alarm zilleri
çalıyor" diyordu. "Yatırım yapamaz duruma gelen
imalat sanayimiz kapasitesini arttıramamakta,
ihracata dönük tesisler kuramamakta, teknolojisini
yenileyeme-mektedir." Bakanın tepkisi alışılmadık
derecede sertti: "Bu beylerin nesi sanayiciymiş?
Otursunlar popolannın üzerine, oturduklan yerde.
Alışmışlar hep cukkaya, hep bana hep bana yutmaya.
Bu hükümetin halkın hükümeti, TÜ-StAD'm hükümeti
değil. Karşılarında Ecevit yoktur."
Evet, karşılarında 1979'un Ecevit'i değil, 1992'nin
Demirel'i vardır. Orta yaş ve üstünde olanlanmız
TÜSIAD'ın 1979'daki o çarşaf çarşaf gazete
ilanlannı hatırlayacaklardır. TOBB, TİSK, EBSO gibi
kuruluşlar da TÜSIAD'ın tutumunu destekliyor ve
hükümeti ağır şekilde eleştiriyorlardı. İş çevreleri
bununla kalmayarak, IMF ve Dünya Bankası
yetkililerine hükümeti şikâyet ediyorlardı. Ecevit,
12 Eylül'den sonra o günleri hatırlatarak, "Bize IMF
veya ABD değil, işadamlarımız oyun oynadı" diyordu.
O dönemi "kâbus yılları" olarak niteleyen Vehbi Koç,
12 Eylül'den üç hafta sonra (3 Ekim 1980) Org. Kenan
Evren'e yazdığı mektupta: "Turgut Özal, bu nazik
dönemde, mevcudun
içinde meselelerimizi en iyi bilen insandır.
Dedikodulara bakmadan kendisini tutmakta fayda
vardır" diyerek tavsiyede bulunuyordu'
Türkiye'nin büyük sanayi şirketleri tam anlamıyla
bir ersatz (sahte) kapitalizm örneği meydana
getirdiler. Teknolojisiz sanayileşmeye dayanan
ersatz kapitalizmi Japon iktisat tarihçisi
Yoşihara Kunio şöyle anlatıyor: Güney Doğu Asya
kapitalizmi, bir ersatz kapitalizm örneğidir.
Şu sebeple ki, Güney Doğu Asya (Tayland, Malezya,
Endonezya, Filipinler, v.s.) sermayesinin gelişimi,
büyük ölçüde hizmet sektörüyle sınırlı kalmıştır.
Yani ersatz olmanın nedeni, yabancı
sermayenin egemenliği, değil, imalat sektöründe
ihracat yeteneğinin olmamasıdır; yani kendi
ülkelerinde yabancı imalat şirketlerinin acentaları
olarak faaliyet göstermektedirler; ya geniş anlamda
yabancı teknolojiye bağımlıdırlar, lisanssız üretim
yap ma güçleri yoktur; veya uluslararası pazarlarda
rekabet edecek randımana sahip değildirler.
Genellikle kısa vadeli kâr uğruna imalât
faaliyetlerini feda eden 'karton gövdeli
müteşeb-bisler'dir bunlar"
Komprador/komisyoncu burjuva, kendi insanının
üretkenlik gücüne dayanarak yabancı rakipleriyle
boy ölçüşen kapitalist değil, yabancı bir şirketin
efendiğilini kabul ile onun ömür boyu acentalığını
yapmaya razı yanaşmadır. Ersatz kapitalizmin bir
özelliği teknolojide yüzde 100 bağımlılık iken,
diğer bir özelliği içeride aynı ölçüde siyasi
odaklara karşı bağımlı ve güçsüz oluşudur. Birkaç
yıl önce, iş dünyasının önde gelen isimlerinden
Halit Narin, kendisinin de içinde bulunduğu çevre
için "kapıkulu burjuvalar" tabirini kullanıyordu.
Kapıkulluğu, Türk sermayedarına, Osmanlı'dan kalan
kötü mirastır. Şu bir tek örnek, sermayenin
siyasete ne ölçüde bağımlı olduğunu göstermeye
yeter: 1991 Haziran'ında Mesut Yılmaz, ANAP Başkanı
olmuştur ve son anda çark edip Yılmaza olan Ekrem
Pakdemirli'nin "banko başbakan yardımcısı" olması
beklenmektedir. 18 Haziran akşamı, Ankara Hilton'da
TÜSlAD'ın düzenlediği kokteyle giden Pakde-mirli
âdeta bir Moğol hakanı gibi karşılanıp
uğurlanmaktadır;
"Kendisini Bülent Eczacıbaşı ve Rahmi Koç karşıladı,
kutladı. Sonra dışandan koşar adım Sakıp Sabancı
geldi. Rahmi Koç gülerek seslendi: -Koç Sakıp ağa
koş, kutla hemen... işadamlarıyla Pakdemirli'nin
hararetli sohbeti sürerken, onları uzaktan izleyen
Ankara Ticaret Odası Başkanı Ahmet Çavuşoğlu, kendi
kendine söyleniyordu: -Yahu bu Ekrem Hoca, bir ay
önce de Ekrem Hocaydı. Şimdi bu ne il-gil böyle?
Koç, Sabancı ve Eczacıbaşı Pakde-mirli'yi Hilton'un
çıkışma kadar uğurladılar." (Cumhuriyet, 19.6.1991)
Müstakil Müteşebbislerin Yükseliş ve Durduruluşu
Türkiye'de sanayi burjuvazisinin bu durumu tesbit
edildiği zaman, 1990'larda önü kesilmek istenen
gelişmenin "dindarlaşma" değil, "müstakilleşme"
olduğu sarahat kazanır. Müstakil aydın, müstakil
siyasetçi, müstakil gazeteci... gibi, müstakil
işadamı da mevcut sistem için büyük tehlike
arzetmektedir. Son onbeş yılda Gaziantep, Denizli,
Konya, Çorum, Kayseri, Yozgat, Kahramanmaraş ve
daha birçok ilimizde müstakil vasfı ağır basan yeni
bir "burjuvazi" boy vermiştir. İmalât ve ona bağlı
ticaret faaliyetiyle temayüz eden bu genç
işadamları yeni bir dinamizmin müjdecisidirler.
Kuruluşundan kısa bir süre sonra MÜSİ-AD yönetileri
tarafından kuruma davet edildiğimde, kendilerini
"müstakil" kelimesini seçtiklerinden ötürü
kutlamıştım. Gerçi o sıralar herkes "müs" önekinin
aslında "müslüman"ın kısaltılmışı olduğunu
düşünüyordu. Bense müstakilin daha anlamlı olduğunu,
çünkü zaten herkesin müslüman olduğu bir ülkede
yaşadığımızı söylüyordum. Avrupa'da müteşebbis
gerçekten müstakildi; bizdeyse tek müstakil kurum
devletti. Müteşebbis, bir tür "kapıkulu" idi
Türkiye'de; devşirme geleneğinin sür-dürücüsüydü.
Devlet, batı dünyasındaki birçok şey gibi, büyük
işadamlarının da bizde olmasını istemişti. Her köşe
başında bir milyoner olmalıydı. Fakat bunlar,
zinhar!, müstakil olmamalıydılar. Olurlarsa,
devletin istiklali tehlikeye düşerdi. (Batı
dünyasında işadamları müstakil olunca devletin
istiklali niçin tehlikeye düşmüyordu? Bu soru pek
sorulmuyor, soranlara da iyi gözle bakılmıyordu.)
Cumhuriyet yönetimi, büyük ama gayr-ı müstakil
işadamları yetiştirmeye çalışırken, küçük ama
müstakil esnafa hiçbir zaman iyi gözle bakmamıştı
Çağdaş bir romancımız 1930'la-rın son yıllannı bakın
nasıl karikatürleştiriyor: "Başkent Belediyesi,
Pazarlıksız Satış Mecburiyeti Kanunu hükümlerine
üst üste aykırı hareketleri görülen, Anafartalar
Caddesindeki bir tuhafiye mağazasını, Atpazarı
Meydanındaki bir kumaş dükkânını, Numune Hastanesi
karşısındaki bir bakkal dükkânını, Yeni Hal'debir
pastırmacı dükkânını, Saraçlar Çarşısındaki bir
hazır ayakkabı dükkânını ikişer gün süreyle
kapatmıştır. Bu dükkân sahiplerinin çocukları
okullarda başları eğik durumda, kalmışlardır. Çünkü
memur babalar akşamları çocuklarına, 'Muhtekir
elinin kimse tarafından sıkılmaması-nı, ona selam
verilmemesini; bunlar ve aileleriyle hertürlü
ilişkinin kesilmesini, itibarsızlıklarının her
fırsatta ortaya konulmasını, resimlerinin
gazetelerde basılmasını; kısaca, toplum içinde birer
hain olarak yaşadıklarının kendilerine belli
edilmesini' öğütlemişlerdir.
İlçesinin Kaymakamı, Belediye Reisiyle birlikte,
Salim Efendi'nin Ankara'ya bir torba kaçak peksimet
yolladığını tesbit etmişler, du-nıma el koymuşlar,
Salim Efendi'nin dükkânını üç gün süreyle
kapatmışlar ve hakkında tahkikat yapılmak üzere
evrakını Cumhuriyet Savcılığına sevk etmişlerdir.
Böylece peksimetleri ne (Ankara'da okuyan) Aysel'le
abisi İlhan, ne de teyze kızları îclâl
yiyebilmiştir. Fithat Hanım, çocuklardan her birine
beşer adet düşeceğini, ablasıyla eniştesinin de
tadabileceklerini hesaplamıştı."
Aysel, kardeşine gönderdiği mektupta, Ankara'ya
hâkim olan havayı çok güzel tasvir etmektedir:
"Sevgili kardeşim Semiha, burada hep ihtikâr yapan
tüccarların lafı ediliyor. Babam da esnaf olduğu
için çok çekmiyorum. Bilmem yann okul açılınca
arkadaşlarım bana ne gözle bakacaklar? Babam
biliyorsun sessiz, fakat namusludur. Ama belediye
reisiyle arası açık olduğu için, birşey olur, ben de
burada yerin dibine geçerim diye korkuyorum. Sözde
ben gelirken, benimle buraya un kaçırmış. Bunu
duydum, kanım dondu. Annemin ağabeyimle bana yolluk
diye yaptığı çörekleri mi söylüyorlar acaba? Bana
öğrenip bildir. Senden bu kardeşliği beklerim. Bana
doğruyu söylemezsen bil ki ölürüm."
Türkiye Cumhuriyeti, olsa olsa bir memurlar
demokrasisiydi. Atina'nın demosu nasıl
(nüfusun sadece yüzde 14'ünü oluşturan) hür Atina
yurttaşları idiyse, Cumhuriyetin demosu da cumhur
(halk çoğunluğu) değil, memurlardı. Okuma yazması
olmayan halk, başta idealist öğretmenler olmak
üzere Cumhuriyet memurlarının eğiterek aydınlığa
çıkaracağı cahil bir güruhtu. Bir köleler topluluğu.
Bilim ve laiklik, bu kölelerin ellerinden tutacak,
onları özgürlük alanına çıkaracaktı.
Cumhuriyet yönetiminin memurlara ve birer memur
gözüyle baktığı büyük işadamlarına öncelik
verirken, halkı ve gerçek işadam-lannı ihmal etmesi,
çınar yerine akasya ağacı dikmeye benzer. Tank
Buğra, romanlarından birinde Osmanlıların çınar,
Cumhuriyetçilerin-se akasya diktiklerine dikkat
çekiyor. Fasulye sırığı gibi akasyalar! "Neye çınar
değel de akasya dikerler? Çabuk böyür de ondan....
görüver-sinler böyüdüğünü kendileri. Dedelerimiz yol
kıyılarına, meydanlara, mesire yerlerine bizim
için çınarlar, kestaneler, ardıçlar, gürgenler
dikmiş; biz de parklara kendimiz için
akasyalar dikiyoruz."
Kendileri için yaşayanlar, hakiki istiklale
tahammül edemezler. Halkı baskı altında tutmak ve
baskılarını haklı göstermek içinse, onun eskiden hür
olmadığı masalım uydururlar. Hürriyete giden yol,
anlam ve kapsamları yazardan yazara değişen "bilim"
ve "laiklik"ten geçiyormuş! Kemal Tahir, bu naif
olduğu kadar kibirli iddiaya ateş püskürüyordu:
"Sadece laf etti diye Sokrates'e baldıran içiren
Atina Sitesinin sefil vatandaşlan hür de, Anadolu
inşam mı köle? Dış görünüşlerinin hantallığı sizi
aldatmasın, güçlerini ayarlamaz oluşları da.
Ruhları hürdür ayıcıklarımızın, hamdolsun!
Derebeylik düzeni olsa bu hürlük barınamazdı.
Anadolu insanının gerçekten ne kadar hür olduğunu,
biz aydınlardan çok, onun içinden yetişmiş ağalar
bilir. Evet, aktif bir hürlük değildir bu, pasiftir.
Gerçekten işe yaraması için üzerinde bilimle işlemek
ister. Çünkü, açıktan açığa başkaldırıp, birleşip
bir amaca yönelerek çarpışa çapışa elde edilmiş,
yasaları kitaplarda yazılı hürlüklere benzemez,
Anadolu insanının hürlüğünün hiç aşınmayan iki
kaynağı vardır: Çile çekme gücü.... Azla ye-tinebilme
alışkanlığı.... Bu iki zenginliği, hiçbir kumarcı,
hiçbir oyunda kaybedemez. Geleceğimizin umudu bu
iki zenginliğe bağlıdır. Bunlardan başka herşey
palavradır bu toprak-da...
Kendisi için akasya yerine, torunları için çınar...
Hazcılık ve köşe dönmecilik yerine çile ve azla
yetinme alışkanlığı... Anadolu insanını muştaki
kılan değerler, bu alışkanlıklarda te-cessüm etti.
Aydının, siyasetçinin ve işadamının müstakillik
ölçüsü'bundan sonra da aynı değer ve alışkanlıklar
olacak. Bu değerlerin uzağına düşenler,
istiklallerini kaybeder, "kapıkulu" olurlar.
Kapıkullarının gözü işte, kulağı kiriştedir.
Akasyayı bile çok görür, fasulye sınklany-la idare
ederler. Bin yıl şöyle dursun, bir yıl bile uzun
gelir gözlerine. İstikballeri ne göklerde, ne
köklerdedir. İstikballeri yoktur. Çünkü istiklaleri
yoktur. Günübirlik yaşadıklarından, Cumhuriyeti
yaşatamazlar. Onu yaşatacak olanlar, müstakil ve
müstakim aydın, siyasetçi ve işadamlarıdır.
Akasyacıların saltanatı uzun sürmez. Talih onlara
kısa bir süre gülmüş olsa da, Tarih çınar
dikenlerinden yanadır.
|