Mülki İdare Amirliğinin Bugünkü Durumu
Galip Demirel
Türkiye'de, çok partili döneme geçildiğinden bu
yana, Türk Kamu Oyunda genel bir kanaat yer
etmiştir. "Demokrasi değil mi, istediğimi söyler,
istediğimi yaparım", Bu yaygın düşünce, insanı ister
istemez demokratik rejimlerde, ilkelerin, plan ve
prensiplerin geçerli olmadığı, her şeye bir
keyfiliğin hakim olması gerektiği intibaına sevk
ediyor. Oysa, totaliter rejimlerde var gibi gözüken
disiplinden çok daha fazlası, demokratik düzenlerde
mevcuttur. Totaliter rejimler, istisnalara
alabildiğine yer veren bir yönetim tarzı olmasına
karşılık, demokrasilerde istisna işlemlere, ayncalık
yaratan davranışlara yer yoktur. Totaliter
rejimlerde, görünüşte var imiş gibi gözüken, kanun
önünde eşitlik, Temel Hak ve Hürriyetlerden
yararlanma, vatandaşlar arasında olması gereken
fırsat eşitliği, gerçekte demokrasi ile idare edilen
ülkelerin çok gerisinde kalmaktadır.
Yazıma, bu girişi yapmamın amacı; Ülkemizde çok
partili döneme geçildiğinden bu yana demokrasi ile
idare edilmeyi, bir nevi keyfilik olarak
algıladığımızı vurgulamak içindir.
Bu düşünce geniş halk kitlelerinde var olduğu gibi,
Devleti yönetenlerimizde ve siyasi iktidarı
ellerinde tutarlarımızda da mevcut olagelmiştir.
Keyfi tutum ve davranışlar, kendini yasaların
üzerinde görme heves ve alışkanlığı, Türk idaresinin
üzerinde devamlı bir baskı unsuru olagelmiştir.
İdare kendisini bir türlü tarafsız şahsiyetli,
etkili ve faydalı konuma geçirememiştir.
Tek parti dönemlerinde, İdarenin bağımsız ve
tarafsız görev yapması -zaten düşünülemezdi. Zira
siyasi iktidar tarafından çizilen, siyasi ve
ekonomik görüşlerin uygulanması, İdarenin asli
görevlerine sayılmıştır. Vali ve Kaymakam, hem
Devletin ve Hükümetin temsilcisi, hem İktidardaki
partinin o il veya ilçedeki başkanı sıfatını
taşıyordu. Taşra'da güç odaklarının tamamını temsil
etmesi sebebiyle de "dediğim dedik" bir yönetim
sergiliyorlardı. O zamanlar halk arasında yaygın
olan İdare anlayışına göre en iyi idareci "cart,
curt" etmesini en iyi beceren kimse olarak
görülüyordu. Ne zaman ki çok partili döneme
geçilmiş, idare ile siyasi iktidar temsilcileri
arasında uyumsuzluklar da baş göstermeğe
başlamıştır.
Tek parti döneminde, idare tarafından yalnız başına
kullanılan yetkilere, çok partili dönemde siyasi
iktidarların, özellikle taşra teşkilatları
tarafından müdahaleler başlamıştır. Kendi istekleri
doğrultusunda icraat yapılmasını isteyen, bir takım
keyfi tasarrufların yapılmasını talep eden siyasi
iktidar temsilcileri (taşra örgütleri,
parlamenterler, hatta bakanlar), bu arzularının
gerçekleşmesi oranında idareye yakınlık
duymuşlardır. Arzularına erişemedikleri zaman ise,
merkezi idareye baskı yapmak şartı ile yöneticileri,
özellikle vali ve kaymakamları görevden aldırma veya
naklettirme girişimlerinde bulunmuşlar, çoğu zaman
da bunda basan göstermişlerdir. Daha kötüsü, vali ve
kaymakamların yetkileri, kanunlar veya idari
tasarruflarla kısılma yoluna gidilmiştir. Yetki ve
görevlerin temsil yetkisi olmayan kuruluşlara
devredilmesine çalışılmıştır.
İdari yapıda meydana gelen bu görev ve yetki
erozyonu, tek parti döneminin sonlarına doğru
kendini belli etmeğe başlamıştır. Bu sebeple 1949
yılında çıkanlan 5442 sayılı 11 İdaresi Kanunu ile,
yeniden Mülki İdareye etkinlik sağlamak ve yönetimde
birlik temin edilmek istenmiştir. Bu kanunla mülki
idare amirlerine gerçekten büyük yetkiler
verilmiştir.
Çok partili döneme geçişle birlikte, bu görev ve
yetkiler, idare ile siyasiler arasında devamlı
tartışma konusu olmuştur. Siyasi iktidar
temsilcileri İl İdaresi Kanunu ile, merkezde
bulunması gereken birçok yetkilerin mahalline
verilmesinden rahatsız olmuşlar, bu sebeple fırsat
buldukça 11 İdaresi Kanunundaki yetkilerin tekrar
merkezde toplanmasına çalışmışlardır. Zaman içinde
merkezi idarenin taşra yönetiminde bulunan bir çok
görev ve yetkiler, Bakanlıkların yan ve alt
kademedeki kuruluşlarına aktarılmıştır. Bu tutum,
idarede birliği, hizmetlerin koordinasyonunu ve
verimliliğini menfi yönde etkilemiştir. Böylece,
taşrada yürütülen kamu hizmetlerini, Vali ve
Kaymakamların denetiminin dışına çıkarma heves ve
gayreti giderek bir moda halini almıştır.
Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan bu yana, kabul
edilen 1924, 196i ve 1982 Anayasalarında "idarenin
yetki genişliği" prensibi benimsenmiştir. Ama ne
yazık ki fiiliyatta siyasi iktidarlar yetkilerin
hep merkezde toplanması yönünde gayret
göstermişlerdir.
11 İdaresi Kanununa göre, Vali, Il'de Devletin ve
Hükümetin temsilcisidir. Böyle olmasına rağmen,
nedendir bilinmez, Vali ve Kaymakamlar hep İçişleri
Bakanlığının bir memuru gibi görülmüştür. İçişleri
Bakanı dışındaki Bakanlar taşra yönetimi ile ilgili
meselelerde kendi kuruluşunun tl'deki amirine
muhatap olmayı tercih etmişlerdir. Halbuki Vali ve
Kaymakamlar, İçişleri Bakanını olduğu kadar, o
Bakanları da temsil etmektedirler. 11 İdaresi
Kanununa göre "Vali, ilde Devletin ve Hükümetin
temsilcisi, ayrı ayrı her Bakanın idari ve siyasi
yürütme vasıtasıdır. "Kaymakamlar ise llçe'de
Hükümetin temsilcisidirler. Kanunun bu açık hükmüne
rağmen, Bakanlıklar ve bağlı kuruluşları, taşra
teşkilatlarını İsrarla Vali ve Kaymakamların
denetiminden uzak tutmağa çalışmışlardır. Yetkileri,
taşra teşkilatlarının başındaki amirlere devretme
temayülü içinde olmuşlardır. Bu bağımsız hareket
etme hevesi, bölgesel kuruluşlannm çoğalmasına da
neden olmuştur. Bunun yanında daha sonra çıkanlan,
"Bakanlıkların kuruluş ve Teşkilatlanmaları"
Hakkındaki Kanunlarla, İl İdaresi Kanununun Vali ve
Kaymakamlara verdiği yetkiler de büyük ölçüde
işlemez hale getirilmiştir. Bunlara örnek olarak
3208 Sayılı "Jandarma Teşkilat ve Görevleri Hakkında
kanunu," "Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü Kuruluş ve
Görevleri Hakkındaki Kanunu" ve "Devlet Personel
Kanununu" sayabiliriz. Bunun gibi daha birçok kanunu
saymak mümkündür. Örnek vermek gerekirse: Vali ve
Kaymakamlar asayişin korunması, halkın can ve mal
güvenliğinin sağlanmasından birinci derecede
sorumlu ve yetkili oldukları halde, bu görevin
kırsal alanda yerine getirilmesinde
görevlendirilmiş olan Jandarmanın amir ve memurları
üzerinde "Atama, yer değiştirme, disiplin ve sicil"
yönünden hiçbir yetkiye sahip bulunmamaktadırlar.
Bu durum, "sorumlu olanın yetki li de olması"
prensibine ters düşmektedir. 3208 sayılı Jandarma
Teşkilat ve Görevleri Hakkındaki Kanun" ile bu durum
yaratılmışta. Halbuki 1930 larda kabul edilmiş olan
ama şimdi yürürlükten kaldırılan "1702 Sayılı
Jandarma Teşkilat ve Vazifeleri Hakkmaki Kanun" da
Jandarma "kendisine kanun ve nizamlarla verilen
görevleri yapmağa ve Hükümet emirlerini ifaya
mahsus" bir zabıta kuvveti olarak tarif edilmiştir.
Bu kanunda Jandarmanın, Silahlı kuvvetlerle ilgisine
dair hiç bir hüküm bulunmamaktadır. Jandarma Genel
Komutanı, İçişleri Bakanının Teklifi, Başbakanın
tasvibi ve Cumhurbaşkanının onayı ile atanır ve aynı
usulle görevden alınırdı.
Jandarma subay ve astsubaylarının atamaları ve yer
değiştirmeleri, terfi ve tecziyeleri gibi özlük
hakları ile ilgili yetkiler, İçişleri Bakanlığına
verilmiştir. İl Jandarma alay komutanı dışındaki
bütün rütbeliler, İl emrine tayin edilir, görev
yerleri Valiler tarafından belirle nirdi.
Bu yetkiler konsey döneminde çıkanlan 3208 Sayılı
kanunla yürürlüken kaldırılmış, Jandarma Genel
Komutanlığı, İçişleri Bakanlığına bağlı imiş gibi
görünen ama fiiliyatta Genel Kurmay Başkanlığına
bağlı bir askeri kuruluş haline getirilmiştir.
İçişleri Bakanlığı bütçesi içinde yer alan jandarma
Genel Komutanlığı bütçesinden temin edilen araç ve
gereçler, İçişleri Bakanı dahi talep etse, Genel
Kurmayın izni alınmadan kullanılamazlar.
Jandarma teşkilat ve görevleri hakkındaki kanun,
yetkilerin kısılmasına tek örnek değildir. Vali ve
Kaymakamlara, İl idaresi kanunu ile verilen,
personel, atama, yer değiştirme, disiplin cezası
verme gibi yetkileri de muhtelif kanunlarla ya
ortadan kaldırılmış, yahut da, İl idaresi kanunu
hükümleri diğer teşkilat kanunlan karşısında "yargı
mercilerince" genel kanun hükmünde kabul
edildiğinden, fiilen uygulanamaz duruma
getirilmiştir.
Bugün Vali, bir odacıyı dahi doğrudan atama
yetkisine sahip bulunmamaktadır. Ancak ilgili Bakan
atama yetkisini Vali'ye, devrettiği takdirde bu
mümkün olabilmektedir. Zira 1981 yılında çıkarılan
2451 sayılı "Bakanlıklar ve Bağlı Kuruluşlarda Atama
Usulüne İlişkin kanun" bu yetkiyi ilgili Bakana
vermektedir. Vali ve Kaymakamların sahip oldukları
yetkilerin, başka makam ve kuruluşlara
devredilmesi, vali ve kaymakamlann maiyetlerindeki
memurlara dahi sözlerini geçirememesi sonucunu
doğurmuştur. Bu memurlar, kendilerini sadece kendi
Bakanlığına veya politik bir takım mercilere bağlı
hisseder duruma girmişlerdi.
Bütün bu tutum ve davranışların sonucu, mülki
idare, büyük ölçüde etkinliğini, çalışma şevkini
yitirmiş, vatandaş nezdindeki itibarını da kaybeder
olmuştur.
Mülki İdarenin yeniden ele alınması, görev alanı,
yetki ve sorumluluklarının yeni- den düzenlenmesinde
büyük fayda ve zaruret vardır.
Görev alanı, yetki ve sorumlulukların
yeniden düzenlenmesi kanaatımızca iki şekil-de
olabilir.
1- Türkiye Cumhuriyeti devleti, üniter bir devlet
olduğuna göre, merkezi idarenin taşradaki temsilcisi
olan vali ve kaymakamların; merkezi idarenin
taşradaki bütün hizmet birimlerinin istisna
gözetilmeksizin çalışmasından, denetiminden,
koordinasyonundan, aralarındaki işbirliğinden
birinci derecede sorumlu ve yetkili kılınmasını
sağlayacak kanuni düzenlemelerin vakit
kaybetmeksizin gerçekleştirilmesi;
2- Üniter Devlet düşüncesini bir tarafa bırakıp, İl
özel idaresinin başı olarak valilerin, seçimle iş
başına getirilrnesini, görev ve yetkilerinin buna
göre yeniden düzenlenmesini sağlıyacak tedbirlerin
alınması;
Valilerin seçimle iş başına getirilmeleri, mevcut
Anayasa düzenine aykırı bulunmaktadır. Kaldı ki,
ülkemizin bugünkü şartlarında gerçekleşmesi çok zor
ve sakıncalar yaratabilecek bir düşüncedir.
Türkiye'nin mevcut üniter yapısına sadık kalınarak
mülki idarenin yeniden etkili ve yetkili hale
getirilmesi, ülke şartlan bakımından en salim yol
olarak gözükmektedir. Bunu gerçekleştirmenin en kısa
ve pratik yolu, çeşitli kanunlarla uygulama imkânı
ortadan kaldırılmış bulunan 5442 Sayılı İl İdaresi
Kanununun hükümlerini yeniden hayata geçirmektir.
Zira İl idaresi kanununda mevcut görev, yetki ve
sorumluluklar, İdarenin bütünlüğünü, etkinliğini,
kuruluşlar arasındaki koordinasyonu, hizmetlerin
verimli ve süratli bir biçimde gerçekleşmesini
sağlayacak niteliktedir. Bunu gerçekleştirmek ise,
göründüğü kadar zor ve külfetli bir işlemi
gerektirmemektedir. Çıkarılacak bir kaç maddelik bir
kanunla sonuca varmak mümkündür.
Bu kanun tasarısı aşağıdaki hükümleri ihtiva
etmelidir.
1- Diğer kanunların, İl idaresi kanununa aykırı
hükümleri yürürlükten kaldırılmıştır.
2- İl yönetimi ile ilgili konularda, İl idaresi
kanunu, özel kanun hükmünde kabul edilir.
3- Bu kanunun yayımı tarihinden itibaren yapılacak
mevzuat düzenlemelerinde, İl idaresi kanunu
hükümleri esas alınır.
4- Hizmet alanı birden fazla İI'i kapsayan
otoyollar, büyük barajlar ve orman hizmetleri
dışındaki bölgesel kuruluşların görev ve yetkileri,
İl esasına uygun şekilde yeniden düzenlenir.
5- Olağanüstü Hal Bölge Valiliği statüsü erdirilir.
Olağanüstü Hal Kanununda belirtilen yetki, görev ve
sorumluluklar, olağan üstü hallerde kullanılmak
üzere İl valilerine devredilir.
6- İl Özel İdareleri, İl çapında halkın mahalli ve
müşterek hizmetlerinin yerine getirilmesinden
sorumlu yerel yönetimler haline getirilir. İdari ve
mali özerkliğe kavuşturulur.
Merkezi İdarenin yetkileri, idari vesayet ve
denetimle sınırlı hale getirilir. Buna paralel
olarak Özel İdarelerin genel bütçe vergi
gelirlerinden aldıkları pay, devredilen hizmetler
oranında artırılır.
Yapılan bu düzenleme ile hem taşra yönetimleri
güçlendirilmiş olacak, hem de Bakanlıklar kendi
asli görevlerini daha iyi yapabilme imkânına ve
zamanına sahip olacaklardır. Bakanlıklar aynı
zamanda Denetleme, destekleme ve genel politikaları
belirleme görevlerini, daha etkili bir şekilde
gerçekleştirme imkânına kavuşacaklardır.
Böyle bir düzenlemeyi gerçekleştirmek hem zor
olmıyacak; hem de Ülkemizin Merkez ve Taşra
yönetimi, bugünkü perişanlık ve dağınıklıktan büyük
ölçüde kurtarılmış olacaktır.
|