|
Neoklasik İktisatta Pozitivist Metodoloji
GİRİŞ
Bu çalışmanın amacı, pozitivizmin ontolojik ve
bilgi-kuramsal kritiğinden hareketle, pozitivist
yöntemin neoklasik kuramdaki yeri ve işlevini
yöntembilimsel bir çerçevede tartışmaktır.
Tartışmanın ilk adımını, doğal olarak, pozitivizmin
ontolojik ve bilgi-kuramsal içeriğinin irdelenmesi
oluşturacaktır. Bilginin ve bilgilenme süreçlerinin
pozitivizmin epistemik matrisleri ile sınırlandığı,
bilimsel anlayışının "pozitivizmin kendi koyup
kendi çözdüğü sorunsallannca" belirlendiği ve
düşünce üretiminin diğer seçenekleri dışlayan
pozitivist bir tek-boyutluluğa mahkum edildiği bir
ortamda -örneğin Türkiye'de- tutarlı ve kapsamlı bir
pozitivizm eleştirisi birincil önem taşıyan bir çaba
olsa gerektir.
İkinci adım, doğrusal ilerleyen bir
gelişim seyri tazammun eden pozitivist bilim
anlayışının neoklasik metodoloji içindeki yerini
belirlemektir. Pozitivist paradigmal çerçevenin
öngördüğü bilim, bir insani etkinlik olarak,
insanlığın gelişimine paralel bir gelişim süreci
izlemektedir. (A. Comte'un üçlü şeması
hatırlanmalı) Metafizik tortulardan arınmış insan
düşüncesi, gerçekliğin sırlarını çözecek anahtarı
bulmuştur: Bilim. Anahtar kullanıldıkça esrar
perdesi kalkacak, perdeler kalktıkça da bilim
gücünü ve etkinliğini artıracaktır.
İktisadın pozitivist yorumu da benzer bir grameri
(izah biçimini) paylaşmaktadır. Özerk bir bilim
niteliği kazanan iktisat, sürekli ilerleyen bir
gelişim çizgisi izlemektedir. Marjinalizm ise, bu
çizginin ani bir ivmeyle hız kazanılan bir dönüm
noktasını oluşturmaktadır. Böylece iktisadın, Jevons,
Walras, Menger, Marshall ekseninde geliştirilmiş;
öznel değer ve marjinal analize dayalı bir kolu
olan neoklasik kuram, pozitivist yorumuyla,
iktisadın bilimselleşme sürecinde ileri bir aşamayı
temsil etmektedir.
İleri bir aşamayı temsil etme konumunun
yöntembilimsel payandaları, pozitivist bir
paradigmal düzleme dayanmaktadır. Pozitivist
nesnelliK, neoklasik bilimselliğin dayanağını
oluştururken, kuramın evrensel geçerliliği,
bilimselliğin doğal bir sonucu kabul edilmektedir.
Bu bağlamda neoklasik iktisadın pozitivist
bilimselliğini ve evrensel geçerliğini,
bilim-ideoloji sorunsalı içinde metodolojik açıdan
tartışmak gerekmektedir. Bu çalışmanın ikinci (ana)
bölümünün ilgi odağını bu tartışma oluşturacaktır.
II. POZİTİVİZMİN ONTOLOJİK VE EPİSTEMOLOJİK İÇERİĞİ
Modern bilimler, insanı ve doğayı ortak bir akıl
paydasında birleştirerek, aklı nesnel bir bilgi
üretici, insanı da ürettiği "nesnel" bilgiyle,
evreni sınırsız dönüştürme gücüne ve hakkına sahip
bir ontolojik kategori olarak gören aydınlanma
geleneğinin belirgin izlerini taşımaktadırlar.
Pozitivizm, bu "izleri", belirli bir bilgi kuramına
dayandırıp sistematize eden ilk paradigmal
çerçevedir. Bu ilk olma imtiyazını
kullanarak pozitivizm, kartezyen rasyonalizm, anglo-sakson
emprisiz-mi ve formel mantık sacayağı üzerine
oturttuğu "bilimsel yöntemfni, bilgi üretiminin
yegane geçerli yöntemi olarak sunmayı uzun süre
başarmıştır. Oysa önerdiği yöntem, batı
düşüncesinin rönesans sonrası belirginleşen seküler
ve hümaniter dinamiklerinin belirli bir sosyo-kül-türel
çerçevede ürettiği bir felsefe kategorisinden başka
bir şey değildi. Yöntemin eksen aldığı "zaman" ve
"gerçeklik" kategorileri belirli bir ontolojiye
dayanırken, bu kategorilere ilişkin bilgi ve
bilgilenme süreçleri de buna bağlı bir epistemik
çerçeve içinde yer alıyorlardı. Bu bağlamda,
yöntemin ontolojik ve bilgi kuramsal içeriğini
irdelemek modern bilimlerin temel
karakteristiklerini anlamanın ilk adımını
oluşturacaktır.
a) Ontolojik (Varhkbilimsel) İçerik
Pozitivizmin ontolojik içeriğini pozitivist bilim
anlayışının arka planında yer alan "zaman" ve
"gerçeklik" kategorileri bağlamında tartışacağız.
1. Zaman Kategorileri
Pozitivizm niceliksel bir zaman anlayışına sahiptir.
Bu ifademiz, zımnen zamanın niceliksel olmayan bir
kavranışının da varolabileceği tezine dayanmaktadır.
Doğu düşüncesinde zamanın kavranış biçimleri, Batı
düşüncesine oranla oldukça zengin bir görüntü
sergilemektedir. Bu görüntünün en çarpıcı
örneklerinden birini analizimize eksen alacağız.
Doğu kozmolojilerince determinantları farklı iki tür
zaman kavrayışı vardır. "Edvar" ve "Ekvar"
kavramlarında ifadelerini bulan bu kavrayış
türlerini bir çeşit niceliksel ve
niteliksel zaman anlayışları olarak algılamak
mümkündür. Niceliksel zaman, ölçülebilir saatsel
zamandır. Ontolojik bir kategori olarak insan,
değişme ve devinimin dışsal çerçevesini bu zaman
kategorisi içinde kavrar. Olgusal değişimin
nicel-matematiksel analizi ancak böylesi bir zaman
kategorisi içinde mümkündür. Somut bir örnek
verirsek, zamanın değişken olarak girdiği
fonksiyonların türevlerinin zamana göre
alınabilirliği (df/dt) bu tür zaman varsayımına
dayanmadan mümkün değildir. Öte yandan niteliksel
zaman, gerçekliğin değişme ve deviniminin yanısıra,
gerçeklik bütününün anlamsal ve amaçsal
parametrelerini de içeren kozmik bir süreçtir. Bu
tür bir zaman "hareket" ve "irade" gibi nitel
gerçekliklerden bağımsız düşünülemez.
Pozitivizmin zaman anlayışı, sözkonusu zaman
kavrayışlarının sadece niceliksel olanıyla
sınırlıdır. İlerde ayrıntılı olarak inceleyeceğimiz
gibi, pozitivizmin ilgi ve analiz alanı, önemli
ölçüde ölçülebilir olgusal gerçeklik
kategorilerinden oluşmaktadır. "Ölçiilebilirliği"
para-digmal düzleminin merkezi eksenlerinden biri
haline getiren bir anlayışın zaman kavrayışı da,
doğal olarak, "ölçülebilir" bir nitelik
taşıyacaktır. O nedenle metafizik çizgiler de
taşıyan bir zaman kategorisinin (niteliksel zaman)
niceliksel analize uygun "nesnel" süreçlere ayarlı
pozitivist kavrayışın idrak alanı dışına düşmesi
gayet doğal bir sonuçtur.
2. Gerçeklik Kategorileri
"Mutlak gerçeklik" dışındaki gerçeklik bütününü
(göreli gerçeklik) analizimize uygun bir sınıflamaya
tabi tutalım:
Göreli Gerçeklik ikiye ayrılabilir
1. Metafizik gerçeklik
2. Göreli gerçeklik
a) Fiilleşmemiş (potansiyel) gerçeklik
b) Fiilleşmiş (olgusal) gerçeklik
Pozitivizm, şematize ettiğimiz gerçeklik
kategorilerinden sadece "olgusal" olanının varlığını
kabul etmektedir. Yani pozitivist ontoloji "olgu"yu
yegane gerçeklik kategorisi olarak algılamaktadır.
Buna göre, ancak gözlenebilen ve deneylenebilen
şeylerin (olguların) varlığı doğrulanabilir. Bunun
dışında "Hakikat" yoktur, ya da var olsa bile
bilinemez. Olguların doğrudan gözlem ve analizine
yönelindiği ölçüde gerçekliğin "gerçek" bir
kavranışına ulaşmak mümkün olabilir.
Anlaşılacağı üzere pozitivizm, ontolojisini önemli
ölçüde olguların aksiyomatik varlığı esasına
dayandırmaktadır. Bu nedenle pozitivizmi olguların
oluşum süreci değil, niceliksel zaman
içindeki dizilimleri ilgilendirir. Doğuş ve
oluşum süreçlerinin gözardı edilmesi, "ol-gu"nun
tarih-dışı bir kategori olarak algılanmasına yol
açmıştır. (Bu noktayı, izleyen bölümlerde neoklasik
iktisat kuramı bağlamında örnekleyeceğiz).
Pozitivizmin metafizik gerçekliğe sırt çevirişi,
niteliği gereğidir. Ancak perspektifini olgusal
kategorilerle sınırlayan pozitivizm, fiziksel
(maddesel) gerçekliği de tümüyle kapsayabilme
şansını yitirmektedir. Pozitivist optik içinde
maddesel gerçeklik, potansiyel halde değil fakat,
niceliksel zaman boyunca, fiilleşmiş (olgusallaşmış)
görüntüleriyle ilgi ve analiz konusu
olabilmektedir. Yılmaz Öner'in de belirttiği gibi
pozitivistin gözü "gerçeklik" adına fiili
gerçeklikten gayrı olup bitenlerden başka bir şey
görmüyor ve gerçekliğin iki ayrı kategorisi
olabileceği onu hiç ilgilendirmiyor. Dayandığı
gerçekliğin ve bu gerçekliğin "doğadaki" fenomen ya
da bireylerin dönüşerek uğradığı değişimleri
açıklama "görev ve yeteneğinin salt fiililik
kategorisi içine hap-solunduğunu" fark edemiyor.
İşte bunun içindir ki bilgisel "teknolojisini"
üzerine oturttuğu ontolojik zeminin tek boyutlu
olduğunun yada tersine söylersek, doğa (ya da
toplumdaki) değişmenin sadece saat zaman içinde
yapılanmamış olduğunun bilincinde değil. Bu nedenle
pozitivist fiili (olgusal) gerçekliğin, aslında,
virtüel (içsel) gerçekliğin "fiilileşmiş" bir
tipolojisinden başka bir şey olmadığını göremiyor
(Öner, 1985:10)3.
Özetleyecek olursak pozitivizm, gerçekliğin bilgisi
ve kavranışını üç ayrı düzeyde indirgeme (sınırlama)
işlemine tabi tutmaktadır. İlkin "gerçek olan"
maddesel olanla özdeş kabul ediliyor ki, bu maddesel
olmayan gerçekliğin ve bu gerçekliğe ait bilginin
inkârı ya da "bilinemezlik" kategorisine itilmesi
demektir. Bu ilk sınırlama yalnız pozitivizme özgü
değildir. Pozitivizm bu niteliğini, Batılı
bilgi-teorik yapıların bir çoğuyla paylaşır. Yani
tüm varoluşsal süreçleri maddesel kategorilere
indirgeyip mümkün tek bilgi biçiminin bunlara ait
olabileceğini savunmak Batılı bilgi-teorik
çerçevelerin büyük çc ^unluğunun ortak paydasıdır.
Pozitivizm buna ek olarak ikinci bir
daraltmayla gerçekliği ve onun bilgisini olgusal
kategorilerle sınırlıyor. Bu indirgeme
(sınırlama) türü pozitivizme özgüdür. Üçüncü olarak
"olgusal olan" ölçülebilir boyutuyla sınırlanıyor
ki pozitivizmin kimi versiyonlarında bu oldukça
belirgindir. İktisattaki "kardinal fayda" yaklaşımı
buna örnek verilebilir. Burada olgunun, ölçümlemeye
müsait olmayan nitel yanları ya gözardı
edilir ya da nicel bir baza indirgenir. Nesnellik
kaygısı böylece, niteliği niceliğe indirgemek
sonucunu doğurur. Bu pozitivist indirgemediğinin
ifrat düzeyidir. Bu düzeyde bilgi, ölçülebilir
olgulara ait bilgiyle özdeştir.
Zaman ve gerçeklik kategorilerine ilişkin
açımlamalarımızın gösterdiği çizgide, pozitivizmin
ontolojik açmazını şöyle özetleyebiliriz: Maddenin "kuwe"den
"fiile" intikal etmeden, "fiiller"in ise niceliksel
zaman içindeki ardışık dizilimlerinden bağımsız
olarak anlaşılmaların güçlüğü, pozitivizmin zaman
anlayışını niceliksel olanla, madde anlayışını da
fiilileşmiş (olgusal) olanla sınırlamıştır. Ancak bu
güçlük, -bizce- maddenin fiilileşmemiş bir
boyutunun; zamanınsa niceliksel olmayan bir yönünün
varolmadığını göstermez.
b) Epistemolojik (Bilgikuramsal) İçerik: 1.
Olguların Bilgisi-Metafizik Bilgi
Pozitivizmin önerdiği bilgikuramsal çerçeve,
pozitivist ontolojinin doğal bir uzantısı olarak
kabul edilebilir. "01gu"yu, varlığı doğrulanabilir
yegane gerçeklik kategorisi olarak gören pozitivizm,
bilgi evrenini de ona ait bilgiyle sınırlamıştır.
Pozitivizm açısından duyum ve deneye konu olan
gerçeklik dışında bir gerçeklik ya yoktur ya
da bilinebilir değildir. Her iki seçenek de,
pratikte aynı sonucu; olgusal olmayan bilginin
inkârı sonucunu, doğurmuştur. Dolayısıyla
pozitivistlere göre olmayan ya da
bilinmeyen bir gerçekliğin sahih bilgisi de
sözkonusu olamazdı. Olgusal olmayan gerçekliğe karşı
takınılan bu inkâra ya da agnostik tavır, hem
metafizik hem de potansiyel gerçekliğin ve ona
ilişkin bilgilerinin, bilimsel analiz alanı dışına
sürülmesi neticesini doğurmuştur. Böylece bilimsel
etkinlik, duyum, deney ve gözleme konu gerçekliğin
incelenmesi ile sınırlanmış olmaktadır. Özetle
pozitivizm açısından bilim, bilinebilir olanı
inceler ve bilinebilir olmak yalnız olgulara has
bir özelliktir. Bu önermelerin mantıksal sonucu
şöyle ifade edilebilir: Pozitivist bilim,
olguların bilimidir.
Pozitivizm, böylesi bir epistemik çerçeve içinde yer
alan bilim anlayışını, gerçekliği açıklamanın
yegane geçerli yöntemi olarak empoze edip, tüm
alternatif açıklama biçimlerini -özellikle dinsel ve
metafiziksel içerik taşıyanlarını- geçersiz
varsaymıştır. Fakat dini ya da metafiziği, din ve
metafizik dışı bir söylem içinde geçersiz kılmanın
güçlüğü, pozitivizmi, kendi kendini inkâr anlamı
taşıyabilecek bir açmazla karşı karşıya
bırakmıştır. Bu açmaz, bilime yüklenilen kimlik
ve işlevde somut bir örneğini
bulmaktadır. Pozitivizm, -tüm ladini ve
anti-metafiziksel içeriğine rağmen- paradoksal
biçimde, "dinselleşmiş bir bilim" anlayışı ortaya
çıkarmıştır. Her soruyu cevaplayacağına, her düğümü
çözeceğine ve en doğruyu söyleyeceğine inanılan
yegane yol gösterici bir bilim, olsa olsa bir "bilim
dini" olabilirdi. (Nitekim A. Comte'un nihai
önerisi de bundan başka bir şey değildir.) Bu
şekilde kavranılan bir bilim, olguları kavrama ve
açıklama aracı bir ürün olmaktan çıkıp, kendisinden
medet umulan, kişilik kazanmış bir varlık
halini alır. Açıktır ki burada bilim, insanal bir
etkinlik ve bilgi kategorisi olarak değil, iradi
bir işlev yüklenerek kimliklendirilmiş bir ontolojik
kategori olarak algılanmaktadır ki bu,
başlangıçtaki bilgi ve bilim varsayımlarıyla açıkça
çelişmektedir. Dahası, bilime yüklenilen -yukarıda
nitelikleri tasvir edilen- işlev, metafiziksel bir
işlevdir. Oysa bilgisel ve ontolojik kategorilerin
metafizik bir içerik ve işlev taşımadığı varsayımı,
pozitivizmin merkezi tezidir.
Örneklersek; bilimin üstlendiği varsayılan en
doğruyu söyleme her güçlüğü yenme ve yol gösterme
(irşad) işlevi, anlamla bitişik amaçsalhktan
bağımsız değildir. Zira "yol"un hangi "gaye"ye
doğru, "niçin" gösterildiği, anlamsal ve amaçsal
parametrelere ("hikmet"e) bağlı bir sorudur. Oysa
pozitivizmin anlambilimsel alanında "hikmet"
kavramına yer yoktur. Pozitivist semantiğin "niçin"
sorusu karşısındaki konumu, bilmediği bir komutla
karşılaşan programlanmış bir bilgisayarın konumundan
farksızdır. Komutu anlamsız bulur, cevap vermez ya
da hata verir. Nitekim pozitivizmin, hayatın temel
"niçin"leri karşısındaki cevapları, örneklemedeki
bilgisayarınkinden farklı olmamıştır. Sözkonusu "niçin'leri
cevaplayacak bir derinlik kazanmak için
pozitivizmin, bir "kendi kendini inkâr" süreci
yaşaması gerekmektedir.
2. Nesnellik Argümanı
Pozitivist bilgi kuramı, olguların nesnel olarak
kavranabilirliği tezine dayanır ve bu tez
özne-nesne ayrımı, öznenin nesneyi objektif
(nesnel) bir şekilde gözleyebileceği argümanlarıyla
gerçeklendirilmeye çalışılır.
İlkin,
öznenin nesneden ayrı ve bağımsız olduğu varsayımı
yapılır. (Bu varsayım bazen kanıtlanmaya çalışılan
bir hipotez olarak da karşımıza çıkabilir) Özne,
duyum, deney ve gözleme dayanarak nesneyi
kavrayacaktır. Gözleme-kavrama-açıklama çabasını
nesnel kılabilmek için, insanı da içine alan olay,
olgu ve süreçler, nesnel bir alan ya da
nesnelleştirilmiş bir alan olarak kabul edilirler.
Kişinin (öznenin) gözleme sürecinin -dolayısıyla
gözlem sonucunun- değer yargıları ve ideolojik
yönelimlerden etkilenme düzeyi, ya hiç dikkate
alınmaz ya da önemsiz bulunup ihmal edilir.
Pozitivist bilim, işte bu varsayımlar altında,
sözkonusu süreçlerden geçerek üretilen "bilimsel
bilgi"nin nesnel (değer yargılarından bağımsız,
kişiye göre değişmeyen) bir karakter taşıdığı
iddiasındadır.
Dayanılan varsayımları yanlışlayıp geçersiz kılacak
argümanları geliştirmek zor değil. Örneğin
özne-nesne ikilemine ilişkin pozitivist ayırım,
özellikle insanı ve toplumu konu edinen disiplinler
için tümüyle geçersizdir. İnsan bilimlerinde
incelenen nesne, kendisi hakkında ortaya konulan
kategorilere ve öngörülere bağlı olarak her an
etkileşime girebilmek konumundadır. Diğer bir
deyişle nesne aynı zamanda da bir öznedir ve bu
özelliği ile de kendi geleceği üzerinde özgür
iradesini kullanmak tasarrufuna sahiptir.
Pozitivizmin en temel özelliği kendi konumuna olan
körlüğü ile, özellikle insan bilimlerinde,
incelenen nesnenin özne olma yönünü görmemesidir.
Böylece pozitivist anlayış, tüm bilgiyi
egemenlik kurmak istediği -insanları da içeren- bir
alanı nesneleştirerek, araçsal aklın
denetimine sokan ve edilgenleş-miş bir alanın
öngörülebilir (geleceğin belirli kılınabilir)
olmasını sağlayan bilim etkinliğinin emrinde
görmektedir. Gerçekte insan, sözkonusu bilimsel
etkinliğin içinde yeralmaktadır ve bilgi konusu
olgular insanların edilgen olarak ve duyuları
aracılığıyla algıladığı bağımsız nesneler olarak
düşünülemezler. İnsanlar olguları nesnel ve
tarafsız olarak değil, etken ve kendi
istemlerinin doğurduğu eylem biçimlerinin yönettiği
doğrultuda algılarlar (İnan, 1984: 85-88). Popper'ın
ifadesiyle "gözlem, bizim yoğun biçimde işlev
aldığımız bir süreçtir. Gözlem, bir algıdır, fakat
tasarlanmış ve önceden düzenlenmiş bir algıdır (Popper,
1972: 342) Gözlemin bu nitelikleriyle pozitivist
nesnellik şartını (ya da şartlarını)
sağlayamayacağı gayet açıktır.
Nesnellik kavramı üzerindeki ısrarlı vurgumuz, onun
pozitivist kavramsal sistem içindeki merkezi
konumundan kaynaklanmaktadır. Yanı-sıra bu kavram,
bilginin nesnelliği, bilgi üretme süreçlerinin
evrenselliği, kuramların evrensel geçerliği,
bilimin değerden bağımsızlığı, değer-olgu ikilemi ve
en genelde bilim-ideoloji sorunsalının vazgeçilmez
bir yöntembilimsel parametresidir. İzleyen bölümde
bu parametrenin, pozitivist işleviyle, neoklasik
iktisat kuramında oynadığı rolü tesbite çalışacağız.
III. NEOKLASİK İKTİSATTA POZİTİVİST YÖNTEM
Neoklasik kuram, iktisatta egemen olma konumunu bir
yüzyıldır korumaktadır. Bu dönem içerisinde tarihçi
ve kurumcu okul veya marksist iktisat, neoklasik
paradigmaya Kuhn'cu anlamda bir "bunalım dönemi"
yaşatacak etki gücüne ulaşamamışlardır. Sraffa
örneği çıkışların, neoklasik hegemonyayı sarsacak
düzeyde etkin olabildiği de oldukça tartışmalıdır.
Kuramın sınandığı pratikte ise, neoklasik iktisat
Batılı ekonomilerin fiili bunalım dönemlerine koşut
bir kuramsal bunalım yaşamış, ancak 1930'larda
olduğu gibi, Keynesgil makro çözümlemelerle
yenilenerek varlığını sürdürebilmiştir.
Neoklasik iktisadın uzun süreli egemenliğinin gizemi
acaba hangi dinamiklerde yatıyordu? Bu sorunun
cevabını bir yönüyle, neoklasik kuramın ürettiği
yöntembilimsel illüzyonlarda aramanın doğru
olacağını düşünüyorum. Marjinal analizin,
koordinatları niceliksel bir zaman ve olgusal bir
mekân eksenlerince belirlenmiş homojen bir
matematiksel sisteme dayalı, eksiksiz izlenimini
uyandıran mükemmelliği, felsefi derinlikten yoksun
iktisatçıları uzun süren bir 'kış
uykusu'na yatırmıştır. (Değişik çizgileri izlemekle
birlikte, marjinaliz-min sınır ve açmazlarının
farkında olan Veblen, Robinson, Sraffa, Ba-umol türü
iktisatçıların haklarını saklı tutalım). Oysa
sözkonusu matematiksel sistem "uzay-zaman"a ilişkin
belirli bir felsefi kavrayışa dayanıyordu ve daha
da önemlisi, sistem bize bir gerçeklik açıklaması
değil; gerçekliği açıklamanın bir aracını
sunuyordu. Bir aracın yetkinliği ise, ait olduğu
felsefi gramerin doğruluğunu zorunlu kılamazdı.
Marjinal analiz, neoklasik iktisadın işte bu tür bir
matematiksel sistemden türetilen ve
Kartezyen-pozitivist anlam alanında kullanılan
kuramsal bir aracından başka bir şey değildi. Fakat
bu aracın "nesnel doğru" üretmedeki yetkinliği
-açıkça ifade edilmese de özelde neoklasik
iktisadın genelde de bir bütün olarak iktisat
biliminin- bilimselliğinin en önemli
gerekçelerinden birini oluşturmaktadır. "Marjinal
devrim" türü nitelemeler, marjinalizmin iktisadın
"bilimselleşme" sürecinde bir dönüm noktası olarak
algılandığını göstermektedir. Oysa marjinal analizin
yetkinliği ile kuramın doğruluk, geçerlilik ve
bilimselliği arasında olumlu ve zorunlu bir
korelasyon kurmak mümkün müydü? Bu soruyu,
pozitivist bilimsellik ve neoklasik metodoloji
bağlamında tartışarak cevaplandırmak gerekiyor.
a) Pozitivist Yöntem ve Neoklasik İktisadın
Bilimselliği: 1. Kartezyen-Pozitivist Semantik ve
Neoklasik İktisat
İktisadın bilimselliğini irdelemede ilk adım,
yöntemini ve konu edindiği alanın sınırlarını
belirlemektir. Batılı iktisat, realitenin bağımsız
bir iktisadi yanının varolduğu varsayımına dayanır,
yani realite parçalanabilir bir bütündür ve bu
bütünün bizatihi gerçekliğe sahip parçalarından
biri de iktisadi olgular alanıdır. İktisadın bir
bilim olarak özerkliği zimnen bu varsayıma
dayanmaktadır.
Gerçeklik, önce fiziksel-sosyal ayırımıyla iki
kategoriye bölünür. Bunu, gerçekliğin -bu
ayırıma ilişkin- ikincil bölüm(leme)leri, binm(leme)leri
izler. Gerçekliğin önce bir ayırım (fiziksel-sosyal)
içinde, sonra da parçalanabilir alt bölümler halinde
kavranışının, modern düşünüşün dualistik yapısıyla
ilgisi açıktır. Gerçekliği fiziksel-sosyal olarak
ayıran bu ontolojik ikilem, kanımca Batı'nın
kartezyen düalizmine bağlanabilir.
İktisattaki pek çok kavram ve kategori de gerçekte
kartezyen bir anlambilimsel alan üzerine
oturtulmuştur. Özellikle neoklasik iktisadın
yöntem-bilimsel çatısı pozitivistik bir kartezyen
semantiğe dayalıdır. Bilimsellik tartışmasının
temel argünmanları -"değer'den bağımsızlık",
"la-ahlakilik" "pozitif-normatif ayırımı"- böylesi
bir semantik içinde üretilmişlerdir. Pozitivistik
"iktisat-ahlak", "pozitif-normatif ayırımları, özü
itibariyle kartezyen ikilemlerdir. Bu
ikilemleri, gerçekliğin ruh-madde ikiliği içindeki
(felsefi) kavranışının iktisat-ahlak düzlemindeki
uzantıları olarak da görmek mümkündür. Gerçekliğin
değerden tecrid edilmişliği, daha ileri düzeyde,
Batı'nın "bilgi "yi "hikmet"ten ayıran düşünsel
matrisleriyle ilintilendirilebilir.
Neoklasik iktisat pozitif-normatif ikilemi içinde
algılanan iktisadi gerçekliğin bilimsel analizini,
gerçekliğin pozitif boyutuyla sınırlar. Bilimsel
çözümlemede, sözkonusu ikilemin pozitif kanadına
verilen önem, bilimselliğin ancak olgusal gerçeklik
içinde sözkonusu olabileceğini savunan pozitivist
yöntemin neoklasik iktisattaki ağırlığından
kaynaklanmaktadır. Sosyal bilimlerde "pozitif olma"
niteliğinin kut-sanmışlığını sistematize edilmiş
ifadesiyle ilk kez Auguste Comte'da buluyoruz.
İktisat kuramında ise "pozitiflik vurgusu, neoklasik
kuranı la belirginleşmiş ve pozitif-normatif ayırımı
iktisadın egemen metodolojik ikilemlerinden biri
olarak iktisat literatürüne girmiştir. Neoklasik
yöntemin temeli olan öndeyilerin doğru, gerçekçi ya
da geçerli olması ilkesi, kaynağını bu ayırımdan
("pozitif-normatif iktisat ayırımı) almaktadır.
Ekonominin değer hükmünden bağımsız niteliği
neoklasiklere göre, yalnız mantıksal değil, aynı
zamanda, yöntembilimsel bir ön gerekliliktir4.
Davranışlara dayalı önerme, varsayım ve
hipotezlerden ancak doğru ve gerçek öndeyiler,
betimlemeler çıkarılabilir. "Değerlendirmeye" özgü
sonuçlar ise çıkarılamaz ya da çıkarılmamalıdır.
(Kepenek, 1979: 30; Görün, 1979:17).
2. Neoklasik Olguculuk ve Nesnellik
Pozitivizmin "var olan"ı, olgusal olana indirgeyen
metodolojisi, neoklasik okulun (iktisadın) hem
içeriksel hem de yöntemsel çerçevesini önemli
ölçüde belirlemiştir. Olguların altındaki insanal
ilişkileri gözardı edip, gözlem alanını dışsal
görüntülerle sınırlamak ve görüntüler (ya da
görüngüler) arası ilişkileri bulmakla yetinmek -ki
neoklasik iktisadın yaptığı da bundan fazla bir şey
değildir- maddenin potansiyel gerçekliğini
olgusallaşan boyutlarıyla var kabul etmekle özdeş
sayılabilecek bir tutumdur. Neoklasik iktisatta
pozitivistlerin dış görüntülerin ötesine gitmeyi
reddetme tutumlarına sınıfsal bir anlam yükleyen
Marksist kuram, bu tutumun yöntembilmsel sonuçlarına
şöyle işıret etmektedir: "Bilinen iktisadın
özelliği, olguları şimdiki deneyde görüldüğü gibi,
ampiriklerin biçiminde kaydetmek ve aralarındaki
ilişkileri saptamaktır. Kopernik'ten önce
astronominin yaptığı da buydu: Güneşin ve diğer
gezegenlerin dünyanın etrafında döndüğü izlenimini
veren yıldızların görüntülerini not etmek... sadece
fiyat eğrileri çiz-, mek, konjonktür dalgalanmaları
ile oyalanmak ve işleme mekanizmalarını anlatmakla
yetinen iktisatçı, en ince matematik yöntemleri ve
en modern ekonometri tekniklerini uygulasa bile, dış
görüntülerin esiri olarak kalıyor demektir5
(Garaudy, 1975:133-134).
Batılı iktisadın olguculuğunu "emek" ve "değer"
kavramları özelinde belirginleştirelim: Neoklasik
iktisat açısından "değer", öznel fakat olgusal bir
kategoridir. (Olgusal olmasının yöntembilimsel
anlamı, analiz konusu yapılabilir olmasıdır). Bu,
öznel değere dayalı neoklasik kuram kadar,
emek-değere dayalı klasik kuram için de geçerlidir.
Yani değerin olgusallığını klasik ve neoklasik
kuramları birleştiren ortak pozitivist paydayı
oluşturmaktadır. Aynı pozitivist paydaya,
emek-kura-mı açısından klasik iktisadın devamı
sayılabilecek marksist iktisadı da dahil edebiliriz.
Bu bağlamda, bir bütün olarak batılı iktisadın, ana
paradigmaları itibariyle, pozitivist bir içeriğe
sahip olduğunu söylemek mümkündür. Değer, bir
yandan, niceliksel bir emek-zaman'a
dayandırılırken (klasik ve marksist iktisat); diğer
yandan öznel zahmetle temellendirilen marjinal bir
olgu (neoklasik iktisat) olarak
değerlendirilmektedir. Değer'in ölçülebilir
emek-zamanla ya da marjinal bireysel, öznel zahmetle
açıklanması ne ölçüde mümkündür. Bizce "emek" ve
"değer", sadece "bireysel"e ilişkin kategoriler
değillerdir. Bireyselliklerinin yanısıra
toplumsal bir içerik de taşırlar. Fakat emeğin
(ve değerin) bireysel ve toplumsal içerikleri
birbirinden ayrıştırılabilir değildir; yani emek
bütünü şu oranda bireysel ya da toplumsaldır
denemez' Yanısıra, emek ve değer sadece olgusal ya
da maddesel kategoriler de değillerdir. Emek
sahibinin iradesi ve emek harcama ediminin nihai
gayesinde somutlaşan maddesel olmayan içerikleri de
vardır.
Neoklasik kuram, olguculuğun doğal bir sonucu
olarak, iktisadi kategorileri tümüyle
nesnelleştirir ve nesnel analize uygun
varsayımlar
seçer. Kuramın bu niteliğini, sermaye kavramı
(kategorisi) ve rasyona-lite ilkesi (aksiyomu)
bağlamında irdeleyelim: Neoklasik yaklaşım
sermayeyi, belli nitelikte bir nesne düzeyine
indirger. Bu, sermayenin üretimden alacağı pay için
daha doğrusu marjinal verim kavramı için, bir
zorunluluktur. Üretimden pay alacak öğenin "nesnel"
olması, diğer üretim etmenleri ile birlikte,
marjinal verimliliğine göre -teknik koşullar-
belirlenecek göreli payının ortaya konması için
gerekliydi. Bu yargı sonucu sermayenin üretimden
alacağı pay bir "artık" ya da kalıntı değil; haklı
birgetirim sonucudur (Kepenek, 1979: 92).
Neoklasik iktisatta nesnellik optiği, üretilen
kavramsal kategoriler kadar, dayanılan varsayımlar
(ya da aksiyomlar) için de gözetilmektedir. Örneğin
kuramsal analiz için gerekli "nesnel bilgfnin
türetilmesi, büyük ölçüde, iktisadi karar
birimlerinin "rasyonel" davranmalarına bağlı
görünmektedir. İktisadi birimlere ilişkin
mantıksal-matematiksel analiz, bu varsayım altında
belirlenebilir sonuçlar vermektedir. Yani pozitivist
nesnellik ve rasyonalite ilkesi arasında
bilgi-kuramsal bir zorunluluk ilişkisi vardır. Bu
açıdan rasyonalite ilkesi, "la-ahlakilik" ve
"değerden bağımsızlık" argümanlarıyla birlikte,
iktisadi davranışların pozitivist formülasyonunu
mümkün kılan işlevsel bir rol oynamaktadır.
Rasyonalite ilkesinin iktisattaki yeri ve kullanımı
yalnızca "amaçlara uygun araçları seçme" anlamıyla
sınırlanamaz. İlkenin kavramsal çerçevesi, daha
geniş bir anlam alanını kapsamaktadır. Öyle ki,
ilkenin kavramsal yüküne, "homoeconomicus" tipi bir
insan anlayışının tüm iktisadi süreçleri nesnel
ilişkilere (ya da kategorilere) indirgeyip, ınsan-in-san,
insan-toplum, ve insan-eşya ilişkilerini
nesneleştiren bir tür iktisadi pozitivizmin
etkilerini de dahil etmek gerekmektedir. Örneğin
üretici ve tüketicilerin kâr ya da zararlarını
ençoklaştırma amaçları, rasyonel iktisadi
davranışlarının hem bir gereği hem de bir sonucudur.
Bunun "iktisadi davranan insan" (homoeconomicus)
anlayışıyla ilgisi açıktır. Öte yandan, amaçların bu
tür bir formülasyonu, ilişkilerin
nesnel-marjinal analizini mümkün kılmaktadır, ancak
temel "güdü"sü, kâr, zarar, fayda gibi tekil bir
çıkar kategorisine endeksli rasyonel insan, gerçek
insanı değil, hipotetik bir insan kategorisini
temsil etmektedir. Bu kategoriye ilişkin
davranışsal kalıplar sınanabilir olmaktan çok,
aksiyomatik bir karakter taşırlar. Bu nedenle
neoklasik rasyonali-te kategorisi, sınama alanının
dışında kalmaktadır ki bu "smanabilirli-ğin"
neoklasik analizdeki işlevini sınırlamaktadır.
3. Pozitivist Sınırlanabilirlik ve Neoklasik
Çözümleme
Neoklasik tahlilde yöntem, akılcı, soyutlayıcı,
tümdengelimci, matematiksel, denge tahlili olarak
nitelenebilir. Fakat, değer ve bölüşüm teorisi
dışında, neoklasik okul, tümdengelim yanında, Jevons,
Fischer gibi iktisatçıların, tümevarım yöntemini de
kullanmalarına rağmen mantıksal analizin egemen
niteliğinin tümdengelimsel olduğu söylenebilir (Kazgan,
1978:123).
Neoklasik iktisadın bilgi üretiminde tümelden
tikel'e dedüktif bir yöntem izleyip, tümel bilgiyi
bilgi hiyerarşisinin tepesine yerleştirmesi;
Aristo'nun tümel bilgileri en yüksek bilgi türü
kabul eden, ancak gerçek bilgiyi -pragmatik yararı
belirgin bilgi anlamında- tikel nesnelerin
bilgisinde arayan bilgi kuramını hatırlatıyor.
Aristo'ya göre, tümel bilgiler, tikel bilgilere
ulaştıran yol olarak değer taşırlar (Hacıkadiroğ-lu,
1981: 57). Neoklasik iktisatta da ulaşılması
amaçlanan bilgi "tikel"in bilgisidir. Bu nedenle
neoklasik iktisat makrodan ziyade mikro çözümlemeye
ağırlık verir. Ancak tikelin bilgisine, tümel bilgi
aracılığıyla varılabileceği için tümel nitelikte,
evrensel doğru (olduğu varsayılan) önermeler,
kuram'da önemli bir yer tutar. Bu önermelerin
formülasyo-nu, tümdengelimsel mantığa uygun, soyut
matematik aracılığıyla gerçekleştirilir. Bu
bağlamda, neoklasik iktisatta yoğun matematik
kullanımı bir bakıma zorunlu olmaktadır. Önermeler,
büyük ölçüde, hipotetik nitelikte, şartlı sentetik
önermelerdir ve bunlar çoğunlukla sınama
sürecinin dışında bırakılırlar. Özellikle
varsayımları ifade eden önermeleri sınama alanının
dışında bırakmanın ideolojik içeriği açıktır. Bu
noktayı, kuramı bilim-ideoloji sorunsalı içinde
tartışırken açıklayacağız.
Neoklasik kuramd varsayımların doğruluğunun
değil, öndeyilerin gücünün önem taşıdığı görüşü
belirgindir. Neoklasik kuram'a göre ekonominin
"bilimselliği" iktisadi olgularla ilgili "doğru",
"gerçek" öndeyiler geliştirilmesine bağlıdır.
Kuramsal önermelerin ve hipotezlerin "yanlışlanabilir"
olması, bunların bilimselliği için tek ölçüt
niteliğindedir. Önerme, varsayım ve hipotezlerin
diğer özellikleri önemli değildir. Önemli olan
öndeyilerin geçerliliğidir. İster salt kuram
düzeyinde olsun, ister aşırı deneyci, uygulamacı bir
yaklaşımla ele alınsın, iktisadi olgular, neoklasik
kurama göre, ancak önde-yilerle açıklanabilir6
(Kepenek, 1979: 30).
Popperyen pozitivist yanlışlanabilirliğin yanısıra,
mantıksal deneyci doğrulanabilirliğin de neoklasik
iktisatta kullanım alanı bulduğu söylenebilir. T. W.
Hutchison,' "doğrulanabilirlik" yanlılarına örnek
gösterilebilir. Mantıksal pozitivist söylem,
anlamlığı doğruluğa indirgerken, anlamla bitişik
amaçsallığı dışlayarak nedenselliği ön plana
çıkarır. Önermeler, doğrulanabildiği ölçüde
anlamlıysa, insanın örneğin hayata yüklediği anlam
ve bu anlamda belirginleşen amaçları, doğruluğu
sınanabilir önermeler olarak formüle
edilemeyeceklerinden, çözümleme alanının dışında
kalacaklardır. Böylece bilimsel analiz alanı, olay,
olgu ve olgulararası ilişkileri ifade eden
doğrulanabilir önermeler alanı olarak
belirlenecektir. Doğrulanabilir önermelerden oluşmuş
bir iktisat kuramı ise, doğal olarak, toplumsal
gerçekliğin "değer" ve "anlam" kategorilerinde
ifadelerini bulan boyutlarını devre dışı
bırakacaktır.
Öte yandan Popper, doğrulanabilirlik yerine,
yanlışlanabilirliği koymakla bilimsel analiz
(sınama) yöntemine sanıldığı kadar önemli bir
değişiklik getirmemiştir. Zira, bir şeyin (olgu,
süreç, ilişki biçimi ya da gerçekliğe ait tüm
"oluşlar") varlığını ifade eden hipotezlerin
yanhşlanması, yokluğunu ifade eden hipotezlerin
doğrulanması süreci ile aynı metodik-semantik alanı
paylaşır. Hipotezin formülasyonu, olumlu ya da
olumsuz bir gramatik çerçeveye sahip olabilir. Oysa
Popper'in yanlışlanabilir tümel önermeleri,
çoğunlukla, "hayıflanabilir olumlu gramatik
ifadelerden oluşur. Gerçekte "hayır'larlanabilen
olumlu gramatik tümel ifade, "evet'lene-bilen
olumsuz tikel ifadeden çok farklı bir sınama süreci
gerektirmez. Örneğin; "Tüm enflasyonist süreçlerde,
davranışsal sorunlar vardır" önermesini yanlışlamak
için, "Bazı enflasyonist süreçlerde davranışsal
sorunlar yoktur" önermesini doğrulayacak "örnek"in
"tikel değil"ini (olumsuzunu) getirmek yeterli
olabilecektir.
Neoklasik iktisatta, sınama sürecinin "irdelenmezse
olmaz" özelliklerinden biri de statik denge
varsayımıdır. Öyle ki, neoklasik analiz, önemli
ölçüde bir statik denge tahlili olarak kabul
edilebilir. Her ne kadar denge tahlili Marshall'da
kısmi, Walras ve Pareto'da genel ise de, statik
olmak her ikisi için geçerlidir. Böylece yapılan
tahlil'de, "zaman", yani iktisadi sürecin dengeye
kadar geçirdiği zaman ihmal edilmiştir. (Kazgan,
1978:124) Bu bağlamda neoklasik çözümlemede zaman
faktörünü dikkate alan dinamik denge tahlillerinin
giderek önem kazanmaya başladığı öne sürülebilir.
Ancak, neoklasik denge analizine dinamik bir içerik
kazandırma çabaları zaman'dan bağımsız sabit bir
sosyal yapı varsayımını aynen korumaktadır. O
nedenle bu çabaların, neoklasik analizi, statik
denge analizi olmaktan çıkardığını söylemek bizce
mümkün değildir.
Statiklik varsayımı, mikro ve makro büyüklükler
arasındaki ahenk ve uyumun bir kural, uyumsuzluk ve
dengesizliğin bir istisna olduğu
varsayımı ile iç içedir. Bu içiçeliğin sonraki
bölümde irdeleyeceğimiz ideolojik bir içeriği
vardır.
b) Pozitivist Bilimsellik ve Neoklasik İktisadın
İdeolojik İçeriği
Pozitivist bilim anlayışı kesin bir bilim-ideoloji
ayrımına dayanır. Buna göre bilim, gerçeklik
hükümleri üzerine kuruludur ve ideolojilere kendi
niteliğini veren değer hükümlerini kapsam
dışı bırakır. İdeolojik bilginin göreli ve
sübjektif niteliğine karşın bilim, "nesnel
doğruları değişse bile doğrusu mutlak olan" bir
bilgi kategorisini temsil eder. Bilime göreli bir
mutlaklık izafe eden bu anlayış, ideolojilerin
görecelilik ve öznelliğini vurgulayarak,
bilim-ideoloji sorunsalını çözdüğü itibaını
uyandırmıştır. Bilim konusunda etkinliğini uzun süre
devam ettiren pozitivist söylem, böylece,
bilim-düşünce çevreleri ve topluma dogmatik bir
"bilim inancının" yerleşmesine neden olmuştur. Öyle
ki, insanal üretimin tarihsel-sosyal göreceliğini
sarahatle vurgulayan Manc'da bile, bir insanal ürün
olan bilime ilişkin belirgin bir eleştirel tavır
göremiyoruz. Aynı çizgide Althusser, bilimin
idealist içeriğinden sözederken, maddeci bir içerik
kazandırılarak bilimin kurtarılabi-leceğini ima
etmektedir.
Yanılgının kaynağında, bir araç-ürün olan
bilimin, kişinin kullanımından bağımsız bir
nesnelliğe sahip olduğu varsayımı yatmaktadır.
Yani araç-bilim, ideolojiden bağımsız- Lange'nin
ifadesiyle- bir prakseolojik kategoriyi
oluşturmaktadır. Bu bağlamda, bilim-ideoloji
sorunsalı bir araç-amaç sorunsalına dönüşür.
Gerçekte araca şeklini veren şey amacın kendisidir.
Amaç ise ideolojik bir kategoridir, yani araç, amaca
götüren süreçlerde, amaca ilişkin ihtiyaçların
ortaya çıkardığı bir olgudur. O nedenle her
aracın farklı amaçlar için aynı ölçüde kullanışlı
olabileceği iddiası tartışma götürür. Aracın
olgusal gerçekliği -"nötr"lük intibaı
uyandırıyorsada- amaçsal bir içeriğe sahip olmak
durumundadır. Fakat bu, belirli bir araçsal süreçte
üretilmiş bir aracın, farklı amaçlar için
kullanılamayacağı anlamına gelmez, yani aracın
farklı amaçlan için kullandım esnekliği sıfır
değildir...fakat sonsuz da değildir. Aracın
aynen ya da uyarlanarak kullanılma imkanı vardır,
fakat araç daha çok içinde üretildiği süreçlerin
nihai amacına hizmet eder. O nedenle insanal bir
araç-ürün olan bilimi, sahip olduğu felsefi ve sosyo-kültürel
matrislerde ifadesini bulan ideoloji yüklü amaçsal
süreçlerden soyutlamak mümkün değildir.
1. Neoklasik İktisadın İdeolojik Bilimselliği:
Pozitivist bilimsel analiz, olgusal gerçekliğin
analizidir. Bu nedenle ideolojik sorunsallar, nesnel
analize uygun olgusal kategorilerle ifade
edilebildikleri ölçüde bilimsel analiz kapsamına
alınırlar. Böylece bilimsel analizin "nesnellik"
ölçütünden ödün verilmemiş olur. Bu ödünsüz tavrın
tabii sonucu ise, nesnellik maskesine bürünmüş
ideolojinin meşrulaştınlmasıdır. Neoklasik
bölüşüm ve genel denge modelleri özelinde bu olguyu
örnekleyelim: Neoklasik kurama göre, gelir bölüşümü
fiyatların bir sonucudur. Fiyatlar da nesnel
iktisadi süreçlerin ortaya çıkardığı
değişkenlerdir. Böyle olunca, mevcut bölüşüm biçimi,
nesnel süreçlerin nesnel bir sonucu olmaktadır. Yani
nesnellik bir tür meşruiyet tazammun etmektedir ki
bu nesnel-bilimsel analizin egemen bölüşüm biçimini
-dolayısıyla bu bölüşümden çıkarı olanları-koruma
amacını güden ideolojik bir işlev yüklendiğini
göstermektedir.
Walras'ın genel denge modeli, neoklasik kuramın
ideolojik içerik ve işlevinin tipik bir başka
örneğidir. Walras'ın sistemi, faydayı mak-simumlaştırmanın
itici güç olduğu bir mübadele ekonomisinde, tam
rekabet şartlan altında maksimum toplam faydanın
sağlanacağını
gösteren soyut bir sistemdir. Oldukça sınırlayıcı
(kayıtlayıcı) ve gerçekle pek az ilişkili
varsayımlar altında sistem, bütün ekonomilerde,
bütün mal ve üretim girdileri fiyatlarıyla, bütün
mal fiyatlarının birbirleriyle tutarlı olacakları
bir düzeyde teşekkül edeceğini gösterir.
Parametreler değişmedikçe sistem istikrarlıdır;
parametreler değiştiğinde de bütün sistem, yeni
duruma intibak etmek üzere, tekrar birbirleriyle
tutarlı fiyat ve miktarlara erişinceye kadar
değişir. Sistemin çözümünün bize gösterdiği sonuç
şudur: Bir mübadele ekonomisinde, tam rekabet
şartları altında toplam fayda maximize edilir.
Sonucun ideolojik içerik ve işlevi oldukça açıktır.
İdeolojik yönüyle sistem, tam rekabet şartları
altında toplumun maximum refaha erişeceğini gösterir
ki bu Adam Smith'in "görünmez el" inin matematiksel
ifadesinden başka bir şey değildir (Kazgan,
1978:137). Walras, kendi ideolojik çizgisinin
gerektirdiği toplum ve düzen varsayımını
matematiksel olarak ispat etmeye çalışmıştır.
Nesnel-matematiksel analiz, böylece ideolojik bir
işlev yüklenmiş olmaktadır.
Walras modelinin bir diğer ideolojik boyutu, statik
denge varsayımında somutlaşmaktadır. Dengenin
statikliği "sosyal yapının değişmeyeceği
varsayımının" (Bulutay, 1972: 76) yapılmasını
zorunlu kılar. Zira değişen bir sosyal yapıda denge
sabit kalamaz. Burada sabit sosyal yapı
varsayımının, öngörülen düzenin sürekliliğini ifade
eden ideolojik bir içerik taşıdığı açıktır.
Popperyen-pozitivist yöntemin, varsayımları sınama
sürecinin dışında bırakması olgusu da, benzer fakat
daha genel bir ideolojik nedene bağlanabilir:
Varsayımlar, kuramın ideolojik içeriğinin
"açık-seçik"leştiği ifadelerdir. Onları sınama
alanının içine almak, kuramın dayandığı ideolojiyi
sınama-sorgulama sürecine dahil etmekle
eşanlamlıdır. Friedman'cı (Popperyen-pozitivist)
yöntemin yaptığı ise, varsayımlarda ifadesini bulan
ideolojiyi sorgulanabilir bir kategori olmaktan
çıkarmak olmuştur.
2. Neoklasik İktisadın İdeolojik Determinatlan:
Bireycilik, Faydacılık, Akılcılık
Neoklasik iktisadın bireyciliğini ve atomist
akılcılığını, batı düşüncesinin, bireyi merkeze
alan insan-merkezci parametrelerinin doğal bir
sonucu olarak düşünmek mümkündür. İktisadi
faaliyetlerde özgür-akılcı birey kategorisi, bireye
duyulan sınırsız güven ve inancın, neoklasik
kuramdaki ifadesidir. Bireysel özgürlük ve
rasyonalite, kişi refahı kadar, toplum refahı ve
iktisadi denge'nin de ön koşulu ve güvencesidir.
Öyle ki, birey kendi yararı ve çıkarı doğrultusunda
"özgürce" hareket ederken -bilinçli ya da
bilinçsiz- toplum yararına da hizmet etmektedir.
Neoklasik iktisadın insan ihtiyaçlarının sınırsız,
bu ihtiyaçları karşılayacak kaynakların ise kıt
olduğu varsayımı, faydacılık akımı içinde yer alan
ve doğal insan davranışının acıdan kaçınma, zevk ve
mutluluk verecek şeylere yönelme olduğu
düşüncesiyle birleştiğinde, sınırsız ihtiyaçlarla
sınırlı kaynaklar arasındaki dengenin en iyi biçimde
insanın özgür ve akıla iradesiyle kurulacağı, yani
insana karışılmadığı sürece mutluluğun artacağı
varsayımı ortaya çıkmaktadır. Bu çerçevede yer alan
anlayışın felsefi (ontolojik) ilkesi ise doğal
varlığın birey olduğudur. Buna göre toplum,
bireylerden oluşan yapay bir olgudur. Bu temel
varsayım kabul edilince her bireyin kendi özgür ve
akılcı iradesiyle kendi bireysel mutluluğunu
artırması sonucu "en çok sayıda insanın en büyük
mutluluğunu" gerçekleştireceği de doğal bir
mantıksal sonuç olarak kabul edilmiş olmaktadır (Köker,
1984: 202-3).
Neoklasik iktisadın bireyci-nesnelliği, iktisadi;
insan-insan, insan-toplum ilişkilerini dışlayıp,
insan-eşya ilişkileri üzerinde yoğunlaşan, sosyal
içerikten yoksun bir disipline dönüştürür ve
bireyin iktisadi karar verme süreçlerini salt
mantıksal -ve nesnel- bir tercihler sıralamasına
indirger.
Örneğin Robbins, iktisadı, kıt kaynakların
alternatif amaçlar arasındaki dağılımını inceleyen
nötr (yansız) bir bilim olarak tanımlarken, tüm
iktisadi ilgi, ilişki ve süreçleri insan-eşya
ilişkileriyle sınırlamış olmaktadır. Sosyal
ilişkileri inceleme dışı bırakan böyle bir
sınırlama, iktisadı, bir sosyal bilim olmaktan
çıkarır (Lange, 1975: 277). İktisadi olguya
birey-nesne ilişkisinden öte bir gerçeklik tanımayan
bu yaklaşım, iktisadi sorunu bir optimizas-yon
sorununa, iktisâdı da bir "prakseolojik" kategoriye
indirgemiş olur.
İktisadi sorunu, sınırlı kaynaklan, "sınırsız
ihtiyaçlara"7 bölüştürmenin
optimizasyonuna indirgemek, iktisadi sorunun
nesnelleştiril-mesine imkan verecektir.
"Sorun"un nesnelleşmesi ise nesnel ve geçerli
çözümlerin üretilmesini mümkün kılacaktır ki bu bize
sorun-çözüm ikilemine ilişkin pozitivist kavrayışın
neoklasik kuramdaki izdüşümünü verir.
c) Evrensel Geçerlik Sorunu ve Neoklasik İktisadın
Evrenselliği
Bu bölümde, iktisat kuramının evrensel geçerliği
sorununu, iktisadi gerçekliğin pozitivist
kavranışının yöntembilimsel çerçevesi içinde
tartışacağız. Amacımız, belirli tarihsel-sosyal
şartlar altında doğmuş, ideolojik bir temeli ve
işlevi olan kuramın, bu niteliğiyle tüm toplumlara
ve zamanlara özgü olma şansının ne olabileceğini
belirlemeye çalışmak, yanısıra, kuramın
"evrensellik" argümanında temayüz eden pozitivist
içeriğine işaret etmektir.
Evrenselliği, ikisi kozmolojik biri bilgi-teorik
üç ölçütle tanımlayalım. Kozmolojik ölçütler,
zaman ve mekân'a ilişkindirler. Zaman ölçütü,
bir kanun ya da onun ifade edildiği teorinin,
tarihsel dönemler boyunca geçerli olup olmadığıyla
ilgilidir. Bir kanun evrensel geçerliyse, bu sadece
belirli bir tarih dönemi için değil, tüm tarihsel
dönemler için öyledir. Mekân ölçütü, kuramın
tüm toplumlar ya da mekânlar için geçerli olup
olmadığını belirliyor. Bu yönleriyle kozmolojik
ölçütler kuramın tarihsel-sosyal göreceliğine
ilişkindirler. Bilgi-teorik ölçüt ise,
kuramın nesnelliği ve evrensel doğruluğu ya da tümel
karakteriyle ilgilidir.
1. Tarihsel-Sosyal Görecelik
Neoklasik kuram, iktisadi gerçekliğin tarihselliğini
gözardı eder ve iktisadi olgu ve davranışları (faiz,
kar, rant, kar güdüsü, bireysel özgürlük)
tarihdışı kategoriler olarak değerlendirir. Bu
olguların yer aldıkları tarihsel-sosyal düzlemdeki
oluşum süreçlerini inceleme dışı bırakır. Bu
tutumun pozitivist içeriği açıktır. Pozitivizm,
felsefi çatısını olgusal gerçeklik kategorilerine
dayandırdığı halde, olguların nasıl oluştuğu
sorusunu ya cevapsız bırakır ya da bir olguyu bir
başka olguya dayandırarak açıklamaya çalışır. Bu
açıklama tarzının başlangıcı olmayan bir totolojik
süreç olduğunu belirtmeye gerek yok. Her
"neden-olgu" da eninde sonunda bir olgudur, yani
"olmuş olan" bir şeydir. Sorunun odağı ise
"olmuşluğun" nasıl oluştuğu, Osmanlıca ifadesiyle "kuv-ve"den
"fiile" nasıl intikal ettiği ve nereden
kaynaklandığıdır.
Neoklasik iktisadın tarihsel içerikten yoksunluğu,
belirli bir döneme değil, tüm zamanlara özgü olma
çabası ile ilintilendirebilir. Öte yandan, olguların
sosyal göreceliğini gözardı etme eğilimini de tüm
toplumları kapsama amacıyla bağıntılandırmak
mümkündür. Böylece kuram, zamandan ve mekândan
bağımsız evrensel bir nitelik kazanacaktır. Oysa
neoklasik kuramın hatta bir bütün olarak iktisat
kuramının gözlem kaynağı, önemli ölçüde, kapitalist
çağın pratiğidir. Yani kuramın dayandığı
gözlenebilir olgular, Batı toplumlarının belirli bir
tarihsel döneminden seçilmişlerdir. Böylesi bir
tarihsel ve mekânsal göreceliğe sahip "kanun"ları,
geçerlik sınırlarını zaman ve mekân eksenlerinde
genişleterek evrensel kılmak oldukça güçtür.
Örneğin, fiyat oluşumu kanunu, daha çok, mal
mübadelesinin para aracılığıyla gerçekleştirildiği
tarihsel koşullar içinde uygulama konusu olur. İşçi
ücreti teorisi, ancak ücretli işçiliğin meydana
geldiği tarihsel-sosyal koşullar altında uygulanır.
İktisadi kurumların da, sözkonusu örneklerin de be-lirginleştirdiği
gibi, tıpkı iktisadi kategoriler gibi belirli
tarihsel kaplamları vardır. Nitekim, Marx,
subjektivizmi (neoklasik ekol) "iktisadi kanunları"
ebedi imiş gibi görüp yararı ya da tercihi
ençoklaştırmayı sağlayan prakseolojik ilkelere
indirgeyerek, bunların tarihsel karakterlerinin ve
tarihsel kaplamlarının bilincine varamamakla
eleştirir. Ona göre, iktisadi kategoriler, sosyal
üretim ilişkilerinin teorik anlatımlarından
soyutlamalarından başka bir şey değildir. Bundan
ötürü bu kategoriler, anlattıkları ilişkilerden
daha çok sonsuz (daha uzun ömürlü) değildirler.
Bunlar tarihsel ve geçici ürünlerdir (Lange 1975:
145-6). Fakat Marx, neoklasizme, iktisadi
gerçekliğin tarihselliğini kavrayamama noktasında
getirdiği yerinde eleştirilere karşın, iktisadi
kategorilere ilişkin tarihsel öndeyileriyle,
"tarihselci" bir tavır sergilemekten
kurtulamamaktadır.
Özetle, genelde tüm iktisadi kuramların, özelde de
neoklasik kuramın evrenselliğinin, tarihsel-sosyal
göreceliği irdeleyen kozmolojik ölçütlerini
sağladığını söylemek oldukça güç görünmektedir.
2. Bilgi-Teorik Ölçüt: Nesnellik, Tümellik,
Evrensellik
Evrensel geçerlik sorunun bilgi-teorik ölçütü, bir
bilgisel kategori olan kuramın geçmiş ve geleceğe
ait evrensel düzenli oluşları (yasaları) nesnel bir
şekilde ifade ya da formüle etme gücünün ne oldu
ğuna ilişkindir. Kuram, gerçekliğin gözleminden
çıkarılan "evrensel" düzenlilikleri ne ölçüde tümel
önermelerle ifade edebilmektedir?
Doğal olarak, kuramın öngördüğü bilgi üretme
süreçlerinden geçerek üretilen bilginin de genel ve
nesnel olması gerekmektedir. Açıktır ki, bilgi
üretme süreçlerinin evrenselliği ile sonuç-bilginin
nesnelliği ve evrensel doğruluğu arasında
belirlenebilir bir nesnellik ilişkisinin varlığı
kabul edilmektedir. Ancak bilgi üretme yol,
yöntem ve süreçleri evrensel bir nitelik taşısa
bile, ideolojik saydamlığı tartışılır zihni
prizmalardan geçmek durumunda olan bilginin "nötr"
ve "objektif olabileceği hayli şüphelidir. Kaldı
ki bilgilenme ve bilgi üretme süreçlerinin
evrenselliği de pekala tartışılabilir. Parametreleri
farklı kültürlerin realiteyi algılama ve yorumlama
biçim ve metodlarının farklı olabileceği açıktır.
Farklı kültür parametreleri bilgi üretme süreçlerini
doğrudan etkileyerek, ürün-bilgiye, o kültüre özgü
bir öznellik (sübjektivite) ve görecelik (izafiyet)
kazandırabilir. (Ancak bunu söylemekle akıl, sezgi
türü bilgi edinme kaynaklarının evrensel olmadığını
iddia etmiyoruz. Birey bilgi edinme kaynağı olarak
akıl, sezgi, vs.nin evrenselliği ile bilgi edinme
süreçlerinin evrenselliği birbirine karıştırılmaması
gereken olgulardır.) Dahası, bilgi edinme
süreçleri, bilgi konusu gerçekliğin gözlemine
dayalıdır. Gözlem ise, "kuram yüklüdür" ve ondan
bağımsız değildir. Bu nedenle, nesnel gözleme
dayalı evrensel doğru-nesnel bilgi varsayımı oldukça
tartışmalı gözükmektedir. Böyle olunca, neoklasik
kuramdaki tüketicinin fayda maksimizasyonunun
gerçekleştiğini -nesnel olarak gözlenemeyeceği için-
evrensel olarak doğrulamak mümkün olamayacaktır.
Nesnel
bir şekilde gözlenip, evrensel olarak
doğrulanabilen ilişkilerin varlığı, "yasa" fikrinin
de dayanağıdır. Bu noktada, pozitivizmin bir diğer
paradoksu gizlidir. Nesnel ilişkileri, nesnel bir
şekilde tümel önermelerle ifade eden "yasa" kavramı,
özünde pozitivist bir espri taşıyor olmasına
rağmen, evrende düzenliliklerin a priori olarak
varolduğu metafizik inancına dayanmaktadır.
Metafizik içerik taşıyan bu olgu eksen alınarak,
geleceğe ilişkin "doğru ve gerçekçi" öndeyilerin
yapılabileceği varsayılmaktadır.
Kuramın formüle ettiği yasalar, olayları
deterministik biçimde ön-deyebiliyorsa, kuram
evrensel geçerliliğinin yanısıra, evrensel
bağlayıcı bir nitelik de kazanacaktır.
(Bağlayıcılık işlevinin kuramın sonuçlarının
meşrulaştırılması gibi bir ideolojik niteliğinin
bulunduğunu belirtelim.) İktisatta evrensel
bağlayıcı yasa kavramını kullanmanın uygun
düşmeyeceği görüşündeyiz.Dkin, iktisadi yasaların
insan iradesinden bağımsız olduğu söylenemez. O
nedenle de kesin bağlayıcılığı tartışma götürür,
ikincisi, iktisadi yasaların daha önce
irdelediğimiz tarih-sel-sosyal bir içeriği vardır.
Bu her dönem ve toplum için bağlayıcı yasaların
varlığını tartışabilir hale getirir.Üçüncüsü,
yasaları formüle eden kuramlar, realitenin tam ve
gerçek görüntüleri değil, olgularla
karşılaştırılacak birer "karşılaştırma modeli"dirler.
Geçerlik süreleri, olay ve olguları açıklamadaki
yeterlik ve elverişlilikleriyle sınırlıdır. Bu
nedenle, yasa kavramının tazammun ettiği gerçekliğin
doğal kuralları ve sürekli geçerli düzenliliklerini
ifade etmekten uzaktırlar. Bu, tabii bilimler için
olduğu kadar sosyal bilimler için de böyledir.
İktisadın, yasaları evrensel geçerli bir bilim
olarak kabul edilişi, iktisadi yasaların
deterministik kavranışından bağımsız değildir.
Örneğin, doğal ve toplumsal evrenin mekânist ve
deterministik kavranışı ile marjinal analiz
arasındaki korelasyon oldukça belirgindir. Olgu ve
olaylar arasındaki ilişki biçimlerini nesnel
çerçeveleriyle matematiksel bir formda ifade
edilebilir varsaymak, önemli ölçüde insanal
ilişkileri, matematikselliğin zorunlu (ya da
ihtimaliyetçi) nedenselliğine indirger. Böyle bir
indirgeme ediminin temelinde, ilişki biçimlerinin
nesnel bir şekilde kavranabilirliği (ve
çözümlenebilirliği) varsayımı -ki pozitivist bir
varsayımdır- yatmaktadır.
Son olarak, tüm bilgisel kategorilerin -dolayısıyla
kuramların- evrenselliklerinin ideolojik içerikleri
nedeniyle tartışma götürür olduğunu belirtelim.
İdeolojinin geçerliliği ve bağlayıcılığı evrensel
bir nitelik taşımadığına göre, ideoloji yüklü
kuramların evrensel olduğu düşüncesi doğrulanabilme
şansını önemli ölçüde yitirmektedir. Bu bağlamda,
kapitalist-girişimci sınıfın ideolojisiyle yüklü
neoklasik kuramın evrensel
geçerliğine, kanıtlama süreçlerinden geçerek değil,
Ferguson'vari bir imanla ulaşmak mümkün
olabilecektir.
SONUÇ
Neoklasik ekol, iktisat kuramındaki egemen konumuna
rağmen iktisadi gerçekliği tümüyle açıklama ve
çözümleme gücüne sahip "alternatifsiz" bir kuram
olarak kabul edilemez:
İlkin,
dayandığı yöntem, zamanın ve gerçekliğin pozitivist
kavranışına, ürettiği bilgi ise, pozitivist
bilgi-teorik süreçlere dayalıdır. Bu nedenle,
önerdiği gerçeklik açıklaması pozitivist
ontolojiyle, ürettiği bilgisel kategorilerin
doğruluk ve geçerliği, pozitivist bilgi kuramıyla
sınırlıdır. Bu çerçevedeki bir yöntem, gerçekliği
açıklamanın yegane yöntemi olamaz. Parametreleri
farklı bir ontoloji ve bilgikuramı, farklı ve özgün
yöntemlere üretilme imkanı sağlayabilir.
İkincisi,
neoklasizmin bilimselliği, batının "rönesans
sapması"yla önem kazanan akılcı ve bireyci
dinamiklerinin egemenliğini sürdürdüğü, gerçekliğin
nesnel kavranabilirliği mümkün varsayılarak tümel
nitelikte evrensel doğru varsayımların
yapılabildiği, bir bilim paradigması içinde
anlamlıdır. Oysa çalışma boyunca göstermeye
çalıştığımız gibi, gerçekliğin nesnel
gözlenebilirliği, kavranabilirliği ve
çözümlene-bilirliği doğrulanabilir olmaktan uzak
varsayımlardır. Tüm bilişsel süreçlerin ideoloji
yüklü olması bir bakıma kaçınılmazdır. İdeolojik
içeriğin yanısıra kuramın tarihsel-sosyal
göreceliği de vardır.
Tüm sorunlarına karşın neoklasik kuram, iktisadi
gerçekliğe ilişkin kanunsal düzenlilikleri formüle
eden evrensel geçerli bir kuramsal kategori olma
özelliğini, kimi iktisatçılar nezdinde, halen
korumaktadır. Bu ise, pozitivist metodolojinin
etkinliğini sürdürüyor oluşuyla bağlantılı bir
olgudur.
Pozitivist yöntembilimsel dayanakları zayıflatılmış
bir neoklasik kuramın iktisatta egemen paradigma
olan konumunu koruyabileceği şüphelidir. Bu bağlamda
yapılması gereken, bizce özgün yöntem arayışlarını,
sadece batılı değil, hatta daha çok doğulu düşünsel
matrisler içinde sürdürmek olmalıdır.
Kaynak: Ahmet KARA
|