|
Ortodoks Marxist İktisat Metodolojisi; Eleştirel Yaklaşım
Giriş
Bu çalışmanın amacı, (ortodoks)
marksist metodolojiyi, varlıkbilim-sel ve
bilgi-kuramsal çerçeveden hareketle irdeleyip
eleştirmektedir. Varlıkbilimsel ve bilgi-kuramsal
irdeleme ve çözümleme, metodolojik eleştirinin
doğal ve zorunlu ilk adımıdır. Zira metodoloji,
gerçekliğe ilişkin bilgi edinme ve üretme yollarını
sistematize ederken; gerçekliğin ne olduğuna
ilişkin bir varlık anlayışına (ontoloji) ve
gerçekliğe ait bilginin mahiyeti, sınırları ve
edinilme-üretilme imkanlarını belirleyen bir
çerçeveye (epistemoloji) dayanmak durumundadır.
Özgün bir metodolojik çerçeve sunan bütüncül bir
dünya görüşünün; gerçekliğin (insan, toplum ve
evren) varlığı ve bilgisini formüle eden özgün birer
ontoloji ve epistemolojiye dayalı bir bütün
oluşturması zorunludur. Bu anlamda ortodoks
marksizm, bütüncül bir dünya görüşünün tüm
özelliklerini taşımaz. Bütüncül bir dünya görüşünün
birbiriyle uyumlu bir insan, toplum ve evren
anlayışı içermesi, bu üç düzeyde kapsamlı ve tutarlı
açıklamalar sunması ve anlamlı bir bütün oluşturması
beklenir. Bu çerçevede marksizm oldukça sınırlı bir
dünya görüşüdür. Marksizm, insan ve evren düzeyinde
kapsayıcı bilgiler sunmaz; açıklamalarını daha çok
toplum düzeyinde yoğunlaştırır. Bununla birlikte
marksizimin bir insan anlayışı ve evren tasarımından
yoksun olduğu söylenemez. Marksizmin maddeci-varlık
anlayışı, insan ve evrene ilişkin bir aksiyomatik
çerçeveyi doğal olarak beraberinde getirir.
Marksist metodolojinin temel aldığı varlık-bilgi
modeli, maddeci ontolojiye dayalı, diyalektik bir
epistemoloji üzerine kuruludur. Bu nedenle ilkin
maddeci ontolji, ardından da diyalektik
epistmemoloji -He-gelyen çerçevesiyle-
irdelenecektir, ikinci olarak, marksist
epistemoloji -Hegelci diyalektiği maddeci bir
varlık anlayışına oturtan ilginç sentezinde- temel
karakteristikleriyle tartışılacaktır. Marksist bilgi
anlayışını irdeleyen bu tartışmayı, doğal olarak,
marksist bilim ve bilimselliğe ilişkin çözümleme
izleyecektir. Son olarak da marksist metodolojinin
marksist iktisat içindeki yeri ve işlevi, yani
marksist iktisadın metodolojisi incelenecektir
Marxist Metodolojinin Ontolojik ve Epistemolojik
Temelleri
1. Maddeci Ontoloji
Maddecilik; -doğalcı, mekânist, ya da diyalektik-
tüm biçimleriyle, belirli bir varlık anlayışına
dayanır. Tüm maddeci ekoller belirgin bir "varlık
anlayışı" farklılaşmasına karşın, ortak bir
ontolojik temelde
birleşirler. Bu temel, maddenin önceliği,
belirleyiciliği, kendindenliği, objektif
gerçekliğitezleri bağlamında belirginleştirilebilir.
Madde, insandan ve düşünceden önce vardır; yani
bilgi nesnesi (madde), bilgi öznesini (insanı)
maddesel varlık, varlık bilincini (düşünce) önceler.
Madde, bilincin ve ruhun dışında, bilinçten önce ve
bilinci belirleyen bir gerçekliktir. Bilinç
(düşünce), maddeden doğar, yani maddenin bir
ürünüdür. Ontolojik düzeyde varlık özne, düşünce
yüklemdir. "Düşünce dünyanın bir yansımasıdır,
yoksa tersi değil" (Garaudy, 1975: 26).
Bilinci önceleyen ve belirleyen madde bizatihi
(kendiliğinden) bir gerçekliğe sahiptir.
"Kendiliğindenlik" Lucretius'a göre, evrenin temel
varoluş yasasıdır. Madde ezeli ve ebedidir,
yaratılmamıştır. Yani maddeci tez, varlık
anlayışı içinde Tanrı'ya yer vermez. Tanrının
işlevini ve niteliklerini, sonsuzdan gelip sonsuza
gittiğini iddia ettiği ve nedenini kendi içinde
mündemiç varsaydığı "madde" ye atfeder. Madde kendi
kendinin nedenidir. Maddenin ilk kaynağı, kendi
içinde barındırdığı gizli içsel güçtür. "Maddeci
madde" kategorisine, göreli kategorilerde
bulunmayan bazı özellikler atfedildiği açıktır;
ancak nedensellik ilkesini reddetmeyen maddeci tez,
"madde"yi kendi kendine var olan tümel bir kategori,
bir ilk neden olarak kabul etmekle, kaçınılmaz bir
çelişkinin kucağına düşmektedir. Zira maddeci
ontolojiye göre evren ezeli, ebedi ve sonsuzdur,
ancak onu oluşturan objelerin tümü mekân ve zaman
içinde sonludurlar, geçicidirler. Belirli bir zaman
ve mekân koordinatlarındaki tüm somut maddesel
kategorilerin bir nedeni vardır. Yani
nedensellik ilkesi, tikel kategoriler bağlamında
geçerli ve fakat tümel madde kategorisi bağlamında
geçersizdir.
Nedensellik ilkesine tanınan bu çelişkili geçerlik
felsefi bir paradokstur. Zira sınırlı, sonlu ve
kendi kendinin nedeni olmayan tikel kategorilerin
oluşturduğu tümel bütünün sınırsız ve kendi
kendinin nedeni bir gerçeklik taşıması mümkün
değildir. Bilinci önceleyip belirleyen madde
aynı zamanda bilinçten bağımsız
varsayılır. Yani maddeci ontoloji, maddeye insan
bilincinden bağımsız bir objektif (nesnel) gerçeklik
atfeder, idealist tezin tersine, maddeyi düşünce ve
algılarda varolduğu için değil; insan bilincinden
bağımsız bir dış-nesnel gerçekliğe sahip bulunduğu
için var kabul eder. Bu anlamda madde, objektif
gerçekliği kavramsallaştıran felsefi bir nosyondur.
Maddeye nesnel bir gerçeklik tanıma, maddeciliğin
tüm versiyonlarının ortak özelliğidir; ancak
objektif gerçekliğin niteliği konusunda tam bir
anlaşma sağlanabilmiş değildir. Madde, insanın
dışında ve insandan bağımsızdır; ancak, insanın
sürekli etkileyerek değiştirdiği bir gerçekliktir.
Bu, maddenin insan pratiğinden soyutlanamayacağı
tezine vücut vermiştir. Gramsci'nin "tarihselci
madde" kavramı bu tezin ilginç bir versiyonudur.
Gramscigil yaklaşım maddeye, "nesnel bir varoluş",
bir "kendinde varlık" tanır; ancak onu düşünceden,
insan praksisinden ayırmaz. Gerçeklik, bilen bir
özne olan insan tarafından her an yeniden
üretilmektedir. Bu bağlamda bilmek ve yapmak, teori
ve pratik birleşmekte, özdeşleşmektedir, insanın
varoluş tarihinde teori, gerçekliğin "bulunmasından"
çok, "yaratılması" işlevini görür. Buradaki
"yaratma" eylemi gerçekliğin yoktan var edilmesi
değil, insanın doğayla etkin ilişkisi sonucu
toplumsal olarak düzenlenmiş, in-sancıllaştırılmış
olmasıdır.
"Tarihsel madde" kavramı, "materyalist metafizik"
nitelemesiyle anılan, maddeciliğin "madde
anlayışına" hayli yabancıdır. "Materyalist
metafizik", maddeyi insandan soyutlanmış dolayısıyla
ondan bağımsız bir mutlak kategori olarak kabul eder
ve maddeye insandan ve tarihten bağımsız bir
nesnellik atfeder. Oysa Gramsci'ye göre, insan-dışı
ve ta-rih-dışı bir nesnellik olamaz. Nesnel
gerçeklik, tüm insanlar için bir "doğruluk" olma
niteliğini haiz, tikel ya da bir gruba özgü her
görüş noktasından bağımsız bir gerçekliktir (Texier,
1985: 71). Fakat bu gerçeklik insandan ve tarihten
bağımsız değildir. Zira her gerçeklik tarihseldir.
Maddeci ontoloji, yukarıda açımladığımız
nitelikleriyle - bilinç dışındalık, bilinçten
bağımsızlık, belirleyicilik, kendiliğindenlik ve
objektif bir gerçeklik olmak - tanımladığı maddeyi,
herşeye vücut veren yegane varlık kategorisi olarak
kabul eder. Örneğin maddesel olup olmadığı
tartışılan bilinç de, maddenin ürünüdür.
Maddeci yaklaşımlar arasında bilincin (ve
düşüncenin) maddenin bir ürünü olduğu noktasında
bariz bir ittifak vardır. Ancak bilincin maddesel
olup olmadığı tartışmalıdır. Kimileri (Vogt, Huxley
vs.) bilincin (ve düşüncenin) maddenin ürünü
olduğunu, o nedenle de maddesel olduğunu
savunurken, kimileri de (Marx sonrası maddeciler)
bilincin maddeye indirgenemeyeceği iddiasında
direnmektedirler. İlk yaklaşım tüm gerçekliği
maddeye indirgeyen ontolojik bir monizm
tazammun ederken, ikinci yaklaşım daha çok
epistemolojik bir monizm görüntüsü vermektedir.
Cari Vogt'un "Karaciğer nasıl safra, böbrek nasıl
sidik salgılarsa, beyin de öylece düşünce salgılar"
sözü ilk tür maddeci yaklaşımın tipik bir örneğidir.
Marksist maddecilik, evrenin maddi birliğini savunan
bir felsefi monizm'dir. Diyalektik maddeci tez,
bilinç ve düşünceyi maddeyle öz-deşleştiren görüşe
karşı çıktığı için ikinci tür maddeci yaklaşımlar
arasında yer alır. Yani, marksist monizm gerçekliği
tek bir temele indirgeyen ontolojik bir monizm
tazammun etmez görünmektedir. Zira monist maddeci
ontoloji, bilincin maddeye irca edilmesini zorunlu
kılar. Gerçi Marx bilincin, insanın toplumsal
(maddi) varlığı tarafından belirlendiğini ısrarla
vurgulamaktadır (Marx, 1979: 25). Ancak bu vurgunun
bilinci maddi varlığa indirgeyip maddeyle özdeştiren
monist bir anlam içerip içermediği oldukça
tartışmalıdır. Marksizmin, "her-şey maddeden
hareketle izah edilebilir, fakat maddi olmayabilir"
sözüyle ifade edilebileceğimiz bir epistemolojik
monizm içerdiğini söylemek, kanımca, daha doğrudur.
Marksist monizm, ontolojik bir monizm olsa bile,
yukarıdaki ifade gerçekliğini korur. Zira
ontolojik monizm epistemolojik monizmi zorunlu
kılar, ancak her epistemolojik monizm ontolojik
monizm tazammun etmez.
ister ontolojik ister epistemolojik monizm içersin,
maddeci felsefe kendi kendinin nedeni bir madde
anlayışına dayanır. Kendiliğinden-lik, yani kendi
kendinin nedeni olma, maddenin aksiyomatik
varlığının kabulünü gerektirir. Böylece
pozitivist ontolojide "olgu"ya atfedilen işlev ve
konum, maddeci ontolojide "maddeye atfedilir.
Yani maddeci ontoloji "madde"nin aksiyomatik varlığı
esasına dayanır. Madde (ve maddeden doğan
gerçeklik) yegane varlık kategorisini oluşturur.
Maddesel olmayan bir gerçeklik, bir "yokvarlık"tan
başka bir şey değildir. Açıktır ki bu görüş,
metafizik gerçekliğin varlığına ilişkin bir
agnostik tavra bile gerek'duymadan, metafiziği
varlığı ve bilgisiyle kesin olarak inkâr eder (yok
varsayar).
2. Diyalektik Epistemoloji
Diyalektiğin eski Çin ve Hint düşüncesi ile başlayıp
Herakleitos ve Platon uğraklarından geçerek Hegel ve
Manc'a kadar uzanan uzun ve zengin bir tarihi
vardır. Diyalektiğin ilk versiyonları, Eski
Yunan'dan önce Çin ve Hint felsefelerinde
ifadelerini bulmuşlardır. Örneğin diyalektiğin
çelişme olgusu Lao-tse ve Chuang-tzu'da önermelerle
açık bir şekilde formüle edilmiştir. Chuang-tzu'nun
"Tek olan tektir, Tek olmayan gene Tektir, ifadesi
ile Lao-tse'nin "kesinlikle doğru olan sözler
çelişik görünürler" önermesi çelişik mantığın açık
ve basit anlatımlarıdır. Herakleitos'a göre
karşıtlar arasında çatışma tüm varlıkların temelini
oluşturmaktadır. "Kendi içinde çelişki olan bütün
Bir'in, kendisine eşit olduğunu anlamıyorlar"
cümlesi, diyalektik düşünce biçiminin tipik bir
örneğidir. Ancak Herakleitos'da diyalektik kesin,
bilinçli ve dizgeli bir biçimde sergilenmeyip,
yalnızca önermeler yoluyla dile getiriliyordu. Yani
daha çok sözlü anlatıma dayanan ve karşıt olguları
dile getiren bir diyalektik biçim söz konusuydu.
Sokrates'le birlikte diyalektik, bir anlatım
yöntemi olmaktan öte, gerçeğe ulaşmada yeni bir tür
öğrenme ve bilme yöntemi olarak kullanılmaktadır.
Sokrates,
öğrenme-öğretme sürecine kazandırdığı diyalog ya da
soru-cevap yöntemiyle, diyalektiğin ilk sistemli
bilgi-teorik adımını atmıştır. Pla-ton'la birlikte
ise diyalektik, bir tür bilgi-kuramsal ve
varlık-bilimsel bir yöntem gibi kullanılmaya
başlanmıştır. Platon kendisine, duyumsal dünya ile
akli dünya bağlantısını kurmayı ve dış-nesnel
gerçekliğin yapısını çözümlemeyi amaç edinmiştir.
Bu nedenle Platon'da diyalektik, duyumsal evren ile
akli evreni, yani nesneler dünyası ile düşünce
dünyasını bağıntılandıran aklın, çözümleyici ve
bileşimleştirici işleviyle belirginleşmektedir.
Platon aklımızın işleyiş yasaları ile dış nesnel
gerçeklik olan bu dünyanın işleyiş yasalarını üstü
kapalı bir biçimde aramaya koyulmuştur.
Böylece Platon'dan başlayarak diyalektik, bir
düşünme-yargılama, sonuç alma ve anlama biçimi
olarak bilgikuramsal ve varlıkbilimsel alana
kaydırılmış olmaktadır. Yani artık sözkonusu olan,
biz neyi bilebiliriz ve neyi bilemeyiz; neyi
anlayabiliriz ve neyi anlayamayız; mutlak bilgiye
ulaşabilir miyiz, yoksa ulaşamaz mıyız; aklımızın
yasaları ve onun işleyişi ile dış-nesnel gerçekliğin
yani özne ile nesne'nin işleyiş yasaları arasında
ne gibi bir ilişki bulunmaktadır; ya da bir özdeşlik
sözkonusu mudur, yoksa ne ilişki ne de özdeşlik
sözkonusu olabilir gibi sorunsalların
aydınlatılması ve çözümlenmesidir. Bu sorunsallar
diyalektiğin modern Batılı versiyonlarının da odak
temalarını oluşturmaktadır. Ancak sorunsalların
çözümlenmesinde diyalektiğin yüklendiği işlev
açısından versiyonlar arasında belirgin bir
farklılaşma göze çarpmaktadır; fakat bu farklılaşma
modern versiyonlara özgü yeni bir olgu değil;
kaynağının Eski Yunan düşüncesine kadar uzatılması
mümkündür: Eskinin Aristo-Eflatun farklılaşması,
daha zengin bir içerik kazanarak Kant ve Hegel
arasında varlığını sürdürmektedir. Kant diyalektiği
aynen Aristoteles gibi bir düşünce eylemi ve
yeteneği olarak algılarken; Hegel onu, düşüncemizin
oluşmasının ve aklımızın işleyiş yasalarının ve
dış-nesnel gerçeklikle kurduğu bağlantıların yöntemi
olarak görmekte; dahası, Evren-Doğa-lnsan varlığı
üçlü bileşiminin varolmasının
yasaları, işleyiş biçimi, gelişmesi-derinleşmesi-ve
başkalaşmasının dinamiği ve makinası olarak kabul
etmektedir (Yenişehirlioğlu, 1985: 20-23).
Modern versiyonlar içinde Marx'ı Hegel izleyicisi
olarak kabul etmek mümkün. Marx, Hegelyen
diyalektiğe -çerçeveyi aynen alıp- maddeci bir
içerik katarak kendi yöntemini oluşturmuştur. O
nedenle He-gelci ve Marx'cı bilgi kuramları ortak
bir mantıksal çerçeveyi -diyalektik mantığı-
paylaşmaktadır.
a) Diyalektik Mantık:
Diyalektik mantık, formel mantığın tersine
çelişmezlik yerine çelişmeyi, ayniyet yerine
farklılaşmaya, insan zihninin işleyiş sürecine temel
alan alternatif bir mantıksal çerçevedir. Buna
göre çelişme ve farklılaşma sadece
zihnin değil, dış-nesnel gerçekliğin de hareket
yasasını oluşturur. Zaten Engels'in tanımına göre
"diyalektik; doğanın, insan toplumunun ve
düşüncenin genel hareket ve gelişme yasaları
biliminden başka birşey değildir" (Engles, 1977:
240).
Diyalektik mantık, "varlık" felsefesine karşı
"oluşmak" felsefesine dayanır. Herakleitos'un "Herşey
akıp gider", "Her şey oluştur" önermelerinde ilk
formülasyonlarını bulan bu felsefe, gerçekliği
sürekli bir hareket ve değişim içinde algılar. Öyle
ki, hareket ve değişme ezeli ve ebedi olan tek
gerçektir3. Hareket ise bir "çelişkiler
sürecidir". Harekette olan şey belli bir anda hem
belirli bir mekân noktasındadır; hem de değildir.
Bir şey aynı anda hem kendisidir, hem de başka bir
şeydir. "Aynı olan" ve "başka olan" sürekli bir
biçimde "aynı olan"dan türetilir. Türeme (türetme)
işleminde, "aynı"nın bir "başka" olabilmesi, bu
"aynı"nın sürekli bir biçimde inkârıyla
(yadsınmasıyla) gerçekleşir. İnkâr (yadsınma) ile
birlikte "aynı", hem "aynı" hem de "başka"
olabilmekte, yani değişim gerçekleşebilmektedir (age.
301).
i. Diyalektiğin Mantıksal Çerçevesi:
Hegel'de diyalektiğin mantıksal çerçevesi bir
üçleme üzerine kuruludur. Birinci önerme
ya da terim "tez" (sav) olarak adlandırılır. "Tez"le
bir olay, olgu, ya da süreç "olumlanır". Tez her
zaman "dolaysızdır, ya da dolaysızlıkla belirlenir,
ikinci (önerme ya da) terim, "An-ti-tez"
(karşı sav) dır. Anti-tez "tez"in (inkârı)
olumsuzlanmasıdır; fakat bu mekanik bir olumsuzlama
ya da formel mantığın "evet-hayır" mo-dalitesi
içinde bir "değilleme" değildir. Anti-tez,
alternatif bir tezdir; ancak, tez'e karşıt olarak,
"tez"den doğmuş bulunduğu için "dolay-lfdır, ya da "dolayım'la
belirlenir. "Sentez" ise diyalektiğin üçüncü
terimidir. Tez'le anti-tez arasındaki çatışmanın
yeni bir tez'e dönüşmesidir. Bu nedenle inkârın
inkârı (olumsuzlamanın olumsuzlanmasi; yadsımanın
yadsınması) deyimiyle de ifade edilir. Sentez, tezi
anti-teziyle birlikte içerir; fakat onlardan farklı
yeni bir "tez" niteliği taşır. Sentezle "dolayım"
yeni bir "dolaysızlıkla" erimiş olur. Üçüncü
terim (sentez) yöntemin diyalektik sürecinde yeni
bir evrimin başlangıç noktası olarak varolma gücüne
sahip kabul edilir. Bu nedenle o yeni bir üçlünün
doğmasında "ilk terim" (tez) durumuna geçerek
diyalektik bir
işlev yüklenir. Yani, artık "üçüncü terim" olmaktan
çıkarak bir "ilk terim" olmuş bulunduğundan, yeni
bir üçlünün "dolaysız" olan ilk terim'ini oluşturur.
Üçüncü terim'in "dolaysız" olması "dolayım"ın
aşıldığını gösterir.
"Dolaysız" olan basit ve farklılaşmamış olup,
doğrudan doğruya (dolaysızca) karşımızda durur ve
hiçbir şeye bağlı olmaksızın, kendisi tek doğru
olmayı amaçlar. Oysa ikinci terim artık do-layımlı
ve birinci terimle ilişki halindeki bir terimi
gösterir. Sentez ise ilk iki terimin tez-antitez
farklılaşmasını kaldırarak onları kendi yapısında
korur. Hegel "sentez"in bu ikili etkinliğini, yani
yok ederek koruma işlemini ünlü "Aufheben"
sözcüğüyle anlatır. Bu sözcükle anlatılmak istenen,
korunarak aşılma olgusudur. Örneğin, "varlık" tez,
"yokluk" anti-tez, "oluş" ise sentezdir. Varlık ve
yokluk birbirlerine dönüşüp, "oluş"ta
aşılmışlardır. "Oluş" denilen bir "üçüncü terim"
olmaksızın ilk iki terim -"varlık" ve "hiçlik"-
hiçbir zaman ve hiçbir yerde birbirlerine
dönüşemezler. Yöntemin mantıksal çerçevesini
"diyalektik üçlü" bağlamında özetleyelim:
I. Terim: Tez her zaman "dolaysız"dır ya da
"dolaysızlıkla" belirlenir. II. Terim: Anti-tez
"dolaylı"dır ya da "dolayım'la belirlenir. III.
Sentez: "Dolayım" yeni bir "dolaysızlıkla"ta erir,
çelişme aşılmış olup (Yenişehirlioğlu, 1985:
306-328). Tez-anti-tez ve sentez üçlemesi diyalektik
bir sarmal oluşturur. Bir üçlünün son terimi olan
sentez, ikinci bir üçlünün de ilk terimidir.
Diyalektik sarmal, "alt düzeyde gerçekleşenin üst
düzeyde tekrarlandığı" bir süreç oluşturur.
Sözkonusu tekrar aynen değil, fakat gelişmiş bir
tekrar deyim yerindeyse "diyalektik bir tekrar"dır;
yani bilinen anlamıyla "tekrar" değildir, zira
diyalektik süreç geri döndürülemez bir süreçtir. O
nedenle aynen tekerrür mümkün değildir.
Herakleitos'un ifadesiyle "Aynı suda iki kez
yıkanılmaz". Sürekli bir değişme-gelişme vardır.
Diyalektik sürecin zorunlu bir ilerleme fikri
tazammun ettiği
açıktır. Bu ilerleme sonsuza yakınsayan-yani
ıraksak- bir süreç oluşturur.
ii. Diyalektiğin Yasaları:
Doğa ve insan toplumunun tarihinden çıkarıldığı
savunulan diyalektiğin yasaları, Engels'e göre, üçe
indirgenebilir, a) Niceliğin niteliğe ve niteliğin
niceliğe dönüşümü yasası; b) karşıtların içice
geçmesi yasası; ve c) yadsımanın yadsınması
(inkârın inkârı) yasası (Engels, 1979: 85).
Nicelikle niteliğin diyalektik ilişkisi, eşyadaki
niceliksel değişiklikleri niteliksel değişikliğe
dönüştürür. Değişikliğin niceliksel birikimiyle
yeni bir niteliksel hale geçiş, bir sıçramadır.
Evrim ve devrim, nicelikten niteliğe geçişin
birbirini izleyen aşamalarıdır. Niceliksel değişim
belirli bir aşamada (şiddet derecesinde) niteliksel
bir değişmeye dönüşür. Her doğal evrim süreci, bir
doğal devrimle noktalanır ve yeni bir süreç başlar.
Kategoriler arasındaki tüm mahiyet farkları, böylesi
bir değişme nosyonu ile izaha çalışılır. Nicel-nitel
değişiklik ilişkisine dair "su" örneğini ele alalım.
Su normal basınç altında 0° derecede buz halinden
sıvı haline ve 100° derecede sıvı halinden gaz
haline geçer. Suyun sıcaklığının 0° dereceden 100°
dereceye değin niceliksel değişimi (artışı) 100°
derecede niteliksel bir değişime inkılab eder ve su
buhar (gaz) haline geçer. Böylece suyun
mahiyetindeki niceliksel değişim belirli bir
sıçrama noktasında nitel bir dönüşüme yol açar.
Ancak buradaki dönüşümün diyalektikselliği
tartışmalı olsa gerektir. Zira diyalektik süreç
geri döndürülemez bir süreçtir. Oysa su, sıvı
halinden gaz haline geçebildiği gibi, gaz halinden
sıvı haline de geçebilir. Buradaki geçişler ve
dönüşümler geri çevrilebilir.
Tüm "şey"ler (olgu, süreç) karşılıklı hareket ve
evrensel bağlılık ilişkisi içindedirler. Karşıtlar
içice geçmiştir, fakat aynı zamanda çatışma
halindedirler. Hayatla ölüm içice, fakat mücadele
halindedir.
Gerçeklik içinde karşıtların savaşımı sözkonusudur.
Bu savaşım, üçüncü yasa (inkârın inkârı, yadsımanın
yadsıması yasası) ile aşılır ve yeni bir biçim
kazanır. Zira her olumsuzlama (yadsıma) olumsuzlana-rak
(yadsınarak) yeni bir süreç başlar.
Diyalektiğin yasaları temelde "çelişme" nosyonuna
dayanır. Karşıtların çelişme ve çatışması,
gelişmenin itici dinamiğidir. Bu noktada Popper,
diyalektikçilerin, gelişmeyi doğuran çelişkilerin
verimli olduğunu ve düşüncenin gelişiminin yürütücü
dinamiğini oluşturduğunu doğru olarak gördüklerini
ancak yanlış olarak da çelişkilerden kaçınmanın
gerekmeyeceği sonucuna vardıklarını savunur.
Diyalektikçi-ler, çelişkilerin evrenselliği tezinden
hareketle, onlardan kaçınılmayacağı iddiasında
direnirler. Böyle bir direnme, geleneksel mantığın
"çelişmezlik ilkesfne saldırmak demektir. Bu ilke
çelişen iki önermenin birleşmesinden meydana gelen
bir önermenin de, salt mantık nedenlerinden ötürü
yanlış sayılarak atılması gerektiğini gösterir.
Diyalektik-çiler, çelişkilerin verimliliğine
dayanarak, bu mantık yasası bırakılmalı derler. Oysa
Popper'a göre çelişkilerin verimliliği, bunlara
katlanmak için verdiğimiz kararın (çelişmezlik
ilkesine uygun tutumun) neticesidir. Gelişmeyi iten
biricik kuvvet, tez ile anti-tez arasındaki
çelişmeyi kabul etmemek, ona katlanmamaktaki
direnmemizdir. Gelişmeyi teşvik eden şey, ne bu iki
düşüncenin içindeki gizli bir kuvvet, ne de
aralarındaki gizli bir gerilimdir; yalnızca,
çelişmeleri kabul etmemek yolundaki kararımız ve
azmimiz, bunlardan kaçınmamızı sağlayacak yeni görüş
arayışlarımızdır. Popper'a göre, çelişkilerden
kaçınmak gereksizdir iddiası bizi bilimin,
eleştirinin ve rasyonelite ilkesinin yıkılması
sonucuna götürür (Popper, 1982a: 109-115)
b) Epistemolojik (bilgi kuramsal) Çerçeve:
Platon'la birlikte diyalektiğin epistemolojik bir
içerik kazandığını belirtmiştik. Diyalektiğe en son
şekli ise -mantıksal çerçevede ve bilgi kuramsal
düzeyde- Hegel tarafından verilmiştir. Hegel'de
dış-nesnel maddesel gerçek dünya ile akli dünya
arasında var olan bağlan oluşturan öğeler ancak
bazı evrensel mantıksal-akli yasalardır, işte bu
evrensel mantıksal-akli yasalar, Hegel'e göre
diyalektiğin yasalarıdır. Yani diyalektik, dış
dünya ile akli dünya arasındaki ilişkileri
inceleyen, çözümleyen ve yorumlayan bir yöntem
olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu yöntem, hem
bilgimizi elde etmede, hem kavram ve kategorileri
bulmada, hem de bilgiler ve kavramlar ile
dış-nesnel gerçeklik arasında bağ kurarak, aklımızın
yasalarıyla nesnenin yasalarının aynı olduğunu ve bu
nedenle de bilgimizin kaynağının dış nesnel gerçek
olan duyumsal dünyanın kendisi olduğunu vurgulamada
gerekli rolü oynamaktadır. Aynı zamanda düşünceye
kurgusal üçleme niteliği kazandırarak, insan
bilgisinin "mutlak bilme"ye değin uzanabileceğini
göstermektedir. Diyalektiğe yüklediği işlevle Hegel,
bilgimizin tarihiyle dış nesnel gerçekliğin, yani
nesne-maddenin tarihini özdeş kılmış oluyordu.
Nesneler, yansıtmış oldukları belirlenimler ile aynı
şeydirler, yani özdeştirler. Çünkü biz, nesneler ve
yansıttıkları belirlenimler arasında kesin bir
ayırım ve soyutlama yapamayız. Nesne, düşüncenin
kavradığı gibidir. Bilgi de kavramsal olmak
zorundadır. Bunun yanısıra varlık ve evren ise,
bilinç için varlık ve evren anlamına gelmektedir.
Çünkü bilinç dışında bir varlık yoktur. Kısacası
evren, bilinçliliğin içeriğidir (Yenişehiroğlu,
1985: 299, 347).
Özetle, Hegel'de akli bilgi ile nesnenin bilgisi,
kavramsal öznenin bilgisi ile maddesel nesnenin
bilgisi aynı bilgidir (Yenişehiroğlu, 1985: 308).
Hegel düşüncemizin yasaları ve içerikleri ile nesnel
dünyanın yasaları ve içerikleri arasında kurduğu
diyalektik bağlantı ile düşüncemizin nesnelliğini
temellendirmektedir. Bu nedenle de düşüncemizin ve
nesnel gerçeğin kategorilerinin ortak kategoriler
olarak kabul edilmesi gerektiğini savunmaktadır.
Kategoriler aynı zamanda hem düşüncemizin hem de
doğrudan doğruya nesnenin belirlenimleridirler. Bu
nedenle nesnel gerçekliğin mutlak bilgisine ulaşmak
olanağı vardır (Yenişehirlioğlu, 1985: 236).
Özdeşlik felsefesi, Hegelci diyalektik
bilgikuramının diğer bir boyutunu oluşturmaktadır.
Bu felsefe'ye göre, "akla uygun olan gerçektir,
gerçek olan akla uygundur", dolayısıyla akıl
ve gerçek özdeştir. Bu özdeşlik aklın yasaları
ile gerçekliğin yasalarının özdeşliğini de
beraberinde getirir. Böylece akli bilgi ile
gerçekliğin bilgisini çakıştırmanın felsefi zemini
hazırlanmış olur. Artık nesnenin bilgisi ile akli
bilgiyi, düşünce ile gerçeklik kategorilerini
özdeşleştiren argümanı üretmek mümkün ve
zorunludur. Yani sözkonusu argümanla ifade edilen
yaklaşım, özdeşlik felsefesinin zorunlu bir sonucu
olmaktadır.
Hegel'in özdeşlik felsefesi uyarınca, akıl
diyalektik olarak geliştiği için gerçeklik de
diyalektik olarak gelişmek zorundadır. Bu yüzden
evrende de diyalektik mantığın yasaları geçerlidir.
O halde diyalektik çelişmeler, dış nesnel
gerçekliğin -evrenin-kendisinde de vardır. Eğer bu
böyleyse çelişmezlik ilkesinin terkedilmesi gerekir.
Zira bu ilke kendi kendisiyle çelişkili hiçbir
önermenin veya aralarında çelişki bulunan hiçbir
önerme çiftinin doğru olamayacağını, yani
gerçeklere uyamayacağını söyler. Başka bir deyişle
çelişmezlik ilkesi, doğada hiçbir zaman çelişkiler
olamayacağı, olayların birbirleriyle çelişmeyeceği
anlamına gelir. Fakat gerçekle aklın özdeşliği
felsefesine dayanılarak, düşünceler birbirleriyle
çeli-şebileceğinden gerçeklerin de birbirleriyle
çelişkili olabileceği ve gerçeklerin tıpkı
düşünceler gibi çelişkilerle geliştiği dolayısıyla
çelişmezlik yasasının terkedilmesi gerektiği
ileri sürülmüştür (Popper, 1982a: 124-5).
Diyalektik maddeci ontolojiye göre, gerçekliğin
bizatihi kendisi çelişkilidir. Her fenomen
birbirini reddeden, fakat birbirinden ayrılmaz zıt
öğeler içerir. Öğeler arasındaki tezat ise bir
çelişki içerir. Oysa tezat (zıtlık) ve çelişme
birbirinden farklı kategorilerdir. Her tezat
zorunlu bir çelişme tazammun etmez. Örneğin, bir
zıtlık oluşturan pozitif ve negatif elektriğin
birbirleriyle çelişkili olduğu söylenemez. Yani
pozitif ve negatif elektriğin varlığı bir çelişki
değil, bir zıtlıktır. Bir
çelişkinin varolabilmesi için örneğin bir cismin,
bir bütün olarak aynı anda hem pozitif hem de
pozitif olmayarak yüklenebilmesi ve böylece aynı
anda bazı negatif yüklü parçacıkları hem çekmesi,
hem de çekmemesi gerekir. Oysa bu tür olayların
varolmadığını biliyoruz.
Eşyanın (gerçekliğin) mahiyetinde, tezat (zıtlık)
var, fakat çelişme yoktur. Çelişme ontolojik düzeyde
değil, epistemolojik düzeyde söz-konusudur, zira
sözkonusu bağlam içinde çelişme, zihnimize ait
bir mantıksal kategoridir ve gerçekliğin bizatihi
kendisi ile zihni-mizdeki biçimi arasındaki farktan
kaynaklanmaktadır. Oysa maddeci diyalektikte
tez, antitez ve sentez, sadece zihni kategoriler
değil; dış-nesnel gerçekliğe tekabül eden ontolojik
(varlıkbilimsel) kategorilerdir. Bu, diyalektik
yasaları hem zihnimiz, hem de dış-nesnel gerçeklik
için geçerli varsaymanın doğal bir sonucudur.
Bu bağlamda tezin kendi anti-tezini doğurması yalnız
zihinsel düzeyde değil, nesnel gerçeklik düzeyinde
de sözkonusudur. Oysa Pop-per'a göre, anti-tezi,
tezin bizatihi kendisi değil, bizim eleştirici
tutumumuz doğurur. Eleştirel bir tavrın
takınılmadığı yerlerde -ki birçok kereler böyle
olur- hiçbir anti-tez doğmaz. Bunun gibi, sentezi
ortaya çıkaran da tez ile anti-tez arasındaki
çatışma değildir. Çatışma zihinler arasındadır;
bu zihinler ortaya yeni düşünceler koymalıdır,
insan düşüncesi tarihinde sonuçsuz kalan faydasız
bir çok çatışma olmuştur (Poper, 1982a: 107).
Özdeşlik felsefesinin bilgi-teorik
düzeyde önemli bir diğer sonucu, Hegel'ci bilgi
kuramında deneyi temellendirme işlevi görmesidir.
He-gel için tüm bilgi kavramsaldır, çünkü biz
nesneyi, ona uyguladığımız kavramlar yoluyla
bilebiliriz (Yenişehirlioğlu, 1985: 270). Kavramları
ise gerçekliği -insanı, toplumu, evreni- algılama ve
öğrenme sürecinde -deney sürecinde- üretiriz. O
halde bilgimiz deneyseldir, yani deneyden gelir. Bu
sonuç, Hegel idealizmi ile ampirizm arasındaki
bilgi-teorik kesişme noktasını oluşturmaktadır.
Kaynak: Ahmet KARA
|