|
Özgürlük ve Hakkaniyet
Carmen PAVEL
Geçtiğimiz aylarda, 82 yaşında vefat eden John Rawls bilim
camiasında yüzyılın en önemli filozofu -siyaset
felsefesinin Keynes'i- olarak kabul edilmektedir.
Davranışçı ekolün ağır bastığı bir dönemde,
felsefenin yeniden canlandırılmasını sağlayan bir
entellektüel olarak büyük itibar görmektedir.
Fikirlerindeki sezgi gücü ve ele aldığı konulara
odaklan-masmdaki kuvveti nedeniyle, ardında bu
fikirleri takip eden birçok kişi bırakmış ve politik
söylemlerin odak noktası hâline gelmiştir. Bununla
birlikte, liberteryen çizginin savunucuları,
Rawls'un düşüncelerini eleştirmek için birçok haklı
sebebe sahiptir.
Rawls, hayatı boyunca bir fikir üzerinde yoğunlaşmış,
çalışmalarıyla bu fikri geliştirmeyi, genişletmeyi
ve gelişen durumlara göre yeniden yapılandırmayı
amaç edinmiştir. Çalışmasının odak noktası,
"Hakkaniyet Olarak Adalef'tir. Bu görüşe göre, bir
toplumun kurumlan, hangi amaç için kurulursa
kurulsunlar, öncelikli olarak o topluma ait temel
ihtiyaçların karşılanması için en uygun yapının
oluşturulması hedefini gütmelidirler.
Bu fikrin en önemli düzenlemesini ise,,4 Theory ofJustice (Bir
Adalet Teorisi) kitabında görmekteyiz. Bu teorinin
iki amacı vardır: Birincisi, ahlâk ile ilgili
düşüncelerinin ana yapısını oluşturmak, diğeri ise,
bu yapıdan yola çıkarak, ahlâkî kriterlere dayalı
politik bir teori öne sürmektir. Bu kitap, yazıldığı
dönemde ağırlığı olan faydacı ahlâk ve politika
teorisine Kantçı bir alternatif olmuştur.
Bu teorisini inşa etmek için Rawls, okuyucularından,
"bilmezlik perdesi" altında düşünsel bir deney
gerçekleştirmelerini ister. Düşünün ki siz bir
toplumun bireylerisiniz, ama kadın ya da erkek,
zengin ya da fakir, zeki ya da zeki olmaktan uzak
olduğunuzu bilmemektesiniz. Böyle bir durumda,
toplumun kurumlarının oluşturulmasında ne tür
prensiplerin bu işe rehberlik etmesini isterdiniz?
Ravvls'a göre, herkes en altta kalmamak için
dikkatli davranacaktır. Bundan da, temel hakların
herkese, eşitsizlik en kötü durumda olanların lehine
olmadıkça, eşit olarak dağıtılmasının gerekli olduğu
sonucunu çıkarmıştır (the difference principle).
Ravvls'un yaklaşımında, Murray Rothbard, Robert Nozick ve Anthony
Flew gibi eleştirmenlerin dikkat çektiği, teorik ve
pratik bir çok zorluklar vardır. Burada bir
tanesinden bahsedeceğim faydacılığın bazı
şekillerinden Rawls'un ayrıldığı nokta, insanların
ayrı ayrı varlıklar olması üzerine yaptığı vurgudur.
Rawls şöyle demektedir:
"Her insanın adalet üzerine kurulu bir dokunulmazlığı vardır, ki
toplumun bir bütün olarak menfaati dahi bunun önüne
geçemez. Bu sebeple, adalet, bazı insanların
özgürlüğünün, diğerlerinin önemli yararlan için
ortadan kaldırılmasını reddeder. Çoğunluğun
faydasını gözetmek için azınlığın feda edilmesine
izin verilmez."
Burada temel mesele şudur: Bazı insanların çoğa sahip olması, diğer
bazılarının aza sahip olması gerektirmez. Kişinin
kendi vücudunun sahibi olduğu yolundaki Lockeçu
prensibi daha da güçlendiren Rothbard, ahlâkî
olarak, bir grubun, diğer insanları, onların
rızalarım almaksızın, hedeflerini gerçekleştirmek
için kullanmasının mümkün olmadığını savunmaktadır.
Aynı şey, bireysel haklan, yan kısıtlamalar olarak
vurgulayan Robert Nozick için de geçerlidir.
Rawls, insanların tüketici olarak müstakilliği ile daha fazla
ilgilenmiş gibi görünmektedir. Ona göre, adalet,
insanların toplumun kaynaklarından kendilerine düşen
eşit paydan daha azını almamalarını gerektirir. Oysa
Rothbard ve Nozick'e göre, insanlar, işlerini barış
içinde yürütmekle elde edebileceklerinden daha azını
elde etmemelidir. Onlara göre adalet üretimle
ilgilidir ve üretici olarak masaya ne koyduğumuz
önemlidir, tüketici olarak masadan ne aldığımız
değil. Bir kişi ya da grubun, başkalarının iyiliği
için feda edilemeyeceği doğrudur, ancak Rawls'un
düşündüğünün aksine, bu, fakirler kadar zenginler
için de geçerlidir. Haklar, bireylerin, genelin
iyiliğine feda edilemeyecek dokunulmazlığını ifade
eder. Kendisine birileri tarafından biçilen paydan
fazlasına sahip olan insanlar da bu hükmün dışında
tutulamazlar. İnsanların uğruna feda edilebileceği
bir varlık ya da makam söz konusu olamaz. Toplumda
sadece ayn ayrı bireyler ve onların bireysel haklan
vardır.
Rawls, kitabına yapılan eleştirilere cevap vererek adalet teorisini
radikal bir biçimde gözden geçirmiş ve bunu bir
sonraki kitabı olan Politik Liberalizm'de ortaya
koymuştur (1993). Ahlâkî ve siyasî felsefeyi
birbirinden ayırmaya çalışarak, paylaşılan kültür
yapısı içerisinde politik prensipleri haklı
çıkarmaya çalışmıştır. Bu kitabın temel söylemi,
makul çoğulculuk gerçeğinin ahlâkî bakımdan önem
taşıdığıdır. İnsanlar iyi bir hayatın nasıl olması
gerektiği konusunda birbirlerinden ayrılmaktadır.
Modern Batılı toplumlarda iyinin algılanışına dair
farklı anlayışa sahip farklı bireyler ve topluluklar
vardır ve bunların bir araya gelmesi ancak yüksek
seviyede zorlamalar ve yaptınmlarla mümkündür, ki
Ravvls'a göre bundan mutlaka kaçınılmalıdır.
Bu yaklaşımda anti-liberal bir yan bulmak oldukça
zordur. Olayın özü şudur: Madem ki makul çoğulculuk
toplumumuzun daimî bir özelliği olacaktır, politik
düzenlemelerimiz hâlihazırda sosyal hayatın parçası
olan ve gelecekte öyle olmaya devam etmesi muhtemel
bulunan, paylaşılan değerlerle alâkalı konsensüs
üzerine kurmamız gerekmektedir. Peki, bunu yaparken
hangi değerler dikkate alınmalıdır? Hangi
görüşlerin mantıklı olduğu kabul edilecektir?
Sadece Batılı liberal demokratik geleneğin temel
önermelerini kabul eden görüşler. Birçok insan
liberal demokrasinin kurallarını benimseyeceği için,
vatandaşlarının desteğini alacak kararlı bir politik
düzenleme ortaya çıkacaktır.
Rawls, "ilk durum"a ait düşünce birikimini tekrar değerlendirir ve
daha önceki kitabında vardığı sonuca, yani adaletin
iki prensibi olduğu sonucuna bir kere daha ulaşır.
Maksimum eşit özgürlük ve adil fırsatlar eşitliği.
Birinci prensibin diğerine göre üstünlüğünü de
ortaya koyar.
Ortaya attığı düşüncenin pratikte uygulanabilirliliğine ait
sorunlardan daha ilginç olan, Rawls'un politik
felsefeyi algılayışındaki yeni radikal yoldur.
Metafizik veya sonsuz değerlere ait sorunlar, bu
sefer, eskiden özellikle Rawls'un daha önceki
kitabında olduğu gibi, artık siyaset felsefesini
ilgilendirmemektedir. Politika, epistemik bir
çekimserlik karakterine bürünmüştür. Rawls, artık
açıklayıcı görüşlerin ve belli ahlâkî doktrinlerin
gerçeklikleri hakkında herhangi bir yargılamaya
gitmeyi reddetmektedir. Rawls'un önerdiği adaletin
kavramsal kriteri, doğruluğundan ziyade akla
yatkınlığıdır.
Rawls'un projesinin aydınlatıcı bir eleştirisini yapan Joseph Raz,
bunu siyaset felsefesinin amacının kökünü bütün
bütün kazıyan, felsefeden politikaya geçiş hareketi
olarak görmektedir.
Yeni Rawls, politikanın amacının bizi doğru ve ahlâkî ideallere
ulaştırmak değil, bünyesel gereklilikleri de göz
önünde bulundurarak, istikrar ve toplumsal bütünlük
gibi hedeflere yöneltmek olduğunu düşünmektedir. Bu
hareket neredeyse onu al-ver ile ilgilenen, prensip
ve tarzlarda anlaşmak için temel ve geçerlilik
aramadan ortak noktaları bulmaya çalışan bir
politikacı yapmıştır.
Rawls, çalışması hakkındaki bu tasvir ile muhtemelen hemfikir
olmayacaktı. Fakat, ona göre Raz haklıdır. Her
politik çevrede, tüm politika filozoflarının, "biz
artık politik liberaliz" dediklerini duyabilirsiniz.
Rawls'un çizdiği doğrultuda siyaset felsefesinin,
pazarlıkçı bir politika olmasının önerildiği yeni
bir anlayışa doğru yavaşça geliştiğini
görebilirsiniz. Prensip ve politikalar, genelin
kararıyla ayakta kalmakta veya yıkılmaktadır.
Bunların başarısı artık doğrulukları ile değil,
çoğunluk tarafından benimsenme dereceleriyle
ölçülmektedir.
Bu dönüş, Ravvls'a, Batılı liberal toplumların temel değerleriyle
ilgili ihtilaflardan kaçarak, kendi felsefi
önermelerine kurnazca bir giriş imkânı vermiştir.
William Galt-son'un son kitabında işaret ettiği
gibi, Ravvls, örneğin, ahlâkî teorilerin altında
yatan varsayımları sorgulamak gibi tutumlarla klâsik
anlamda felsefe yapmayı reddetmektedir. Bunun
yerine, demokrasiyi bir çıkış noktası olarak
almaktadır. Demokratik olmayan yönetim modellerini
neden reddetmemiz gerektiği konusunda tek bir sebep
hariç hiçbir şey söylemez. Bu sebep de, demokratik
olmayan yönetim biçiminin mevcut kültürün temel
öğelerinden geniş bir destek görmemesidir.
Ravvls'un kendi ayakları üzerinde duran politik felsefe yaratma
teşebbüslerinin başarılı olması mümkün değildir.
Galston, Ravvls'un kamusal muhakeme ve kamusal
olmayan muhakeme arasında yaptığı ayrımın
savunulamayacağma işaret ederek, Ravvls'un yeni
yaklaşımının meşruiyetini sorgulamaktır. Tek başına
ele alınarak bakıldığında, kamusal muhakeme
kapsamlı görüşlerden ayrı tutularak anlaşılamaz.
Sahip olduğumuz siyasî fikirlerimizi, sanki bunlar
farklı olgularmış gibi, kapsayıcı kişisel
ahlâkımızdan ayıramayız, ayırmamız da istenmez.
Temel değerlerimizin diğer derme prensibi gibi,
geçici bir beraberliğin (modus vivendi) ötesinde
birtakım değerler yansıtılabilir ve yansıtabilir ve
yansıtmalıdır.
Bu yaklaşım, Rawls'un neden böyle düşündüğünü, yani neden
bireylerin kendi yurttaşlarına karşı diğer politik
toplumların insanlarına olandan farklı ahlâkî
sorumlulukları olduğunu açıklamaktadır. Birçoğumuz
bilmediğimiz, tanımadığımız ve kendilerine karşı
medenî olmanın ötesinde bir görev hissetmediğimiz
kimselerle birlikte politik toplumlarda kümelenmiş
olduğumuzu hissederiz.
Siyaset felsefesinin sınırlarının neden daha geniş (tüm dünya) veya
daha dar (tek birey veya aile) çizilmeyip,
toplumların sınırlarıyla belirlenmekte olduğu açık
değildir. Rawls, birbirine bağlı toplulukların
ahlâkî pozisyonları konusunda net bir açıklama
getirememiştir. Bunun yanında, birçok devletin
tarihteki coğrafî sınırları keyfi olarak
çizilmiştir; birbirleri ile bağları olan insanlar,
bu sınırların farklı taraflarında gelişen farklı
toplumların bireyleri olmak durumunda kalmışlardır.
Neden bu insanlar başkalarının kaderlerini paylaşmak
zorunda kalsınlar ki?
Toplumlara değer veriyorsak, o toplumları oluşturan insanlarla
özdeşleşmeyi ve onlara karşı aidiyet duymayı
seçtiğimiz için, onlara değer veriyoruzdur. Kendi
toplumumuzun bireyleri ile çok sıkı bir biçimde
özdeşleşmiş olsak bile, birbirimize karşı ne tür
görevlerimizin olacağı hâlâ belirsizdir. Ahlâkî
aynılaşma, Ravvls'un insan kardeşlerimize karşı
sahip olduğumuzu düşündüğü görevleri temellendirmeye
yetmez.
Ravvls "hakkaniyet olarak adalet" düşüncesinin eşitlikçi bir idolü
olarak hatırlanacaktır. Hakkaniyet olarak adalet,
analitik siyasî felsefe ortamında, tarih ve
ekonomiden boşanmış bir tavırla ortaya çıkmıştır.
Düşüncelerinin bu yönü, onu, zamanındaki siyaset
felsefecilerinin kahramanı hâline getirmektedir,
fakat bu onu özgürlük düşüncesinin şampiyonu
yapmaz.
Her şeye rağmen, Rawls'un teorisi, klâsik liberaller ve
liberteryenler tarafından ortaya atılan fikirlerin
dikkate değer bir rakibi olmaya devam etmektedir.
Ravvls siyaset felsefesinin ana tartışma konusunu
şekillendirdiği için, gerçek liberaller,
savundukları fikirleri daha iyi anlamak ve
güçlendirmek için, onun güçlü mirasını
irdelemelidir.
Çeviren:
Fatih DAVUT
|