Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Para, Faiz ve Finansman Politikaları

Türkiye’nin iktisadi Meselesi; İç Borç Faiz Sarmalı 

Prof. Dr. Sabahattin Zaim 

Türkiye’nin cumhuriyet dönemindeki klasik iktisadi problemleri bellidir. Bunlar; enflasyon, işsizlik ve bütçe dengesizliği ile dış ticaret ve cari ödemeler dengesindeki açıklar ve daimi devalüasyon ile TL’nin değerindeki devamlı düşüşler olmuştur. Bu sebepledir ki, son yarım asır içinde ortalama yıllık asgari %5 civarındaki reel büyüme hızına rağmen nüfus başına reel milli gelir iki üç bin dolar civarında sabit kadem kalmıştır. Zira TL’nin başlıca dövizler karşısında değer kaybetmesi bir yandan dış ticaret hadlerinin aleyhimize gelişmesine sebep olmuş, yani ihracatımızın miktar olarak artmasına rağmen değeri aynı oranda artmamış, buna mukabil ithalat hacmi miktar olarak artışından daha fazla kıymet olarak yükselmiş, neticede ihracat ithalat dengesi sağlanamadığı gibi, ihracatın ithalatı karşılama oranı da azalmıştır. Yani dış ticaret dengesi ile cari ödemeler dengesi bozulmuştur. 

Olay şöyle gelişmiştir; Üç haneli rakam­lara varan enflasyon ile, yine Üç haneli faiz hadleri neticesinde bütçe dengeleri alt Üst ol­muştur. KİTlerin özelleştirilmesi için bu ku­rumlar özel bankalardan borçlanmaya adeta itilerek açıkları büyümÜş, yapılan özelleştirme­lerden sağlanan gelirler ise cari harcamalara gitmiştir. Hükümetler bÜtçe açıklarını kapata­bilmek için yüksek faiz hadleriyle tahvil sata­rak iç borçlanma yoluna başvurmuştur. Bu ara­da finans sektörü de yüksek faiz hadleri dola­yısıyla yatırım kredisi alacak müşteri bulamaz hale düşmüş ve tıkanmıştır. Diğer yandan Tür­kiye'de uzun süreden beri devam eden enflas­yon sonucunda gelir dağılımı iyice bozulmuş­tur. Esasen enflasyon zengini daha zengin, fa­kiri daha fakir yapan, sosyal adaleti bozan de­mokratik sosyal müesseseleri tahrip eden bir süreçtir. Bu süreç sonunda zenginleşen zümre­ler Üretimin yavaşlaması neticesinde rant geli­rine yönelmiş ve böylece yüksek faizlerle ser­vetine servet katan bir rantiye zümresi meyda­na gelmiştir. Bu süreç içinde yükselen faiz hadleri sanayici kesimi yatırım yapamaz hale düşürdüğünden sanayi ve tarım gibi Üretken sektörlerde yatırımlar adeta durmuştur. Ticaret kesimi dahi yüksek faizlerle zanıri kredi ihtiya­cını dahi karşılayamaz hale gelmiştir. 

Fakat belirtildiği gibi bankalar yüksek faiz hadleri dolayısıyla iş yapamaz hale düştü­ğünden, tasarımları toplayarak bunları yatırı­ma dönüştürme şeklindeki asli fonksiyonlarını yapamaz hale gelmiştir. Devlet hem ban15alarıbu müşkül durumdan kurtarmak, hem de mu­dilerin zarara uğramasını önlemek amacıyla yeni bir mekanizma geliştirmiş ve bankaları  devlet garantisi altına almıştır. Bu durum karşı­sında bankacılık fonksiyonlarını yapamaz hale gelen ve iyi niyetli olmayan bazı bankalar, ku­rumun içini boşaltarak kötü haline düşmüşler, bu durumda devlet batan bankanın borçlarını Üzerine alarak, onun bir şekilde devamını sağ­lamaya çalışmıştır. 

Başarısız koalisyon hükümetlerinin büt­çeleri devamlı açık verdiği için bu açıklar hazi­ne ve merkez bankaları tarafından karşılana­mayacak seviyede yükselmiştir. Bunun karşı­sında bankaların elinde kullanılamayan atıl fonlar birikmiştir. 

Bu süreç devam ederken istanbul Men­kul Kıymetler Borsası kurulmuş ve gelişmiştir. Fakat borsanın gelişmesi sırasında Ülkede yatı­rımların azalması bu kurumu da etkilemiştir. Talepler yeni yatırımlardan ziyade, mevcut ya­tırımların transferine yönelmiştir. Bu durum borsada manüplasyon ve spekülasyonların art­masına yol açmıştır. 

İşte bu durum karşısında koalisyon hü­kümetleri bir yandan tıkanmış olan finans sek­törünün baskısıyla, diğer yandan bütçe açıkla­rını kapatamamanın çaresizliği içinde ihtiyacı olan fonları Üç haneli rakamlarla ifade edilen yüksek faiz hadleriyle piyasaya tahvil satarak karşılama cihetine gitmiştir. Böylece yüksek faizlerle tıkanmış, yatırımları durmuş, gelir dengeleri bozulmuş ekonomideki yeni gelişen rantiye sınıfı ile finans çevreleri devlet tahville­rini satın alarak sadece hayatiyetlerini devam ettirme imkanı bulmakla kalmamış, kollarını kımıldatmadan ve hiçbir iktisadi riske girme­den düşünemedikleri tatlı karlara kavuşmuş­lardır. Sanayi ve ticaret sektörÜ gerilerken, bankacılık sektörÜ en karlı müesseseler olarak başa geçmişlerdir. 

Bu durum karşısında büyük holdingler çareyi banka kurmakta veya mevcut bankaları satın almakta bulmuşlardır. Böylece hemen her büyük holding doğrudan veya dolaylı ola­rak bir banka sahibi olmuştur. Bankalara, men­kul kıymetler borsasına aracı kurumlar kurarak katılma imkanı verildiği için bankalar devlet tahvillerinden elde ettikleri yüksek gelirleri borsada kullanmaya başlamışlardır. 

% 120 ila % 140 nispetindeki yıllık faizli devlet tahvilleri aylık, Üç aylık, altı aylık veya yıllık devrelerle muntazaman satılmaya başla­mış, banka ve rantiye çevreleri bu tatlı karlı sa­tışlarda daimi alıcı/ar haline gelmişlerdir. Hükümetler, Cumhuriyetin ilk yıllarında, Atatürk Döneminde olduğu gibi, demiryolu tahvilleri ve benzeri şeklinde belirli yatırımları finanse etmek amacıyla bu tahvilleri çıkarmadığı için, tahvillerden sağlanan gelirler bütçe açıklarını karşılamak Üzere cari harcamalarda kullanıl­mıştır. Alınan borçlar yatırımlarla değerlendi­rilmediği için, bir nema sağlanamadığından va­desi geldiğinde borcu yeni bir borçla ödeme cihetine gidilmiş, iç borçlar adeta geometrik bir biçimde artıp katlanmaya başlamıştır. İç borç faizleri o derece yükselmiştir ki, koalisyon hükümetleri dış borç faizlerini nispi olarak daha düşük gördüklerinden, bulabildikleri tak­dirde dünya piyasasına dış borç alarak iç borçlarını karşılamaya çalışmışlardır. Böylece hem iç hem de dış borçlar kümülatif olarak art­mıştır. 

Milletlerarası finans çevreleri Türki­ye'deki bu çarpık finansal yapıyı görünce bü­yük bir iştiyakla bu piyasaya girmişlerdir. Tür­kiye'ye getirdikleri (taze parayı) dövizi TL'ye çevirerek devlet tahvili almışlar, bu varlıkları yüksek faizlerle katlamışlar, ellerinde fazla fon biriktiği zaman bunları menkul kıymetler bor­sasında ayrıca değerlendirmeye çalışmışlardır. Böylece milletlerarası finans çevreleri bir yan­dan Cumhuriyet dönemi boyunca Üç çeyrek asırda yapılmış yatırımları, TL çok değer kay­bettiği için döviz olarak düşük bedellerle satın almışlar bir yandan da bunların spekülatif alım ve satımlarıyla büyük karlar sağlanmıştır. Bu işlem öyle tatlı kar sağlayan bir mekanizma ha­line gelmiştir ki, milletlerarası finans piyasasın­da %3-%10 arasında dolaşan faiz gelirine karşı Türkiye'de % 25 ila %40 arasında reel faiz geliri sağlamışlardır. Bazı yıllarda Türkiye'ye getiri­len her $ 100 net $ 40 la yani $ 140 olarak dışarı çıkmıştır. Sağlanan bu gelirler Üstelik büyük ölçüde veya tamamen vergiden muaf tu­tulmuştur. Sonuçta menkul kıymetler borsasın­daki varlıkların % 60' dan fazlası yabancı finan­sörlerin kontrolüne geçmiştir. Bunların içinde Soros gibi bazı milletlerarası spekülatörler azınlık hissesine sahip oldukları şirketlere tesir edebilmek için mevzuatın değiştirilmesi yolun­daki çalışmalara dahi girişmişlerdir. 

Vaktiyle böyle çarpık iktisadi gelişme­ler, demokratik sistemde dördüncü güç olarak adlandırılan medya tarafından tahlil ve tenkit edilerek milletin gözÜ açılır; parlamento, hü­kümetler ve bürokrasi harekete geçirilerek ha­taların düzeltilmesi cihetine gidilir ve dengeler sağlanırdı 

Fakat son 20 yıl içinde bu çarpık finan­sal yapıyı gören müteşebbisler medyanın bu işlevin süresindeki önemini idrak etmiş olduk­larından medya sektörünü ele geçirerek bu yağmaya onlar da katılmışlardır. Bir yandan el­lerindeki gazete, radyo ve TV'leri korkunç bir propaganda silahı olarak kullanmak suretiyle gerektiğinde şantaj yoluyla da olsa koalisyon hükümetlerinden kredi, vergi muafiyeti veya ihale almak suretiyle büyük gelirler sağlamaya başlamışlardır. İktisadi güçleri arttıkça, medya bu silahını siyasi sahaya da intikal ettirmiş, se­çimlerin ve hükümetlerin oluşmasını kendi menfaatlerine uygun yöne kanalize etmeye ça­lışmışlardır. Böylece meşhur deyimiyle "med­ya baronları" vaka sı ortaya çıkmıştır. "Medya baronları" bir yandan ellerindeki basın, radyo ve televizyon gücünü dördüncü kuvvet sayılan ve bir nevi kamu görevi olarak addedilen saha­da kullanırken diğer yandan bir tüccar olarak (mevzuatın muhalefetine rağmen) enerji dağı­tımının özelleştirilmesi ihalelerine girerek ban­kalar satın alıp ortak olarak, menkul kıymetler borsasına girerek bu çarpık ekonomideki yağ­madan paylarını arttırmaya çalışmışlardır. Di­ğer yandan kendilerine uygun mevzuatın çıka­rılması için siyasi yapıyı etkilemeye, RTÜK ka­nununu kendilerine uygun hale getirmek için siyasi baskı kurmaya çalışmışlardır. 

Böylece medya baronları ile büyük hol­ding tröst ve kartelleri aynı iktisadi platformda bir araya gelmişlerdir. Bu karteller genellikle aralarında kurdukları birtakım dernekler çer­çevesinde iktisadi güçlerini kullanmaya çalış­mışlardır .

Esasında Türkiye'nin bugünkü çarpık iktisadi yapısı içinde üretimi devam ettirmeye çalışan sanayiciler ekonomiyi sırtlayan birer kahraman telakki edilmelidir. Zira üretim yap­madan oturduğu yerden % 30'u aşan ve nere­deyse vergiden muaf sayılan reel gelirler elde etmek yerine üretim yapmak için insanüstü bir mücadele vermek zorunda kalmışlardır. Zira üretim sahasında mücadele verebilmek için hammadde tedariki, işçi-personel yönetimi, teknolojik gelişmede dünyaya ayak uydurabil­mek, verimi arttırmak, kaliteyi geliştirmek, pa­zar bulmak, milletlerarası pazarlarda rekabet edebilmek, dış pazarlarda tutunabilmek için ihracatı arttırmak, istihdam sağlamak gibi çok çeşitli problemlerle uğraşmak gerekmektedir. Üstelik bu uğraş sonucunda rant gelirine naza­ran mütevazı karlarla iktifa etmek durumunda­dır. Bugünkü iktisadi yapımız içerisinde bu ka­bil müteşebbisler hakikaten birer kahraman te­lakki edilmelidir. Fakat maalesef bu çarpık ekonomik yapı içinde büyük müteşebbisleri­mizin çoğu bu kahramanlıklarını daha fazla devam ettirememiş ve bir süre sonra onlar da cari sisteme ayak uydurmak zorunda kalmış­lardır. 

1999 yılında ilk beş yüze giren büyük şirketlerin karları incelendiğinde gelirlerinin o/085'ten fazlasının faaliyet dışı (faiz) gelirlerin­den elde ettiği görülmüştür. Bunun manası şu­dur; üretim yapmak için kurulan bu şirketler, üretim yapmaktan vazgeçmişlerdir. Ellerindeki finans gücünü bu çarpık faiz ekonomisindeki yağmadan pay almak için kullanmaya başla­mışlardır. Böylece "kutsal ittifak" tamamlan­mıştır. Bankalar, rantiye çevreleri, büyük sana­yi holdingleri, medya kartelleri, milletlerarası finans çevreleri ve spekülatörler devletin %100'leri aşan faizli tahvillerini satın alıp hiçbir emek harcamadan ve hiçbir bir riske katlan­madan bu sömürüye devam etmişlerdir. 

Peki hükümetler bu gelirleri nereden mi sağlamaktadır? Tabii ki devlet bütçesinden. Bütçe giderlerinin üçte ikisi bu "kutsal ittifak" ortaklarına gitmekte, kalan üçte biri de devleti yönetmek ve ekonomiyi kalkındırmak için kullanılmaktadır. 

Bu gidiş durdurulmazsa birkaç yıl sonra bütçenin tamamının faiz giderlerine tahsis edil­mesine şaşmamak gerekecektir. Bunun mana­sı şudur; devletin milletten topladığı bütün ver­giler ve diğer gelirler "kutsal ittifak" içindeki (içerden ve dışardan birkaç yüzbin kişi) küçük bir azınlığa kanalize edilmektedir. Hem de biz­zat devlet eliyle.

Düşünebiliyor musunuz ki, ayda 70 mil­yon TL kazanan asgari ücretli bir işçi kazancı­mın beşte biri oranında vergi öderken, ayda milyarlar kazanan rantiyecinin ilk onbir milyar­lık yıllık geliri vergiden muaf tutulmaktadır. Üretimden sağlanan temettüler vergilenirken, aynı miktardaki rant geliri faizler vergi dışı tu­tulmaktadır. Yabancı spekülatörlerin kazan­dıkları faizlerden vergi alınmamaktadır. Sözün kısası fiziki asgari ihtiyaçlarını karşılamakla zorlanan çalışanlar alın teriyle kazandıkları as­gari ücretlerinden vergi öderken, milyarlar ka­zanan rantiyeciler vergiden muaf tutulmak­tadır. Böyle bir uygulama ne vergide adalet, ne vergide eşitlik, ne vergide verimlilik ve ne de vergide müterakkilik prensibiyle yakından uzaktan ilgili değildir. Böyle bir gayri adil ve gayri insani vergi politikası eşine. az rastlanan bir uygulamadır. İşin daha ilginç yönü, sağcısı, sokusu, sosyal demokratı hatta sosyalisti dahi bütün partiler bu işte methaldar olmuşlardır. 

1. Tasarrufların üretime kanalize edil­mesi ve Üretimin arttırılması 

2. Hükümetlerin faiz-borç ipoteğinden kurtulmuş normal bir bütçeye kavuşturulması 

3. Vergi yükünün Üretim gelirinden rant 250 ve faiz gelirine kaydırılması 

4. Arttırılacak olan üretimin ihracata yö­netilmesi 

5. Bu hedeflere varabilmek için; a. Dış ticaret açığını azaltma hedefi, b. Cari ödemeler dengesini sağlama hedefi,

c. Düşük ve orta gelirlilerin satın al­ma gücünü arttırmak için bozul­muş olan gelir dağılımı dengesinin yeniden düzenlenmesi hedefi, d.Enflasyonunun tek haneli rakam­lara indirilmesi hedefi, e. TL'nin değerinin muhafazası hedefi, f. Sosyal güvenlik sisteminde vahde­tin sağlanması ve işsizlik sigortası­nın ihdası hedefi, işsizliğin azaltılması için tam istih­dam siyasetine öncelik verilmesi hedefinin benimsenmesi, 

6. Harici İktisadi siyasetinde şahsiyetli bir politikanın takibi. Bunun için; a. AB'ye girme ipoteğinden kurtu­lunması, b. Gümrük Birliği'nden doğan zararların telafi edilmesi, c. TSEDAK, EKA, KETB ile olan ilişki­lerin geliştirilmesi, d. İsrail ile yapılan su anlaşmasının Ortadoğu barış suyu projesine dö­nüştürülmesi, e. GAP'ın hızlandırılması önem arz etmektedir. 

Tabiatı ile kısa belirtilen bu ve benzeri " daha birçok konunun ele alınıp incelenmesi: ayrı ayrı bir makale konusudur. Fakat bütün bunlara sıra gelmesi için kanaatimizce bu yazı­da ele alınan iç borç-faiz sarmalı poteğinden kurtulunması şart-ı asli olup ilk hareket nok­tasını teşkil etmelidir.

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005