Profesör Charles K. Rowley ile İktisat Üzerine
Mülakat
PİYASA: Sayın Rowley, iktisatçılığı meslek olarak nasıl seçtiniz?
ROWLEY: Buna cevap vermek zor. İlk başta tarihçi olmak istemiştim.
Ancak tarihçi piyasası geniş değildi ve iktisatçı
piyasası açılmaya başlıyordu. Bu, 1957 yılında
oluyor. O zaman Keynezyen devrimin ortalarıydı ve
iktisadın dünya problemlerini çözebileceği şeklinde
bir inanç vardı. Naif bir şekilde iktisadı seçtim.
Lisans ve doktora eğitimimden sonra da akademik
iktisatçılığı meslek edindim.
PİYASA: O zamanlar hâkim iktisat (neo-klâsik iktisat) sizi tatmin
ediyor muydu? Kamu Tercihi Teorisi ile ne zaman
uğraşmaya başladınız?
ROWLEY: Nottingham Üniversitesi'nden mezun olduğumda bu ilginç konu
hakkında hiçbir bilgim yoktu. O.zamanlar yeni
kurulmakta olan Canterbury Üniversitesi'nde
çalışmaya başladım. Bu kuram yeni olduğu için yeni
iktisatçılar geliyordu. Burada ikinci yılımda,
kariyerimin önemli dönüm noktalarından biri olarak
Edwin West ile tanıştım. Kendisi Milton Friedman'la
bir yıl çalıştıktan sonra Canterbury'e gelmişti.
Canterbury'e geldikten sonra "Eğitim ve Devlet"
konulu bir konuşma yaptı. Bu konuşma büyük bir
tartışma başlattı ve hemen arkasından da
yayınlandı. Bu kitapta West sadece eğitim sisteminin
devlet tekelinden çıkarılmasını değil,
anne-babaların çocuklarını formal bir eğitimden
geçirip geçirmeme haklarının da olması gerektiğini
ileri sürmekteydi. Tabiî bu çok büyük tepki çekti.
Devlet buna şiddetle karşı çıktı. Fakültedeki
arkadaşlarımızın bazıları kendisiyle konuşmuyorlardı
bile. Fakat benim ilgimi çekti. Kendisiyle
konuşmaya başladık. Bana Chicago'daki Kamu Tercihi,
Hukuk ve İktisat ve İşlem Maliyetleri Programlarını
tanıtan Edwin VVest olmuştur. Bu konular daha sonra
kariyerimin merkezi haline geldi. Ayrıca, devletin
doğası ve rolü hakkında gözlerimin açılmasına da
yardımcı oldu. Böylece, okuyabildiğim herşeyi
okumaya başladım. Bu benim hayatımda önemli bir
dönüm noktasıydı. O dönemde, entellektüel iklim
oldukça kötüydü, zira Canterbury tamamen solcu bir
okuldu. 1968-1969 yıllarında her ne kadar, İngiliz
öğrenciler savaşla uğraşmıyordularsa da, Amerikan
öğrencileri desteklemek için savaş gündemdeydi. Bu
dönemde Edwin West'in konuşmasına izin
vermiyorlardı. Sonuçta Canterbury bizler için
oldukça rahatsız bir yer haline geldi. West
Kanada'daki Carleton Üniversitesi'ne gitti ve geçen
yılki (2001) vefatına kadar orada kaldı. Ben de o
dönemde tek serbest piyasa taraftarı okul olan York
Üniversitesi'ne gittim. York'ta Alan Peacock ve Jack
Wiseman gibi ünlü iktisatçılarla çalışmaktan oldukça
mutluydum. Herhangi bir saldırıyla karşılaşmadan
rahatlıkla çalışabileceğim bir ortama kavuşmuştum.
PİYASA:
O zamanlar sanayi iktisadı gibi alanlarda mı çalışıyordunuz?
ROWLEY:
Başlangıçta sanayi iktisadında çalışıyordum. Ama ilk aşamalarda
bile, başta George Stigler olmak üzere, Chicago
tarzı çalışmalar ilgimi çekiyordu. Hiçbir zaman
eski-moda yapı-davranış-performans yaklaşımı ilgimi
çekmemişti. York'a gittiğimde, Kamu Tercihi üzerine
bir ders açmayı planlıyorlardı. Bana bu dersi verip
veremeyeceğimi sordular. Ben de 1970'te ciddî olarak
Kamu Tercihi çalışmaya başladım. Sonrası ise, bir
diğer önemli aşamaydı. 1974'te İngiltere'de bir
derleme yapmamı istediler. James Buchanan ve Gordon
Tullock'a derlemeyi gönderdim. Onlar da beni
Blacksburg, Virginia Polytechnic Institute'da yazı
geçirmek üzere davet ettiler. Bu benim için gerçek
bir dönüm noktası olmuştur.
PİYASA:
O dönemde klâsik liberal prensiplere bakışınız nasıldı?
ROWLEY:
1970 itibariyle klâsik liberal prensiplerin önemine ikna olmuştum.
Meslektaşlarımla karşılaştırıldığımda her zaman
serbest piyasa taraftarıydım. Doktorada Friedman'ın
Kapitalizm ve Özgürlük kitabıyla karşılaştım.
George Stigler'in ve Kenneth Boulding'in ders
kitapları bana Alvin Hansen veya Joan Robinson'dan
daha cazip gelmekteydi. Ortalama İngiliz öğrencisine
göre her zaman daha fazla serbest piyasa taraftarı
olmuştum. Benim için gerçek dönüm noktası
Canterbury'de Edwin West ile tanışmam olmuştur.
PİYASA:
Amerika'ya ne zaman geldiniz? Hâkim iktisadın Kamu Tercihi'ne
bakışı o zamanlar genel olarak nasıldı?
ROWLEY:
1974'te sadece kısa bir ziyaret için geldiğim dönem ile, nihaî
olarak 1983'te Amerika'ya yerleştiğim dönem
arasında büyük bir fark vardı. 1974'te Kamu Tercihi
hem iktisat hem de siyaset bilimi tarafından
düşmanca karşılanmaktaydı. Çalışılmaması gereken
bir alan olarak görülmekteydi. İktisat ve siyaset
biliminin bazı temel kavramlarına meydan okuyan bir
bakış açışıydı. Meselâ, Kamu Tercihi Teorisi
devletin elinden gelenin en iyisini yaptığı ve
hataların sadece bilgi eksikliğinden kaynaklandığı
argümanına karşı çıkmıştır ve devlet
başarısızlığının (government failure) sistemin bir
parçası olduğunu ileri sürmüştür. Bu iktisatçıları
üzmüştü. Siyaset bilimciler ise hâlâ Plato ve İdeal
Devlet anlayışına sahiptiler. Davranışçılık (Behaviorism)
yaklaşımına yakın olanlar da rasyonel seçim
modelini benimsememişlerdi. Kamu Tercihi,
iktisatçılardan çok daha fazla siyaset bilimcileri
rahatsız ediyordu. Blacksburg'u ilk defa ziyaret
ettiğimde bile, her ne kadar Kamu Tercihi Merkezi
uyum içinde çalışsa da, diğerleri Kamu Tercihi
Merkezi'nde çalışanların deli olduğunu
düşünmekteydi. 1983'e gelindiğinde bu durum
değişmişti. Siyaset bilimi ve iktisat içinde Kamu
Tercihi çalışanlar vardı. Ayrıca, geçmiş yılların
tecrübesi Kamu Tercihi'ni haklı çıkarmıştı.
PİYASA: Kamu Tercihi ve Sosyal Tercih yaklaşımlarını
karşılaştırdığınızda nasıl bir fark görüyorsunuz?
ROWLEY: Kamu Tercihi yaklaşımı özünde pozitif bir yaklaşımdır.
Siyaset piyasalarının gerçek hayattaki davranışını
inceler. Gerçek hayatı modelleyerek kamu yararı
yaklaşımına göre daha iyi tahmin geliştirip
geliştiremeyeceğini test eder. Bana göre, bu konuda
oldukça başarılı olmuştur. Sosyal Tercih Modeli ise
büyük ölçüde normatiftir. Arrow'un sosyal seçim
problemi ile başlamaktadır. Arrow burada idealize
edilmiş bir anayasaya bakmaktadır ve bu anayasanın
belirli rasyonel şartlan sağlayıp sağlamadığını
incelemektedir. Ve, olumsuz bir cevap vermektedir.
Bu nedenle de temel olarak bir olanaksızlık
teoremidir. Bu teorem pek çok yeni çalışmaya yol
açmıştır. Bunların bazıları gerçekten pek de verimli
sonuçlar vermezken, bazıları daha verimli sonuçlar
vermiştir. Bunlar temel olarak Arrow-'un çıkmazına
bir çözüm bulunup bulunamayacağını incelemektedir.
Ancak bulamamışlardır. O noktadan sonra teori yeni
problemler ortaya çıkarmaya başladı. Bunların en
önemlilerinden biri Paretocu liberalliğin
imkânsızlığıydı. Bu gerçekten de önemli bir
katkıydı. Zira ancak zorlamayla ulaşılan sonuçlar
elde etmek mümkündü. Bu nokta Buchanan için oldukça
rahatsız ediciydi. Buchanan, klâsik liberal
prensiplerden hareketle, özellikle anayasalcılık
üzerine olan çalışmalarında karşılıklı rıza ve
sözleşmeye dayanan çözümler üzerinde durmaktaydı.
Amart-ya Sen buna karşı çıktı. Buchanan Sen'e karşı
düşmanca davrandı. Varsayalım ki, odanın yarısı
kölelere sahip olmak istemektedir. Odanın diğer
yarısı ise, güçsüz oldukları için kendilerini köle
olarak satmaya razıdır. Bu durumda kölelik
sözleşmeleri olacaktır. Buchanan'in böyle bir
sistemi onaylamaktan başka çaresi yoktur. Fakat bu
Locke'un, haklar ve özgürlüklerin ayrılmazlığı
kavramını tamamen ortadan kaldırmaktadır. Sen,
klâsik liberal anlayış ile sözleşmeci (contractarian)
yaklaşım arasındaki gerilime dikkat çekmiştir. Bu
gerçekten önemli bir gelişme alanı olmuştur. Benim
şahsî görüşüm pozitif tarafın daha verimli
olduğudur. Bu bize devleti anlamak için çok daha
fazla sayıda araç vermektedir. Diğer yandan,
normatif taraf entellektüel olarak ilginçtir ama bu
taraftan çok önemli çalışmalar çıkmamıştır. Arrow ve
Sen'in katkıları gerçekten önemlidir. Bununla
birlikte, bunları takip eden binlerce makale ortaya
önemli sonuçlar çıkarmamaktadır.
PİYASA: 1970'lere dönersek, o zamanlar Stigler ve Peltzman
regülasyonun ekonomik teorisini geliştirmekteydiler.
Bu teori Kamu Tercihi'nin bazı argümanlarına yakın
durmaktadır. Chicago'nun sizin çalışmalarınıza karşı
tepkisi nasıldı?
ROWLEY: Sadece farksızdılar. Eğer Virginia Okulu'na mensup
iktisatçılara bakarsanız, Peltzman, Stigler ve
diğerlerine çok sayıda atıf yapıldığını görürsünüz.
Onların yaptıkları katkılara saygı duymaktayız.
Fakat Chicago Okulu mensuplarından Kamu Tercihi'ne
hiçbir atıf yapılmadığını göreceksiniz. Dünyadaki
en zengin okullardan biri olan Chicago
Üniversitesi Public Choice dergisine abone
değildir. Buradan hareketle söylenebilecek şey, iki
okul arasında bir derecede karşıtlık ya da rekabet (rivalry)
olduğudur. Bu karşıtlık/rekabet, Virginialıların
yargılarını etkilemedi, fakat Chicagoluların
yargılarını olumsuz etkiledi. Bu onların bazı
önemli katkılardan yeterince istifade edememelerine
yol açtı. Sadece bir örnek vermek gerekirse,
Peltzman'm regülasyon modeli 1989'da deregülasyon
nedeniyle genişletilmiştir. Peltzman, modelinin
deregülasyonu açıklayıp açıklayamadığını incelemek
zorundaydı, Peltzman, kendi modelini kullanarak
havayolları gibi birkaç örneğe baktı. Modeli
gelişmelerin bir kısmını açıklarken geri kalanım
açıklayamadı. Peltzman, kamu yararından başka bir
argüman ileri süremedi. O dönemde Kamu Tercihi
çalışmaları devam etmekteydi. Barry Weingest ve
diğerleri yasamanın doğasını incelemekteydiler.
Döngülerin olması gereken bir ortamda neden yasama
mekanizmasında istikrar ortaya çıkmaktaydı? Peltzman
modelim ele aldılar ve bazı siyasî değişkenler
eklediler. Onlara göre deregülasyonun zamanlaması
mükemmeldi. Kamu tercihi değişkenlerinin eklenmesi
modelin sonuçlarını dramatik şekilde iyileştirdi.
Chicagolular bunu asla kabul etmediler.
PİYASA:
Chicago Okulu'nun antitröst ve regülasyon yaklaşımları birbiriyle
çelişmektedir. Bunların hangisi Chicago'yu daha
doğru yansıtmaktadır? Hangisi gerçeğe daha yakındır?
ROWLEY:
Chicago Okulu'nun problemlerinin pek çoğu George Stigler'den
kaynaklanmaktadır. Stigler çok belirleyici bir
kişiydi. Varolan herşeyin etkin olduğuna
inanmaktaydı. Etkin olmayan yasalar devam
edemeyecekti. Temel olarak, bir tür Pollyanna
görüşüne sahipti. Stigler, Posner ve Becker'ın
üzerinde de belirleyici oldu. Böylece, antitröstün
kamu yararına olan iyi bir şey olduğu şeklindeki
Chicago yaklaşımına ulaşmaktayız. Eğer problemler
varsa bile bunlar hatadan kaynaklanmaktaydı.
Stigler'in kendisi hata teorisi üzerine kurulu bir
bilim olamayacağım söylemekteydi, ancak, Chicago
yaklaşımı tamamen hata teorisi üzerine kurulmuştu.
RobertTollison ve William Shughart Rasyonel Seçim ve
Kamu Tercihi Teorisi ile Amerikan antitröst
uygulamalarını anlayabileceğimizi göstermişlerdir.
Bu modelde hata da yer almayacaktır. Bir örnek
vermek gerekirse, Amerika'da sadece bir antitrust
otoritesinin -Adalet Bakanlığı Antitröst
bölümünün-olduğu zamanlar ile 1955'ten sonra FTC ile
bu kurumun bir koalisyon oluşturduğu dönemi
karşılaştıralım. İlk başta tekel vardı. FTC
kurulduktan sonra rekabet ortaya çıktı ve 1955'ten
sonra tekrar tekel durumuna geçildi. Bu kurumların
rekabet ettiği dönemde davaların sayısının önemli
ölçüde arttığını görüyoruz. Ayrıca antitröst
otoritelerinin davranışı büyük ölçüde hukukçular
tarafından belirlenmektedir. Bu avukatlar çok uzun
bir süre bu kurumlarda çalışmamaktadır. Bu
kurumlarda bir süre çalıştıktan sonra yüksek
ücretlerle şirketlere savunma avukatlığı
yapmaktadır. Bunu yapabilmek için, büyük davalar
yerine kısa sürede bitecek olan kısa davaları tercih
etmektedirler. Zira, büyük davalar 10-15 yıl
sürebilmekte ve avukatlar bundan bir fayda elde
edememektedir. Kamu Tercihi Teorisi ve Rasyonel
Seçim Modeli'yle bu tür davranışları açıklamak
mümkündür. Ancak bunu Stigler türü modellerle
açıklamak mümkün değildir.
PİYASA:
Profesör Rowley, 1930'larda Hayek ve Keynes arasında liberal düzen
üzerine bir tartışma vardı. Benzer bir tartışma
1970'lerde Nozick ve Rawls arasında geçti. Bu
ikisinin benzerlikleri hakkında ne
söyleyebilirsiniz?
ROWLEY:
Tarih boyunca laissez faire ve merkantilizm arasında bir
çatışma olmuştur. Bu, sadece ekonomide değil
felsefede de uzantıları olan bir tartışmadır. Bu iki
tartışmada da gördüğümüz aynı konunun farklı çatılar
altında tartışılmasıdır. Hayek'in 1930'larda
yaptığı, büyük bunalıma merkantilist gelenek üzerine
kurulu bir çözüm getirmeye çalışan Keynes'e klâsik
liberal bir cevap vermektir. 1970'lerde ise sosyal
sözleşme mekanizmasından hareketle sosyalist bir
model oluşturan Ravvls ile benzer sosyal sözleşme
mekanizmasını minimal devlete ulaşmak için kullanan
Nozick arasında önemli bir entellektüel tartışma
geçmiştir. Her ne kadar farklı biçimler alsa da
tarih boyunca böyle bir gerilim olmuştur.
PİYASA: Sizin ve Buchanan'm Rawls'un argümanlarına tepkiniz ne
oldu?
ROWLEY:
Bu tartışma ben George Mason'a gelmeden önceydi. Alan Pea-cock ile
yazdığımız bir kitapta Ravvls'un argümanına temel
bir eleştiri getirmiştik. Ravvls'un yaptığı bir
başlangıç şartı oluşturmaktı. Başlangıçta insanlar
ne olduklarını ve ilgi alanlarının ne olduğunu
bilmediklerinden bilgisizlik içinde sözleşme
pazarlığı yapmaktaydılar. Rawls'un görüşü
bireylerin, maximin-mini-max mekanizmasını
kullanarak sözleşme pazarlığı yapmaya itildiğiydi.
Biz Rawl-s' un oyunun doğasını yanlış anladığını
iddia etmekteydik. Ravvls'un teorisi oyunun iki
oyuncu arasında oynandığını kabul etmektedir, aynen
satranç oyununda olduğu gibi. Burada maximin-minimax
işleyebilir. Ancak gerçek hayatta bir de doğa
faktörü vardır ve doğa maximin-minimax oynamaz.
Buchanan bu fikri ekonomi açısından beğendi ancak o
da bir tuzağa takıldı. O zamanlar Buchanan,
Geoffrey Brennan ile çalışmaktaydı. Brennan klâsik
liberal prensiplere inanmıyordu. Amerika'ya
gelmeden önce Avustralya'da İşçi Partisi'ne ekonomik
danışmanlık yapmıştı. Brennan Rawlsian yaklaşımla
ilgilenmekteydi. Buchanan da bu yaklaşımı beğendi.
Ancak onun problemi sözleşmeyi temel alması
olmuştur. Herşeyin sözleşmelerle yapılmasını
istemekteydi. Ben 1974'te kendisini ziyaret
ettiğimde Hobbesian modeli kullanmaktaydı. Bu model
özgürlüğü sınırlayan bir yaklaşımdır. Bu modelde,
devleti kurmak ve anarşiyi önlemek için sözleşmeler
yapabilirsiniz. Buchanan bu sonuçtan çok fazla
tatmin olmamaktaydı, çünkü rastgele bir noktadan
başlamak mümkündü. Bu boşluğu doldurmak istedi. Bu
yaklaşım Buchanan' in iktisatçılar arasında genel
bir kabul görmesine yol açtı. Ancak, artık bu
yaklaşımı benimsememektedir. Hatta Ravvl-sian
prensiplere hiç atıf yapmamaktadır. Rawlsian
yaklaşım Buchanan ile aramızda bir gerilimin
doğmasına neden oldu.
PİYASA:
Hâkim iktisadın önemli temsilcileri ve Chicago'dakiler genel
olarak klâsik liberal prensiplere inanan insanlar.
Ancak, iktisadî analizlerine baktığımız zaman bu
prensiplerden oldukça uzaklaştıklarını görüyoruz. Bu
özellikle Chicago için ilginç bir tezat
oluşturmakta. Meselâ, George Stigler Mont Pelerin
Topluluğu'nun üyesi, ancak, teknik çalışmalarında bu
prensiplerden uzaklaştığını görebiliyoruz. Sizce
burada bir gerilim ya da problem söz konusu mu?
ROWLEY:
Ben, Friedman ve Stigler arasında büyük bir farklılık olduğunu
düşünmekteyim. Friedman gerçek bir klâsik
liberaldir. Chicago'nun siyaset ana-lizindeki temel
problem, özel piyasalarla ilgili analizi aynen
siyaset piyasasında kullanmalarıdır. İşlem
maliyetlerinin olmadığı ve bilginin maliyetsizce
aktığı tam rekabet modeli, Keynes'e karşı çıkarken
mükemmel bir şekilde işlemişti. Fakat bu modeli
siyaset piyasasında aynen kullanmak oldukça önemli
farklılıkları göz ardı etmeyi getirmektedir.
Siyaset piyasalarının temel karakteristiği bö-lünemezliğidir
(indivisibility). Siyaset piyasaları birkaç farklı
yönde bölünemezdir. Oy düzeyinde bölünemezdir.
Çıkar grupları seviyesinde bölünemezdir. Kamu
politikalarının sonuçlan da bölünemezdir. Meselâ,
sadece bir savunma veya bankacılık politikası
sahibi olabilirsiniz. Özel piyasalarda ortaya çıkan
ayrışmaya urada ulaşamazsınız. İkinci bir fark
mülkiyet haklarının yapısından kaynaklanmaktadır.
Bunlar siyaset piyasasının özel piyasalardan
farklılaşmasını getirmektedir. Stigler için etkin
olan etkindir. Meselâ, Becker'in çıkar grupları
modelini Olson ile karşılaştırdığımızda, Olson
çıkar gruplarının politik sonuçları bozduğunu ileri
sürmektedir. Daha güçlü gruplar güçsüzler üzerinde
etkili olacaktır. Becker ise çıkar gruplarının
birbirleriyle rekabet ettiklerini, kendilerini
maliyetsiz bir şekilde dönüştürebildiklerini ileri
sürmektedir. Bunlar, daha düşük maliyetli grupları
ortaya çıkarmaktadır, dolayısıyla sonuç etkindir.
Ben Friedman' ı ayırıyorum. Ben The Right to
Justice kitabımı yazdığımda bir kopyasını
Friedman'a gönderdim. O kitapta Virginia ve Chicago
okullarını karşılaştırdım. Friedman bana sert bir
cevap yazdı. Cevabında Stigler'in kendisinin en eski
arkadaşı olduğunu, Becker'in ise en iyi öğrencisi
olduğunu söylemekteydi. Friedman Chicago'dan 1976'da
emekli oldu. Çalışmaların çoğu bu tarihten sonra
yapıldı. Muhtemelen bunları takip etmiyordu.
PİYASA:
Avusturya iktisadı ile Kamu Tercihi Teorisi arasındaki ilişki
hakkında neler söyleyebilirsiniz?
ROWLEY:
Bu çok ilginç bir soru. Her iki yaklaşım arasında önemli
tamamlayıcılık var. Özellikle devletin rolüne
ilişkin her iki yaklaşım da aynı şeyleri
söylemektedir. Her iki okul da devletin çok
büyüdüğünü ifade etmekteler. Ancak, bu sonuca
ulaşmak için oldukça farklı mekanizmalar,
metodolojiler kullanmaktalar. Bununla birlikte
aralarında bir gerilim de bulunmakta. Bu gerilim
metodolojiden kaynaklanmaktadır. Kamu Tercihi Okulu
büyük ölçüde neo-klâsik metodolojiyi kullanmaktan
bir rahatsızlık duymamaktadır. Denge ve
karşılaştırmalı statik analizi kullanmaktadır.
Avusturya Okulu iktisatçıları ise daha farklıdır.
Onlar bilginin sınırları, belirsizlik ve
sübjektivite üzerinde durmaktadırlar. Bu nedenle de
objektif verileri kullanmakta pek istekli
değildirler. Denge yerine dengesizliği
analizlerinin merkezine almayı tercih ederler. Bu
iki yaklaşım birleştirilemez değil ama aralarında
önemli farkların olduğu da bir gerçek. Buchanan ve
diğer bazı iktisatçılar her iki yaklaşımı
yakınlaştırmaya yönelik çalışmalar yapmaktadır.
Meselâ, Cost and Choice bu yönde atılmış önemli bir
adımdır. Hayek'e baktığımızda, kamu tercihini
benimsemediğini söyleyebiliriz. Kamu Tercihi
modellerine herhangi bir atıfta bulunmamaktadır.
George Mason'da biz her iki yaklaşımı temel alan
programlara sahibiz. Bu programların karşılıklı
etkileşimi oldukça verimli sonuçlar ortaya
çıkarmaktadır. Her iki yaklaşımı biraraya getirmeye
yönelik çalışanların başında Peter Boetke
gelmektedir.
PİYASA:
Türkiye gibi ülkeleri düşündüğünüzde klâsik liberal bir sistemin
temel prensipleri neler olmalıdır?
ROWLEY:
Bu meseleye yaklaşırken dikkatli olmak gereklidir. Karşı karşıya
kalman bir gerçeklik problemi var. Şimdi karşı
karşıya kalmabilecek olan probleme bir örnek
vereyim. Vaclav Klaus Çek Cumhuriyeti'nin
başbakanıydı. Yeraltı hareketine katılmıştı ve
Hayek'in önemli bir takipçisiydi. Mont Pelerin
Toplulu-ğu'nun da bir üyesi olan Klaus, Mont
Pelerin'de yaptığı konuşmalarda Hayekçi 'kuralların
evrimi' kavramını savunurdu. Fakat bir gün aniden
hükümetin yazılı bir anayasa yapacağını söyledi. Bu
gayet normaldi, fakat Hayekçi bir yaklaşım değildi.
Hayekçi bir çerçevede anayasa evrim içinde
oluşmalıdır. Klaus 'bunun için zamanımız yok' dedi.
Geçiş sürecindeki ekonomilere baktığımızda önümüzü
uzun vadeli olarak görmemiz her zaman mümkün
olmayabilir. Ben size genel prensipleri
söyleyebilirim, ama Türkiye için bu kurallar tam
olarak anlamlı olmayabilir. Ben Türkiye'nin
durumunu şöyle görüyorum, doğru veya yanlış
olabilirim.
Demokrasiye doğru bir hareket geçmişten bugüne yaşanmakta.
Fakat bu gerçek bir demokrasi değil çünkü
Atatürk'ün seküler pozisyonu ve İslâm dini arasında
temel bir çatışma var. Ordu Atatürkçü sekülarizmi
destekliyor. Ordu ayrıca Türkiye'nin bir Avrupa
ülkesi olmasını istiyor. Fakat İslamcı
fundamentalistlerin bazıları bu görüşü
benimsemiyorlar. Eğer İslâmî unsurları ağır basan
bir hükümet gelirse ordu müdahale etmektedir.
Ankara'yı gezerken yasama organının fizikî olarak
ordu tarafından çevrilmesi beni çok etkilendi.
Ordunun etkinliğinin daha açık bir göstergesini
bulmak zordur. Böyle bir sistemde, klâsik liberal
bir sisteme geçiş için neler yapılabilir? Sistemi
klâsik liberal prensiplere yönlendirecek önemli bir
adım, eğitim alanında yapılacak katkılardır. Temel
olarak ibadet özgürlüğü evrensel ibadet demek
değildir. Bu sadece izin verme, kabullenme anlamını
taşımaktadır. İyi bir örnek türban konusudur.
Görünürde büyük tartışma var. Ordu türbanı istemiyor
ve onu destekleyen parlamento İslâmî topluluğu bu
kararıyla üzmektedir. Bu meselede İslâmî çevre haklı
gözükmektedir. Okullarda bireylerin türban
takmasından herhangi bir zarar ortaya çıkmamaktadır.
Bu bireyler taktıkları türban ile başka kimselere
zarar vermemektedir. Onların bunu yapmasını
engellemek bir zorlamadır. Bununla birlikte,
evrensel olarak okullarda türbanın olmasını istemek
başka bir şeydir. Amerikan sistemindeki kilise ve
devletin ayrılması burada çok önemli bir prensip
olmaktadır. Eğer güç sahibi elit, temel İslâmî
yaklaşımın batılılaşmaya karşı bir engel teşkil
etmediğini hissederse, ordunun toplumu kontrol
etmesi daha zor olacaktır. Bu durumda klâsik liberal
prensiplere yönelmekte önemli bir aşama kaydetmiş
olacaksınız. Ancak bu gerçekleştirilmesi oldukça güç
bir şey. Türkiye Suriye ya da Filistin değil.
Türkiye gençlerin ve çocukların büyük ölçüde
doktrinal eğitim aldıkları ülkeler arasında değil.
Meselâ, Pakistan'da küçük çocuklar 6-7 yaşlarında
sadece medreselerde mollalardan eğitim
alabilmektedir. Bu oldukça tehlikeli bir şey. Fakat
Türkiye bu durumda değil, dolayısıyla eğitim
muhtemelen başarılı olacaktır. Bir diğer problem
daha var. O da eğitimli ve az eğitimli olanların
ayrışması. Az eğitimli olanların sayısı daha fazla.
Fundamental İslâm 13. yüzyıldan bu yana gerçek
anlamda bir evrim ya da gelişme göstermedi. Temel
olarak, mollalar 10. yüzyıl değerlerini empoze
etmeye çalışıyorlar. Hristiyanlıkta, katolıklik için
bu doğru olabilirdi, eğer Martin Luther ve
protestanlık ile birlikte din rekabete açılmamış
olsaydı. Bu rekabet Hristiyan dininin evrimine yol
açtı, böylece modern topluma daha fazla adapte olmuş
bir şekil aldı. Önemli İslâm bilginlerine İslâm'ın
temel kaynaklarını yeniden yorumlamak yolunda
önemli bir rol düşmekte. Ben Kuran konusunda uzman
değilim, ancak Kuran'ın bu yeniden yorumlamaya
kapalı olduğuna inanmıyorum. Diğer önemli bir katkı
Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girmesi ile
sağlanacaktır. Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girme
konusunda geri kalmasındaki önemli nedenlerden biri
Fundamental İslâm'ın Türkiye'de canlanması.
Türkiye'den gelen insanların Avrupa'da benzer
problemler yaratmasını istemiyorlar. Durumu kontrol
eden orduyu güçlü ve etkili kılan temel sorunlara
çözüm bulmadan serbest piyasa ve klâsik liberal bir
sisteme geçiş oldukça zor gözükmekte. Daha da ötesi
Amerika orduyu destekliyor çünkü istikrarsızlık
istemiyor.
PİYASA:
Sizce, 11 Eylül klâsik liberal prensiplerin global dünyada
uygulanması açısından bir dönüm noktası
oluşturmakta mıdır?
ROWLEY:
11 Eylülün klâsik liberalizmin önemi açısından bir trajedi
olduğunu düşünüyorum. Amerika klâsik liberal
prensiplere en yakın ülkeydi. 11 Ey-lül'ün sonucu,
özgürlüğün baskı altına alınmasıyla anarşik düzen
arasında ortaya çıkan bağlantıdır. Amerikan
halkında yaygın bir korku var. New York ve
Washington halkı arasında bomba korkusu yaygın bir
şekilde var. İnsanlar tehlikenin farkında. Her
hükümet bu yaygın korkuya cevap vermek zorunda.
Devletçi düşünce sahiplerine bu durum daha büyük
devlete sahip olmak için fırsat vermekte. Peki bu
Amerikalıların veya Amerikan hükümetinin
Müslümanlara karşı tavrını değiştirir mi? Genel
olarak hayır diye cevap verebilirim. Başkanın bu
konuyu iyi işlediğini düşünüyorum. Başkan problemin
İslâm değil terörizm problemi olduğunu açıkça halka
ifade etti. Bu, meselenin Amerika'dan görünümü.
Bununla birlikte, beni oldukça rahatsız eden bir
konuşma da dinlediğimi ifade etmeliyim. Konuşmacı,
radikal İslamcı biriydi, saldırgan biçimde kabaydı
ve Amerika'nın kasten Afganistan'daki sivilleri
hedef aldığını, Taliban'ın çok iyi insanlar
olduğunu, meşru bir hükümetin düşürüldüğünü ve şimdi
İslâm karşısında bir savaş içinde olduğumuzu
söylemekteydi. Bunu dinlemek benim için iyi oldu.
Eminim ki, bu Mısır'da, Suudi Arabistan'da
konuşulanlarla aynı. Bu, bizi Amerika ve İslâm
arasındaki ilişkinin düşmanca olduğu noktasına
getirmekte. Meselâ, 11 Eylül'den birkaç gün sonra
bir restoranda yemek yiyordum ve garson "Niye bu
insanlar bizden nefret ediyor, biz.onlara yardım
ediyoruz, onlar bizden nefret ediyor", diye
ağlamaktaydı. Yaşamlarını iyi bir şekilde
sürdüremeyen, yolsuzluk içinde olan bir devlete
sahip olan toplumlarda başkalarını suçlamak devlet
tarafından da çoğu zaman desteklenen bir
politikadır. Meselâ, Amerikanın önemli bir
müttefiki olan Mısır'da devlet, basını Amerikan
karşıtlığını teşvik etmektedir. Benzer bir durum
Suudi Arabistan için de geçerlidir. Bu ülkeler
yolsuzluk içindeyken ve rant arama ve çıkar grupları
yüzünden geri kalmaktayken, eğitimsiz bir toplumu
dış baskıların varlığına yönlendirmektedir. Bu iç
politikayı rahatlatan bir unsurdur. 11 Eylül, bu
açıdan, klâsik liberal prensipler için feci bir
durum ortaya çıkarmıştır. Amerika'dan nefret
edenlere fırsat vermiştir. Böyle bir durumda şanssız
olan ise İsrail ve Filistin'in bu durumdan istifade
etmek istemeleridir. Bu da durumu daha kötü hale
getirmektedir.
PİYASA:
Sayın Rowley, Avrupa Birliği'ni klâsik liberal prensipler açısından
değerlendirirsek neler söyleyebilirsiniz?
ROWLEY:
Durum nereden geldiğinize göre değişir. Eğer Hong Kong'tan
geliyorsanız, yanlış yolda olduğunuzu
söyleyebilirim. Eğer Türkiye'den geliyor-sanız,
doğru yöndesiniz diyebilirim. İngiltere'den
geliyorsanız da yanlış yöndesi-nizdir. İngilizler
sadece tek taraflı serbest ticareti kabul etselerdi
daha iyi durumda olabilirlerdi, zira daha iyi bir
yasal sisteme, anayasaya ve daha küçük bir devlete
sahipler, dolayısıyla Brüksel tarafından
boğulacaklar. Bu her zaman Roma veya Brüksel
sorusudur. Roma daha ziyade serbest ticaret
boyutlarını ön plana çıkarırken, Brüksel
bürokrasiye işaret etmektedir. Önce Avrupa Komisyonu
sonra Avrupa parlamentosu kuruldu. Dolayısıyla
Avrupa parlamentosu zayıf olacaktır. Yasama zayıf,
yönetim ve bürokrasi güçlü olacaktır. Bu da
rant-aramaya önemli bir fırsat verecektir. Hali
hazırda klâsik liberal prensiplere sahip bir ülke
için bu durum olumsuz sonuçlar doğurabilir. Fakat,
Türkiye için sonuç olumlu olacaktır. Sadece
piyasalara değil, medeniyete ulaşma anlamında da
olumlu olacaktır. En önemli nokta ise, Batı
medeniyetinin Doğu medeniyetine olan üstünlüğü,
sadece kurumların önemli olduğu düşüncesidir.
Bireylerin kendi bireysel çıkarlarının ötesinde ve
üstünde davranmalarını bekleyemezsiniz. Bireyleri
sosyal açıdan faydalı alanlara kanalize etmek için
belirlenmiş ve açık oyun kurallarına sahip
olmalısınız. Siyasetçilerin ahlâklı bir biçimde
veya kamu yararına çalışmalarını nasıl sağlarız
gibi sorular çok anlamlı değildir. Amerikan
tecrübesine bakalım, Kongreye yeni bir temsilcilerin
geldiğini düşünün. İlk dönemlerinde
meslektaşlarından daha iyi şeyler yapabilirler.
İkinci ve üçüncü dönemlerinde aynen diğerleri gibi
davranacaklardır. Dördüncü dönemlerinde ise daha
kötü olacaklardır. Çünkü sadece kurumsal teşviklere
cevap vermektedirler.
PİYASA:
Rant-arama faaliyetlerinin Avrupa Birliği'ne girilmesi durumunda
azalmasını mı beklemeliyiz yoksa artmasını mı?
ROWLEY:
Azalacağını düşünüyorum. Türkiye çok ciddî bir rant-arama ve
rant-sağlama problemiyle karşı karşıya. Siyasetçiler
şirketlere özel anlaşmalar sunacaklardır, meselâ
enerji sektörünün deregülasyonunda olduğu gibi.
Enron serbest piyasa fiyatlarının iki-üç katı
fiyatlar elde etmek için milyonlarca belki
milyarlarca doları siyasetçilere ödedi. Bu paranın
İsviçre bankalarındaki hesaplara gittiğini
söyleyebiliriz, Avrupa Birliği'nin daha iyi bir
yasal sisteme sahip olduğunu kabul ettiğimizde,
yasal entegrasyon daha etkin bir sistem
getirecektir.
PİYASA:
Türkiye gibi bir ülkede klâsik liberal prensiplerin uygulanması ne
şekilde olmalıdır. Aşamalı bir süreç başarılı
olabilir mi?
ROWLEY:
Bu, aşamalı bir süreç içerisinde gerçekleşmelidir. Güçlü elitleri
birden elimine etmek mümkün olmayacağı için, aşamalı
bir süreçte rant-arama faaliyetleri azaltılabilir.
Buna mükemmel bir örnek İngiltere'de Thatcher
dönemidir. 1979'da sendikalar aşırı derecede
güçlüydü. Büyük grevler olmaktaydı. Başbakan
Callaghan sendikalar karşısında güçsüzdü. Thatcher
geldiğinde sendikaları doğrudan karşısına almadı.
Muhafazakâr parti 1974'te bunu yapmaya çalışmış ve
başarılı olamamıştı. Adım adım ilerlemeyi tercih
etti. İlk büyük adımı, Kamu Lojmanı (public housing)
sektörünü sosyal olmaktan çıkarmak oldu. Bunları
piyasa fiyatından sattı. Sonra sendikaları
zayıflatacak olan adımları yavaş yavaş attı. Diğer
bir faktör millîleştirme derecesiydi. Etkinlik
kriterini temel alan büyük bir kampanya başlattı.
Kısaca yöntem aşamalı olmalıdır. Bu yapı fikirler
üzerine kurulmalıdır. Thatcher filozof değildi.
Fakat, Hayek ve Friedman'ı biliyordu. Onların
fikirleri olmasaydı, Thatcher bir başlangıç noktası
bulamayacaktı. Kamu Tercihi Okulu olmasaydı, bu
fikirleri uygulayacak herhangi bir mekanizma söz
konusu olmayacaktı. Fikirler önce gelir ancak bu
fikirlerin dikkatli uygulanması gereklidir. Kamu
tercihinin güzelliği, size ne yapmak gerektiğini
söyleyebilmesidir. Bu ülkede pek çok uluslararası
şirket halihazırdaki düzenlemelerle oldukça
rahattır, zira iyi anlaşmalar elde etmektedirler.
Siyasî sistemin bozuk yapısı yüzünden kârlı
anlaşmalar yapabilmektedirler. Eğer dünya
fiyatlarının iki-üç katı enerji fiyatları varsa bu
sanayileşmeyi geri bırakacaktır. Böyle bir endüstri
rekabetçi bir yapıya sahip olamaz. Eğer dinî
problemi klâsik liberal prensiplerin esas alındığı
bir platforma getirebilirseniz, ekonomiyi deregüle
edebilirseniz, Avrupa Birliği'ne girme şansınızı
hemen artıracaksmızdır. Bu evrim süreci içinde ordu
da ekonomiye ve siyasete müdahale etme durumunda
kalmayacaktır. Zira sisteme yönelik bir tehdit söz
konusu olmayacaktır.
PİYASA: Amerikan üniversitelerinde klâsik liberal anlayışın yeri
nedir?
ROWLEY:
Azınlık durumunda olduklarını söyleyebilirim. 1950'lerden bu yana
bir artış olduğu söylenebilir. Bu da sadece fikirler
yoluyla değil, tecrübenin de yardımıyla olmuştur.
İnsanlar tecrübeden öğrenirler. Keynezyenizm
öldüğünde yukarı eğimli Philips eğrisiyle
karşılaştık. Artan işsizlikle beraber artan
enflasyon vardı ve insanlar bunun çok saçma
olduğunu düşünüyorlardı. Katı bir şekilde Keynesyen
olan iktisatçılar bile şüpheye düştüler. Hâlâ
Amerikan iktisatçılarının çoğu ortanın solundadır.
1965'te kim Ronald Reagan'ın Amerikan başkanı
olacağını düşünebilirdi, aynı şekilde Margaret
Thatcher'ın. Bu, klâsik liberal prensiplerin ağır
bir şekilde yayılmasıyla oluştu. Türkiye bu açıdan
daha zor durumda, zira önemli bir gelenek var.
Fakat bunu yapmazsanız hiçbir şansınız
olmayaolmayacaktır. Eğer özgürlük ateşini siz
taşımazsanız, kim taşıyacak. İyimser olmak gerekir.
Kim 1988'de bile Rusya'nın çökeceğini düşünüyordu.
Eğer sistem içeriden çürümüşse, bir noktada
fırsatlar ortaya çıkacaktır. Eğer ben Türkiye'de
olsaydım, altyapının Avrupa Birliği'ne giriş için
hazır olması yönünde elimden geleni yapardım. Bu
sizin tek iyi şansınız. Çünkü demokrasinin çalışması
için kuvvetler ayrılığına sahip olmalısınız. Avrupa
Birliği bunu size sağlayacaktır. Çünkü Üst Mahkeme (Supreme
Court) artık bu ülkede olmayacaktır.
PİYASA: Profesör Rovvley çok teşekkür ederiz. ROWLEY: Ben teşekkür
ederim.
|