Sabit Gelirlilerin Refahındaki Gelişmeler: Bir Uyarı
Türkiye'de sıradan vatandaş, ekonominin günlük hay huyundan başını
kaldırıp bir türlü uzun dönemli eğilimlerine bakma
fırsatı bulamıyor. "Faizler indi, faizler çıktı;
dolar indi, dolar çıktı; borsa indi, borsa çıktı.
Benim için sonuçta ne değişti? Benim refahım yıllar
içinde arttı mı? Azaldı mı?" sorularına bir türlü
sıra gelmiyor. Kritersizliğin hüküm sürdüğü
profesyonel iktisatçılar cephesinde ise konu sadece
"sabit gelirlilerin durumu sürekli kötüleşiyor"
muhabbetiyle geçiştiriliyor. Her türlü olumsuz
görüşü gayet kolaylıkla kabul etme eğiliminde
olduğumuz için, çoğu kişi kerameti kendinden menkul
bu önermeyi sorgulama gereği duymuyor. Kuşkusuz
herkesi aynı kefeye koymak yanlış olur. Konuya
samimiyetle eğilen, tezlerini ampirik kanıtlarla
desteklemeye çalışan iktisatçılar da söz konusu.
Bunlar da, verilere dayanarak, sabit gelirlilerin
refahının yıllar içinde azaldığını ya da çok az
arttığını iddia ediyorlar. Ben de bu yazıda "İşçi
Düşmanı" damgası yemeyi göze alarak aksini iddia
edeceğim. Asıl amacım, refah hesaplamalarına
ilişkin bazı konulara kısa ve çok da teknik olmayan
bir giriş yapmak ve bu konuda daha ayrıntılı olarak
araştırma yapacakların karşılaşacakları bir soruna
dikkat çekmeye çalışmak.
Öncelikle beni bu yazıyı yazmaya sevkeden bazı
çalışmalardan alıntılar ile başlamak istiyorum.
Türkiye'nin saygın akademisyenleri tarafından
hazırlanan Türkiye Tarihi serisinin Bugünkü
Türkiye (1980-1995) başlıklı beşinci cildinde
çalışmayı yapanlar genel imalat sanayii reel
ücretler indeksinin 1976'da 100 iken 1990'da 112.8
olduğunu hesaplamışlar. Yani imalat sanayiinde
çalışan işçilerin satın alma güçleri 14 yılda sadece
yüzde 12.8 artmış. Yakup Kepenek ve Nurhan Yentürk
tarafından hazırlanan Türkiye Ekonomisi
kitabında ise gerek ücretlerin gerekse memur
maaşlarının reel olarak 1988 yılında 1979'daki
seviyesinin yarısına düştüğü ifade ediliyor. Hatta
memur maaşları 1970'ten bu yana neredeyse reel
olarak dörtte bir; ücretler ise yüzde 38 seviyesine
düşmüş. Yani ücretli ve maaşlıların refahında
-satın alma güçlerinde- ciddî düşüşler yaşanmış.
Aynı haneden iş hayatına katılanların sayısının iki
kat arttığını düşünsek bile işçi ve memur aileleri
80'lerin sonunda 70'lerin başındaki refahı
tutturamıyorlar. Bu hesaplamalara göre sabit
gelirlilerin hali içler acısı.
Fakat 70'li yılları rahatlıkla hatırlayan biri olarak bu bulgular
benim kişisel gözlemlerimle örtüşmüyor. Örneğin,
bundan yirmi yıl önce yüksek dereceli bir memur olan
babamın tüketim düzeyi, bugün orta dereceli bir
memur olan benden daha düşüktü. Mahallemizin bütün
çocukları birleşip bugün kimsenin satın almaya
tenezzül bile etmediği plastik bir top alabilirdik.
"Meşin" futbol topuna sahip olmak ise ciddî bir
ayrıcalıktı. Futbol topu olan, oyunun değişmez
oyuncusu olmaya hak kazanırdı. Bugün "meşin" futbol
toplan ayrıcalık olmaktan çıkmış durumda. Bunun
yanında, bugünün çocukları bizim 70'li yıllarda
hayal dahi edemeyeceğimiz şeylere sahipler.
70'lerde bir televizyon sahibi olmak, hem bir itibar
hem de sürekli "meraklı" misafir çektiği için bir
yakınma vesilesiydi. Bugün ise, her yeni açılan evin
en az bir renkli televizyonu var. Geçen hafta bana
temizliğe gelen hanım kendi halı yıkama makinesini
beraberinde getirmiş. Kendi iddiasına göre ben de
bir tane alınahymışım, hem ona kolaylık olurmuş hem
de bu makineler daha iyi yıkıyoıiarmış. 30 sene
önce hangi temizlikçi kadın bir hah yıkama
makinesine sahip olmayı hayal edebilirdi acaba? Yine
70'li yıllarda babalar doğan çocukları adına
telefona yazılırlardı ki çocuk 18-20 yaşlarına
geldiğinde telefon sahibi olsun. Bugün ise
neredeyse hemen her evde telefon olduğu gibi en az
16 milyon "aktif cep telefonu abonesinden söz
ediliyor.
Tabiî, okuyucu "Ne biçim iktisatçısın? Bir iktisatçı
iddialarını sadece böyle kişisel gözlemlere mi
dayandırır?" diye sorabilir (gerçi kimse
siyasetçilere ya da basında atıp tutanlara böyle
sormuyor ama...). Onlara da bazı sayılar vermek
istiyorum. Türkiye'de kişi başına Gayrı Safı Milli
Hasıla satın alma gücü paritesine göre 1976 yılında
1787 dolar iken, 1990'da 4711 dolara yükseliyor.3
Doğal olarak, kışı başına millî gelir hesapları her
bireyin millî gelirden eşit pay aldığını varsayıyor.
Burada, 'gelir dağılımı çalışanlar aleyhine
bozuluyor, bu nedenle çalışanlar gelir artışından
aynı oranda nasiplenemiyor' savı öne sürülebilir.
Fakat tüm bozulmaları dikkate alsak da ücretlilerin
gelirinde bir azalma meydana geldiğinden söz etmek
olanaksız olduğu gibi, refahlarının önemli ölçüde
arttığı söylenebilir. Türkiye'de fiyat endeksleri
hazırlayan iki kuruluştan biri olan İTO'nun
İstanbul Ücretliler Geçinme Endeksi'ndeki mal
bileşiminin değişimi de ücretlilerin refahının
artışına ilişkin önemli ipuçları taşıyor. Bu
endeksteki harcamaların 1963 ve 1985 yıllarındaki
bileşimi karşılaştırıldığında yiyecek ve gıda
harcamalarının toplam harcamalar içindeki payının
giderek azaldığını (%50'lerden % 30'lara), ev
eşyası, eğlence harcamalarının yaklaşık iki kat
arttığını görüyoruz. Refah artışını tüketim
artışıyla ölçtüğümüze göre bazı tüketim mallarının
yurtiçi satışlarının gelişimi de refah artışının
bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Örneğin
Türkiye'de 1974 yılında 97.808 çamaşır makinesi
satılmış iken, bu sayı 1990'da 665.400'e çıkıyor;
aynı yıllardaki buzdolabı satışları ise 299.072'den
846.387'ye çıkıyor. 1985 yılında 9.185 olan bulaşık
makinesi satışları 1992'de 282.506'ya; 1982'de
88.933 olan renkli TV satışları da 1993'te
1.457.756'ya yükseliyor. Görüldüğü gibi dayanıklı
tüketim mallan satışlarında akıl almaz artışlar söz
konusu. Tüm bu malları da ücretliler dışındaki
kesimlerin aldığı iddia edilemez.
Beni bu satırları yazmaya yönelten çalışmaları yapanların
nitelikleri dikkate alındığında bir hesaplama hatası
yapmadıklarını rahatlıkla düşünecek olursak, neden
böyle farklı sonuçlara ulaşıyoruz? Bu sorunun
cevabını bulmak için önce bu hesaplamaların nasıl
yapıldığına bir göz atmak gerekir. Öncelikle
yapılan, söz konusu kesimlerin incelenen yıllara ait
carî gelirlerini bulmak ve bunlardan enflasyonun
etkisini gidermek için o yıllar arasındaki fiyat
indeksine göre deflate etmek, enflasyonun etkisini
gidermektir. Yapılan hesaplama çok basit olduğu
için, sorunun kullanılan verilerde -ya ücretlerde ya
da endekslerde- olduğunu düşünmek yanlış olmaz.
Önce ücretler ve maaşlardan başlayalım. Bu verilere
ne kadar güvenebiliriz? Memur ücretlerinde çok fazla
sorun olmasa gerek. Çünkü bunlar resmî kayıtlara
dayanıyor. Katsayı artışlarına bakarak maaşlar
hesaplanabilir. Burada tek sorun maaş dışı tazminat
ve ilavelerin dikkate alınıp alınmadığı olsa gerek.
Çünkü bazı memuriyetlerde gelir vergisine tâbi
kısım, memurun eline geçen maaşın neredeyse yarısı
olmuş durumda. Memur maaşlarına ilişkin verilerin bu
değişimleri ne derece dikkate aldığı önemli. Özel
sektöre ilişkin veriler bu anlamda daha sorunlu
olmalı. Çünkü özel sektörde önemli ölçüde sigortasız
çalışan ya da daha düşük sigorta primi ödemek için
maaşı kayıtlarda düşük gösterilenler var. Bu nedenle
ücret ve maaşlara ilişkin verilerin bence ciddî
biçimde konuyla spesifik olarak ilgilenen (varsa)
uzmanlar tarafından incelenmesi gerekir.
Diğer sorun endekslerle ilgili. Fiyat endeksleri refah artışı
hesaplamalarına ne kadar uygun? Öncelikle her ne
kadar Türkiye'de sürekli enflasyondan bahsetsek bile
reel olarak bazı malların fiyatları düşüyor.
(Bunların neden endekslere yansımadığını uzmanlara
bırakıyorum). Özellikle teknolojinin gelişmesi ile
birlikte malların fiyatları sürekli değişme
eğiliminde. İki-üç sene önce 1000 dolar karşılığı
TL'ye satılan bilgisayarı, bugün neredeyse yarı
fiyatına almak mümkün. Yine çok yakın tarihte cep
telefonları 600-700 dolara satılırken bugün fiyatlar
30-40 dolara kadar düşmüş durumda. Bunlar yakın
tarihteki gelişmeler. Bir de bugün sıradanlaşması
nedeniyle fiyat düşüşlerini dikkate almadığımız
mallar var. Örneğin, zamanın ünlü aktörü Ayhan Işık
ile yıllar önce bir gazetede yapılan röportajda
meşhur film yıldızı ünlü aktör, ilk başrolünden
aldığı parayla kendine bir kol saati aldığından
böylece meydanlardaki saatlere bakıp zamanını
ayarlamaktan kurtulduğundan bahsetmekteydi. Bugün
herhalde kimse bir saat almak için kendisine bir
filmde başrol teklif edilmesini beklemek zorunda
değil.
Fiyat düşüşlerine neden olan bir başka unsur uluslararası serbest
ticaret alanındaki gelişmelerdir. Türkiye'de de
ithalat üzerindeki engellerin kaldırılması ile yurt
dışından gelen rekabet içeriye fiyat düşüşleri
şeklinde sirayet etti. Örneğin çocukluğumda bir
statü meyvesi olan muz, ithalat engellerinin
kaldırılmasıyla birlikte elma, portakal gibi
"sıradan" fiyatlı meyvelerle aynı fiyata satılmaya
başlandı (gerçi 2002 yılı başında gümrüklerin %
200'e yükseltilmesiyle yeniden pahalandı ama yine
de ulaşılmaz değil). İthalatın liberalizasyonu ile
benzer durumlar birçok malda yaşandı.
Refahı etkileyen, ama rakamlara yansımayan bir başka unsur da
kalite etkileridir. Örneğin 70Tİ yıllarda da
evimizde de bir televizyon vardı, şimdi de bir
televizyon var. Bu durumda refahım değişmedi mi?
Tabiî ki değişti. Çünkü 70'li yıllardaki televizyon
siyah-beyazdı ve çok basit ayarlan vardı. Şimdiki
televizyonum ise renkli, teletekstli. Hatta biraz
daha paraya kıyarsam stereo, internet bağlantılı,
görüntüleri hafızaya alan bir televizyon bile
alabilirim. Yani şimdiki televizyonumun sağladığı
fayda eskisine göre çok daha fazla. 70'li yıllarda
da evimizde bir çamaşır makinesi vardı, şimdi de
bir tane. O zaman annem merdaneli makinesiyle,
leğende çamaşır yıkayan annesine göre çok daha az
yorulmaktaydı. Şimdi otomatik makinesiyle 70'li
yıllara göre çamaşır yıkarken çok daha az
yoruluyor. Ama maalesef bunlar verilere yansımıyor.
Tüm dünyada özellikle de Türkiye gibi gelişmekte
olan ülkelerde tüketim alışkanlıkları hızla
değişiyor. Peki endeksler bu değişikliğe aynı hızda
uyarlanabiliyorlar mı? İTO'nun İstanbul Ücretliler
Geçinme Endeksi 1963'ten sonra 1985 yılında
değiştirilmiş. DİE'nin endeksleri ise on yılda bir
yenileniyormuş. 1987 yılında endeksi her beş yılda
bir hazırlamaya karar vermişler, ancak 1994 yılında
yeni bir endeks hazırlanabilmiş. On yıl içinde hem
tüketicinin tüketim alışkanlıkları hem de alışveriş
alışkanlıkları çok değişiyor, ama endeksler bu
değişikliklere uyarlanamıyorlar. Özellikle yüksek
enflasyonlu ve düşük gelirli ülkelerde tüketiciler
fiyat değişiklikleri karşısında süratle tepki
veriyorlar ve hemen fiyatı yükselen malın
ikâmelerini aramaya başlıyorlar. Dolayısıyla o malın
tüketicinin sepe-tindeki ağırlığı aniden değişiyor.
Tabiî hesaplama tekniklerinin de değişen ağır-lıklan
dikkate alacak şekilde yenilenmesi gerekiyor ama
bunların yapılması oldukça güç. Tüketicinin fiyat
farkları karşısında bir başka tepkisi alışveriş
yaptığı yeri değiştirmek. Alternatiflerin
çoğalmasıyla tüketici süpermarketten aldığı malı
daha ucuz olduğunu keşfederse pazardan almaya
başlayabiliyor. Ya da A marketinden değil de B
marketinden kolaylıkla alabiliyor. Peki endeks
hazırlayanlar veri topladıkları yerleri bu kadar
süratle değiştirebiliyorlar mı?
Bu sorunlar sadece Türkiye ile ilgili değil. 1995
yılında ABD'de Tüketici Fiyatları Endeksi'nin
incelenmesi için bir komite kuruluyor. Bu komite
ABD'de TÜFE'-nin enflasyonun tüketiciler üzerine
getirdiği yükü ortalama 1 puan abarttığını
buluyor." (Yani enflasyon %3 olarak ilan edilmişse
gerçek rakam %2 olmalı). Türkiye'de henüz böyle bir
çalışma yapılamadığı için TÜFE'deki sapmaları
bilemiyoruz ama bu oranın -yukarıda belirtilen
sebeplerden- daha yüksek olduğunu kestirmek zor
değil. Bunları hesaplamak kuşkusuz zor, ama mevcut
endeksleri iyileştirmek mümkün. Buradaki soru bunu
hesaplamaya değip değmeyeceği. Çünkü enflasyonun
%60-70 arasında dolandığı bir ülkede 3-4 puanlık
sapmalar çok önemli olmayabilir. Bu nedenle de
değmez diye düşünülebilir. Bunlar tartışmaya açık
konular. Ama bildiğimiz bir şey var: Yıllık ufak
sapmalar uzun zaman dilimlerinde büyük farklara
sebep olabiliyor. Bu nedenle eğer mevcut endeksler
ilgili kurumlar tarafından yeniden ele
alınmayacaksa bu verileri kullanan araştırmacıların
uzun zaman dilimlerine ilişkin hesaplamalar yaparken
daha tedbirli olmaları gerekir.
Kaynak: Murat ÇOKGEZEN
|