|
Savaş ve Ekonomik Evrim
Tüm olaylar sürecinin sonucunda ortaya çıkan savaş,
dünya ekonomik yaşamı üzerinde büyük bir etki yapma
konusunda başarısızlığa uğramadı. Her ülkede ve
ülkeler arasındaki ilişkilerde, "ulusal ekonomiler"
ve dünya ekonomisinde topyekün bir değişikliğe
neden oldu. Maddi üretim araçlarının ve canlı emek
gücünün yok edilmesiyle beraber üretim güçlerinin
barbarca israfı ve büyük ölçüde sosyal olarak
yararlı olmayan harcamalar yoluyla ekonominin
cansızlaştırılmasıyla, savaş büyük bir kriz gibi
kapitalist gelişmenin temel eğilimlerini
şiddetlendirdi. Finans kapitalist ilişkileri ve
dünya ölçeğinde sermayenin merkezileşmesini büyük
ölçüde hızlandırdı. Bugünkü savaşın merkezileşme
karakterini taşıdığı (emperyalist merkezileşme)
şüphe götürmez. Birincisi, ister yüksek düzeyde
sanayileşme yoluyla gelişmiş olsun (yatay
merkezileşme ve yoğunlaşma), isterse tarımsal
gelişmeye sahip olsun (dikey merkezileşme) bağımsız
küçük devletler çökmüştür. Tarımsal gelişme tipine
sahip ülkeler aynı zamanda daha zayıf bazı
formasyonları (ve benzer şekilde geri kalmışları)
yutmuşlardır. Ancak bu
durum nispi olarak önemsizdir. Kendine özgü koloni
politikası olan oldukça gelişmiş bir ülke olan
Belçika'nın bağımsız bir şekilde varlığını
sürdürmesi şüphelidir. Balkanlarda merkezileştirici
yeniden paylaşım sürecinin olacağı açıkça
ortadadır. Afrika'da, kolo-nilerdeki karışıklığın
çözümleneceği beklenebilir. Diğer taraftan, Almanya
ve Avusturya-Macaristan'ın arasında çok güçlü bir
yakınlaşmaya (konsorsiyumlar arasındaki anlaşmalar
şeklinde) tanık oluyoruz.
Savaşın fiili sonucu ne olursa olsun, siyasi
haritanın büyük bir devlet homojenliği yönünde
değişeceği açıkça ortadadır (ve a pri-ori
düşünülebilir). Bu husus tam olarak emperyalist
özelliğe sahip "ulusal devletlerin" geliştiği
durumdur (Nationalitatenstaaten).
Savaşla şiddetlendirdiğinde, gelişmenin genel
eğilimi daha i-leri bir merkezileşme sürecinin
içinde yer alıyorsa, aynı zamanda savaş da, oldukça
güçlü iç örgütlenmeye sahip büyük kapitalist devlet
tröstlerinin birinin dünya sahnesine çıkmasını
hızlandıracaktır. Amerika Birleşik Devletleri'nden
söz ediyoruz.
Savaş Birleşik Devletleri benzeri görülmemiş bir
duruma soktu. Rusya'nın Avrupa'ya tahıl ihracatını
durdurmasıyla birlikte, Amerikan tarım ürünlerine
olan talep arttı. Diğer taraftan, savaş halindeki
ülkelerin Birleşik Devletlerin savaş sanayi
ürünlerine olan talebi büyük bir ölçüde arttı."
Birleşik Devletler de kredi sermayesi aramaya
yöneldi (dış borçlar v.s.). O zamana kadar
Avrupa'ya borçlu olan Amerika'nın durumu savaş
sonunda hızla değişti. Amerika'nın borçları ödendi
ve Amerika cari işlemler ve kısa vadeli krediler
alanında Avrupa'ya kredi verir hale geldi. Birleşik
Devletler'in bu artan finansal öneminin bir yönü
daha var. Amerikan eyaletleri başta İngiltere ve
Fransa olmak üzere Avrupa'dan
sermaye ithal etmekteydi. Avrupa sermayesini ithal
eden Birleşik Devletlerden ithal edilen sermayenin
önemi çok azdı. Savaş sırasında Kanada, Arjantin,
Panama, Bolivya ve Kostarika ödünçlerini Avrupa'ya
değil ama Birleşik Devletlere yatırdı. Amerikan
ülkeleri önemsiz fonlar elde ettiler, fakat bu
işlemlerin karakteristiği sayılan ülkelerin
gerçekte Londra pazarının her zamanki müşterileri
olmalarıydı. Böylece savaş sonrasında New York,
Londra'nın yerini aldı ve Pan-Amerikan programının
fınansal bölümünü geliştirdi. Savaşın devam etmesi,
askeri harcamaların ve borç ödemelerinin
düzenlenmesi, savaş sonrası dönemde büyük ölçüdeki
sermaye talebi (sabit sermayenin yeniden inşası ele
alındığında v.s.) Birleşik Devletler'in mali
önemini daha da arttıracaktır. Amerikan sermaye
birikimini hızlandıracaktır. Amerika'nın diğer
bölgeler üzerindeki etkisini arttıracak ve Birleşik
Devletleri dünya pazarındaki mücadelede hızlı bir
şekilde ön plâna çıkaracaktır.
Amerika Birleşik Devletleri örneği, bir kapitalist
devlet tröstünün nasıl büyüdüğünü ve geliştiğini,
önceden Avrupa'ya bağlı olan ülkeleri ve bölgeleri
nasıl yuttuğunu göstermektedir. Amerika'nın dünya
ile olan bağlarının gelişmesiyle eşanlı olarak,
"ulusal birliğin" oldukça yoğun bir şekilde
gelişmesine tanık oluyoruz. "Ulusallaştırma"
eğilimleri savaşan gruplar arasında hâlâ güçlüdür:
Uluslararası meta mübadelesi bozulmuş, savaş
halindeki ülkeler arasındaki sermaye ve emek gücü
hareketi durmuş ve hemen hemen tüm ilişkiler
kesintiye uğramıştır. "Ulusal" ekonomilerin
sınırları içinde (Almanya en iyi örnektir. Zira
Almanya tüm dünyayla ilişkiyi kesmiştir) üretken
güçlerin hızlı bir şekilde yeniden dağılımı
sürmektedir. Bu sadece savaş sanayi ile değil
(Almanya'da-ki piyano üreten işletmelerin yeni
işlerle uğraşmaya başladığı, kısaca mermi kovanı
üretmeye başladığı bilinen bir gerçektir) fakat aynı
zamanda genelde yiyecek ve tarım ürünleriyle
ilgilidir. Böylece savaş, ekonomik otokrasi
eğilimini ve "ulusal" ekonominin bir bütün olarak
kendi kendine yeterli hale gelmesi eğilimini
alışılmadık bir biçimde şiddetlendirmiş, dünyayla
olan bağları aşağı yukarı koparmıştır. Bununla
beraber, bu eğilimlerin hüküm süreceği, dünya
ekonomisinin tümüyle birbirinden ayrı çok sayıda
bağımsız parçalar haline geleceği düşünülebilir mi?
Ütopik emperyalizm buna inanıyor veya inanmak
istiyor. Emperyalizmin ideologları, bir ülkenin her
şeyi kendisinin "ürettiği", "yabancılara bağlı
olmadığı" bir durumu vs. istiyorlar. Bir ülkenin
gerekli "ekonomik tamamlayıcılara" sahip olduğunu,
kendisi için gerekli hammadde kaynaklarını temin
ettiğini düşünelim. Onlara göre amaca ulaşılmıştır.
Bununla birlikte, bu tartışmalar eleştirilere
dayanamayacaktır. Emperyalist beyler izledikleri
ilhak politikalarının dünyanın ekonomik bağlarını
geliştirdiğini, sermaye ve meta ithalatını
genişlettiğini, hammadde ithalatındaki artışı v.s
ifade ettiğini tümüyle unutuyorlar. Böylece, belli
bir bakış açısından, emperyalizmin politikası bir
çelişkiyi içermektedir: emperyalist burjuvazi, bir
yandan dünya ekonomik ilişkilerini en üst düzeye
çıkarır (kartellerin damping politikalarını
hatırlayın), diğer taraftan kendisi ve dünya
arasındaki gümrük duvarlarını yükseltir. Bir yandan
sermaye ihraç eder, diğer taraftan dış baskılardan
yakınır. Tek kelimeyle, bir yandan ekonomik yaşamı
uluslararasılaştırır, diğer taraftan tüm gücüyle onu
"ulusal sınırlar" içine sokmaya çalışır. Tüm
engellere rağmen, uluslararası bağlar gelişmeye
devam eder. Böylece Felix Pinner şunları
söylediğinde tamamıyla haklıdır:
Dış ticaretin alışılmamış bir biçimde gelişmesinin
söz konusu olduğu ulusal iktisat politikalarının
uygulandığı dönemde, savaşın ve bunun büyük
devletlerde yol açtığı politik düşüncelerin
uluslararası ilişkileri (sınırları kapatma
eğiliminin (Ausperrungstedenzenj şimdiye dek
yapmadığı kadar) tahrip edeceğini düşünmemiz
gerekir.
Savaş devam ederken, bir yerde ekonomik bağların
kalkması veya zayıflaması bunların bir başka yerde
gelişmesini beraberinde getiriyordu. Almanların
Rusya'daki hâkimiyeti sona erdi ve yerini Müttefik
güçlerin hakimiyetine bıraktı. İş bununla bitmedi.
Kapitalist faaliyetin düzenleyici ilkesinin kâr
birikimi olduğunu hatırlamalıyız. Savaş, modern
burjuvazinin "işlerinden" birisidir. Savaş bir kez
sona erdi mi aynen geçmişteki gibi eski bağlar
kurulur (savaş sırasındaki kaçak faaliyetlerden
bahsetmiyoruz). Kapitalist çıkar bu adımların
atılmasını zorunlu kılar. Uluslararası işbölümü,
doğal ve sosyal koşullardaki fark, dünya savaşıyla
bile yok edilemeyecek ekonomik ön şarttır. Bu
nedenle, uluslararası ilişkilerde maksimum kârı
gerçekleştirecek belli değer ilişkileri ve bunun bir
sonucu olarak, belli koşulları mevcuttur. Ekonomik
olarak kendi kendine yeterlilik değil ama eşanlı
"ulusal" birleşme ve dünya rekabeti bâzında yeni
çelişkilerin ortaya çıkmasıyla birlikte
uluslararası ilişkilerin güçlendirilmesi gelecekte
önü açılacak bir yoldur.
Böylece savaş dünya sermayesinin genel gelişimini
durduramazsa, aksine büyük ölçüde merkezileşme
sürecinin gelişimini ifade ederse, tekil "ulusal"
ekonomilerin yapısını her "ulusal" yapının sınırları
içinde merkezileşmeyi şiddetlenerek etkiler ve
üretken güçlerin önemli ölçüde ziyan edilmesine
neden olarak, "ulusal ekonomiyi" giderek artan bir
biçimde finans kapital ve devletin ortak
kurallarının altına sokarak örgütler.
Ekonomik yaşama olan etkisiyle, savaş birçok
bakımdan sanayi krizlerine neden olur. Savaşın
sanayi krizlerinden farkı, sosyal zararların ve
yıkımların daha büyük oluşudur. Bu zararlar
öncelikle ekonomik olarak kendini burjuvazinin orta
tabakası üzerinde hissettirir -bu sanayi krizleri
boyunca da devam eden bir süreçtir. Piyasalar
kaybedildiğinde, tüm üretim kollan çalışamaz hale
gelir. Sağlam bir talebin olmaması nedeniyle o
zamana kadar ki bağlar kopar, tüm kredi sistemi vs.
altüst olur. Bununla beraber, işçilerin dışında en
çok etkilenenler burjuvazinin orta tabakalarıdır:
öncelikle iflas ederler. Bunun aksine büyük ölçekli
karteller hiçbir şekilde etkilenmemişlerdir. Çok
sayıda işletmenin, özellikle savaş
malzemesi üreten
işletmeler, yani öncelikle ağır sanayi alanındaki
işletmeler (güya "askeri kârlar") kârlardaki artışı
göstermek için bol miktarda istatistiki bilgi
toplamak kolaydır. Üretilen artı değerin artmaması
gerçeğine rağmen (aksine, çok sayıda emekçinin
orduya alınması nedeniyle artı değer azalmıştır)
büyük ölçekli burjuvazinin küçük ve kartelleşmemiş
gruplarının kârlarını kaybetmesi pahasına elde
edilmektedir. (Diğer taraftan, kârlardaki artış
geleceğin ihtiyaçlarına tekabül edecek kıymetli
evraklardaki artışla açıklanmıştır). Üretken
güçlerin korkunç derecede yağmalanması ve toplumun
sabit sermayesinin "tüketilmesi"15 söz
konusu olduğunda, grupların yer değiştirmesi ve
burjuvazinin çeşitli kısımlarının nispî olarak
büyümesi söz konusudur. Bu eğilimler savaşla
birlikte sona ermeyecektir. Büyük burjuvazi savaş
boyunca durumunu korur ve güçlendirirse, savaş
sonrası ortaya çıkacak büyük ölçüdeki sermaye talebi
büyük ölçekli bankaların gelişmesini, sonuç olarak
da sermayenin merkezileşmesinin ve yoğunlaşmasının
hızlı bir şekilde gelişimini kolaylaştıracaktır.
Savaşın açtığı yaraların sarılmasına
girişilecektir: yıkılan ve kullanılamaz hale gelen
demiryollarının, dükkanların ve fabrikaların
makinelerinin, ulaşımdaki lokomotif ve vagonların
vs. yeniden yapılması ve onarılması. Tüm bu
harcamalar askerî devlet aygıtını genişletecek ve
onaracaktır. Bu durum sermaye talebini büyük ölçüde
artıracaktır ve bankacılık tröstlerinin durumunu
güçlendirecektir.
Finans kapitalist gruplar güçlenirken, devletin
ekonomik yaşama olan müdahalesi büyük ölçüde
artmıştır.
Bu başlık altında şunlar söylenebilir. Devlet
tekellerin (üretim ve ticaret) formasyonu. Devlet ve
belediyelerin, özel sendika ve
tröstlerle birlikte
işletmelerin ortağı olduğu sözüm ona "karma
işletmeler" (gemischte Betriebe) denen işletmelerin
örgütlenmesi. Devletin özel işletmelerin üretim
süreçlerini kontrolü (zorunlu üretim metotlarının
düzenlenesi vs.): dağılımın düzenlenmesi (zorunlu
olarak malların alımı ve teslimi; merkezi devlet
dağıtım bürolarının örgütlenmesi; devletin
hammadde, yakacak, yiyecek mağazaları; fiyatların
dondurulması; ekmek, et karneleri, vs., mal
ihracatının ve ithalatının yasaklanması). Devlet
kredi mekanizmasının örgütlenmesi ve son olarak
devlet tüketim örgütleri (komünal mutfaklar).
Bunun ötesinde İngiltere dolaysız yük sigortasını
kurdu. Tüccarların senetleri için devlet garantisi
verdi, ülke dışındaki İngiliz tüccarlara ait
ödemelerin yerine getirilmesinde gecikme olduğunda
bunun ödenmesi taahhüdünü getirdi. Savaş halindeki
tüm devletler de benzer şekilde aşağı yukarı aynı
tedbirleri almışlardır.
"Sanayinin mobilizasyonu" yani militarizasyonu,
müteşebbis örgütleri, karteller, konsorsiyumlar ve
tröstler güçlü oldukları zamanda daha kolay
gerçekleştirildi. Savaş nedeniyle menfaat
sağlayacak işveren örgütleri sahip oldukları
düzenleyici aygıtı çok yakın ilişki içinde
oldukları emperyalist devletin emrine verdiler:
Böylece, bu işveren örgütler direkt üretim
sürecinden kredi dolaşımındaki inceliklere kadar
ekonomik yaşamın militarize edilmesinin
teknik-ekonomik imkânını sağladılar. Sanayinin
karteller olarak örgütlendiği yerlerde,
"mobilizasyonu" devasa boyutlara ulaştı.
Mr. Pinner Almanya hakkında şöyle demektedir:
"Ekonomik yaşamın geniş kesimleri on yıllardır
birbirleriyle çok yakın bir biçimde birleşmiştir,
faaliyetlerinin karakteri hemen hemen kolektif bir
niteliktedir. Ulusal üretimin büyük bir kısmını
yutup, bunları tek bir idarenin yönetimine
sokmuşlardır. Bunlar "karteller ve tröstlerdir".
Sanayi mobilizasyonun önemi kadar, amacını İngiliz
bakan Mr. Lloyd George 3
Haziran günü Manchester'de ülkenin savunulmasına
ilişkin yasanın hükümete tüm fabrikalar üzerinde tam
bir güç sahibi olmasını sağlayacağını, hükümete çok
sıkı çalışma konusuna öncelik vermeyi mümkün
kılacağını, hükümete her fabrikayı kullanma
yetkisini vereceğini ve engellerle
karşılaşıldığında bakanlığın emirlerinin etkin bir
şekilde yerine getirilmesini sağlamak için her
yetkiye sahip olacağını vurgulamıştır. Benzer
tedbirler Fransa ve Rusya'da da alınmıştır. Devlet
gücünün özel teşebbüsün üretimi üzerindeki direkt
kontrolünden başka, savaş çok sayıda devlet
tekelinin ortaya çıkmasına neden olmuştur.
İngiltere'de demiryolları devletin mülkiyetine
geçmiştir. Almanya ekmek, patates, nitrat vs.'yi
devlet tekeli altına almıştır ve daha bir çok madde
için bu husus düşünülmektedir (daha sonra ele
alacağız). Kömür sanayii bile, sendikalarının
hükümetle işbirliği içine girdiği "karma kartel"
haline dönüşmüştür. Tüm bu durumda hükümet üretimin
tüm safhalarına direkt olarak müdahale etmektedir.
Bununla birlikte, hükümetin kredi ilişkileri yoluyla
daha etkin bir müdahale aracı vardır. Bunun en tipik
örneği Almanya'da uygulanan "finansal mobilizasyon"
ve ilgili işlemlerdir. Savaşın başlangıcında bile
Reichsbank bir çok büyük banka yoluyla işlevini
yerine getiriyordu. Daha sonra bu bankanın
faaliyetleri bu bağlamda büyük ölçüde gelişti.
Sözüm ona "ödünç veren bankalar" {Darlehens hassen)
denen bankalar, devlet kuruluşlarının Reichsbank'a
bağımlı hale gelmesinde olduğu gibi, çok kısa
sürede kredi işlemlerinde önemli bir unsur haline
geldiler. Halkın üstüne direkt olarak Reichsbank
yoluyla yüklenen iç askeri borçlanmalar büyük bir
öneme sahiptir. Böylelikle, savaştan önce bile
Almanya'nın ekonomik yaşamında çok büyük öneme
sahip olan Reichsbank'in önemi, henüz yatırılmamış
sermayeler için güçlü bir çekim merkezi haline
gelerek daha da artmıştır. Diğer taraftan, giderek
büyüyen devlet işletmelerini ve devlete ait diğer
ekonomik örgütleri finanse eden bir kurum olarak da
gelişme göstermiştir. Böylelikle devletin merkez
bankası tüm kapitalist devlet tröstlerinin
"gözdesi" olmuştur.
Bu evrimin sadece Almanya'yla sınırlı olduğu
düşünülmemelidir. Gerekli değişiklikler yapılarak
aynı süreç savaşan tüm ülkelerde tekrarlanmaktadır
(savaşmayan ülkelerde de tekrarlanmıştır, ama daha
küçük ölçüde). Burada oldukça önemli görünen bir
soruya, yani devlet tekelleri ve gelecekleri ile
ilgili soruna değinmek istiyoruz. Bu yılın Ağustos
ayında Reichstag'da Dr. Helffereich şöyle diyordu:
"Hesaplamalara göre bu dünya savaşının tüm katılan
ülkelere olan maliyeti aşağı yukarı günde 300 milyon
mark civarındadır yani 100 milyar marka mal
olmuştur", (Bravo!). "Bu, dünya tarihinin bu zamana
kadar görmediği devasa bir değer yıkımı ve yer
değiştirmesidir".24 Dr. Helffereich'in "Marshal
of Finance"den alıp verdiği rakamların "savaşın
genel maliyeti" hakkında hiç bir fikir vermediğini
söylemeye bile gerek yok. Çünkü, sadece devletlerin
acil savaş harcamalarıyla ilgilidir. Bununla
beraber, bu bağlamda özellikle bu tür harcamalarla
ilgilenip, askeri borçlanmaları içeren ayrıntılı
rakamları belirtmemiz yararlı olacaktır.
Vestnik Finansov, No. 44, 1915'teki hesaplamaları
kullandık. Bununla beraber, tablodaki verilerin,
savaşa katılan ülke sayısı 12 olmasına rağmen
bunların sadece en büyük altısının savaş
borçlanmalarını gösterdiğini vurgulamamız
gerekiyor. Böylesi alışılmamış ölçüde ve
diğerlerinin yıkımından başka bir işe yaramayan
harcamalar yapıldığında, devlet borcu büyük ölçüde
artar ve devletin finansal örgütleri tümüyle
zıvanadan çıkar. Denge öylesine ciddi bir biçimde
bozulur ki savaştan sonra bile devam edecek olan
büyük ölçüdeki harcamalar (devlet borç faizi
ödemeleri, sakat ailelere yapılacak yardımlar vs.)
söz konusu olduğunda devlet hazinesini yeniden
dolduracak ek kaynaklar aranır hale gelir. Tek bir
ülkeyi ele alırsak, Almanya'da devlet gelirlerinin
iki katından fazla artırılması gerekecektir.
Harcamaları devletin mutad gelirlerinden (devletin
sahip olduğu işletmeler, dolaysız ve dolaylı
vergileme) karşılamak imkânsız hale gelecek ve
devlet, tekellerini genişletmeye zorlanacaktır.
Burjuvazinin yönetici halkaları bu düşünceyi zamanla
kabul eder, çünkü son analizde devletin güçlü olması
kendilerinin güçlü olması demektir. Bu nedenledir
ki Alman bankalarının "bilimsel" organı Dr. Felix
Pinner'in ağzından şöyle denmektedir:
Genelde tekeller ve özelde bir veya bir başka tekel
konusunda ortaya çıkan keskin fikir ayrılığı bir
gecede ortadan kalkmıştır (Über Nacht verschvvundenj,
ve hemen hemen herkes alkol, petrol, elektrik (ve
özellikle elektrik akımı) kibrit, belki de kömür,
tuz, potasyum, tütün ve sigorta işlemlerinin
tekelleşmesi tehlikenin neredeyse gerçekleşeceği
konusunda hem fikirdir.
Bu koşullardaki tekel eğilimlerinin ileride daha da
artması olasıdır. Bildiğimiz gibi, gaz üretimi
elektrik üretimiyle rekabet içindedir, dolayısıyla
bir gaz tekeli olasıdır. Daha olası bir durum,
devlet gücünün, tekeller üzerinde yoğunlaşmasıdır.
Kömür sanayii, devletçe tekelleştirildiğinde, pik
demir üretimi etkilenecektir. Bu türde çok sayıda
örnek verilebilir. Bundan sonra tüm bu tekliflerin
kağıt üzerinde kalıp kalmayacağı ve burjuvazinin
direnciyle karşılaşıp karşılaşmayacağı sorusu
ortaya çıkar.
Devlet tekelleriyle ilgili olarak ortaya çıkan
tavrın ne olduğunu belirttik. Tabii ki, şu anda bile
çıkarları şu ya da bu şekilde birbiriyle çelişen
burjuvazinin alt grupları vardır. Bununla beraber,
bu noktada savaşın güçlendirdiği ekonomik evrim, bir
bütün olarak burjuvazinin devlet gücünün tekelci
müdahalesine daha toleranslı davranmasını sağlayacak
bir ortamı yaratması gerekir ve yaratacağı da bir
gerçektir. Bu değişikliğin temel nedeni, devlet
gücünün ve finans kapitalin öncüleri arasında
giderek artan yakınlıktır. Devlet ve özel tekel
işletmeleri, kapitalist devlet tröstleri çatısı
altında birleşmektedir. Devlet ve finans kapitalin
çıkarları giderek daha da uyumlu hale gelir. Diğer
taraftan, dünya pazarında rekabet gücünün
şiddetlenmesi, maksimum bir merkezileşme ve devlet
gücünü gerekli kılmaktadır. Bir yandan bu son iki
neden ve diğer yandan finansal nedenler kapitalist
toplum içinde üretimin devletleştirilmesinin temel
unsurlarını oluşturmaktadır.
Burjuvazinin, üretimi bir elinden diğerine
geçirmesinde kaybedeceği bir şey yoktur, çünkü
günümüzdeki devlet gücü, bankaların ve sendikaların
başında aynı kişilerin bulunduğu büyük bir güce
sahip müteşebbisler birliğidir. Bu koşullarda fark,
burjuvazinin gelirini sendikadan değil devlet
bankasından elde etmesidir. Diğer taraftan
burjuvazi böyle bir işlemden karlı çıkacaktır, zira
ancak üretim merkezileştiğinde ve militarize
olduğunda, yani devletçe örgütlendiğinde,
burjuvazinin bu lanet olası rekabetten muzaffer
olarak çıkması umut edilir. Günümüzdeki savaş
finansal "dayanaktan" daha öte bir şeye gerek
duyar. Savaşı başarıyla sürdürebilmek için
fabrikaların ve atölyelerin, madenlerin ve tarımın,
bankaların ve borsaların-kısaca her şeyin savaş
hesabına "çalışması" gereklidir. "Her şey savaş
için", burjuvazinin sloganıdır. Savaşın
gerektirdiği ihtiyaçlar ve emperyalist bir biçimde
savaşa hazırlanma gereği burjuvaziyi, kapitalizmin
yeni bir biçimini aramayı, üretim ve bölüşümü
devlet gücüne bırakılmasına ve eski burjuva
bireyselliğinin tümüyle yok edilmesine
yöneltmektedir.
Tabii ki savaş sırasında alınan tedbirler savaştan
sonra da devam etmeyecektir. Et ve ekmeğin tayına
bağlanması, çok sayıda meta üretiminin ve ihracatın
yasaklanması gibi tedbirler barıştan sonra
yürürlükten kaldırılacaktır. Bununla beraber,
devletin üretimi ele geçirme eğiliminin daha da
artacağı konusunda şüphe yoktur. Devletle özel
kapitalist işletmeler arasında bir çok sanayi
dalında "karma işletmeler" şeklinde bir ortaklık
olasıdır. Savaş sanayii dallarında pür devlet
üretim tipi mümkündür. Cunow ulusal ekonomilerin
geleceğini "banka sermayedarlarının hakimiyeti,
uluslararası yoğunlaşmanın genişlemesi, devlet
kontrollerinin ve devlet işletmelerinin artması"
olarak çok doğru bir şekilde tanımlamaktadır.
Endüstriyel örgütlenme süreçleri ve devletin
ekonomik faaliyetlerindeki artış bu değişikliğin
-Profesör Jaffe'nin ifadesiyle-ekonomik yapı
ilkesinin sosyal anlamı olduğu sorusunu ortaya
çıkarır. Yandaşları Alman üniversite
profesörlerinden oluşan ve sözüm ona devlet
sosyalistleri denenler, ilk karşı çıkanlar olmuştur.
Kari Ballod devlet tekelleri vs. konusunda yaptığı
gibi, bunların daha şimdiden yeni bir üretim yapısı
oluşturduklarını düşünerek ütopyaların yeniden
doğduğundan söz etmektedir. Jaffe ekonomik yapının
militarizasyonunu sosyalizmden farklı kılan şeyin,
"sosyalizm" kelimesinin "mutluluk dolu bir düşünce
trendini" ifade etmesi, savaşta ise bireyin
tamamıyla bir "bütünün" hizmetinde olmasından
bahsetmektedir. Profesör Krahmann'ın yazılarında
ilginç tartışmalara rastlıyoruz. Maden sanayinin
geleceğini profesör şu şekilde görmektedir.
Askeri düşünceler nedeniyle devlet gücünün
uyguladığı, devlet ve ülke savunmasını destekleyen
tüm tedbirlerin günümüzdeki güçlü etkisi bizi başka
dallarda olduğu kadar maden alanında da devlet
sosyalizmine yaklaştırır. Bununla beraber, böyle bir
örgütlenmeye, savaştan önce bazılarının korkusuyla
bazılarının da umutla baktıkları yoldan gidilmez-
Bu durum, uluslararası sulandırılmış bir sosyalizm
olmayıp, ulusal olarak birleşmiş bir sosyalizmdir.
Bu, ne demokratik bir komünizm ve ne de
aristokratik bir sınıf hakimiyetidir. Sınıfları
uzlaştıran bir ulusalcılıktır. 1 Ağustos 1914'ten bu
yana, bu sürece önceden imkânsız olduğu düşünülen
bir hızla yaklaşıyoruz.
"İlke olarak değişmiş" olan günümüz "devlet
sosyalizminin" görüntüsü nedir? Yaptığımız analizden
kalkarak bu soruyu karşı konulmaz bir mantıkla şu
şekilde cevaplayabiliriz: Devlet sosyalizminin
değil ama devlet kapitalizminin en üst düzeye
çıktığı kapitalist devlet tröstlerinin çatışı
içinde hızlandırılmış bir merkezileşme süreciyle
karşı karşıyayız. Ancak söz ettiğimiz şey, yeni bir
üretim yapısı yani sınıfların karşılıklı
ilişkilerinde meydana gelen bir değişme değildir.
Aksine, karşı karşıya olduğumuz husus bu zamana
kadar duyulmamış miktarlarda üretim araçlarına sahip
bir sınıfın göçündeki artıştır. Böylesi bir durum
için kapitalizm sonrası ilişkilere tekabül edecek
bir terminolojiyi kullanmak sadece riskli olmayıp
aynı zamanda da abestir. "Savaş sosyalizmi" ve
"devlet sosyalizmi" kavramları insanları hata
yapmaya yöneltmek ve çok sevimsiz bir içeriği
"güzel" bir kelimenin etkisiyle sarmalama amacıyla
kullanılan kelimelerdir. Kapitalist üretim tarzı,
meta mübadelesinin genel çerçevesi içinde kapitalist
sınıfın elinde tuttuğu üretim araçlarının
tekelleşmesine dayanır. Prensipte, tekelleşmenin
direkt olarak devlet ya da "özel teşebbüs"
tarafından örgütlenip örgütlenmemesinin çok fazla
bir önemi yoktur. Her iki durumda da söz konusu
olan meta ekonomisi ve daha önemlisi, proletarya ve
burjuvazi arasındaki sınıf ilişkileridir.
Bundan (kapitalizm devam ettiği ölçüde) geleceğin
devlet kapitalizmine yakın ekonomik formlardan
oluşacağını söyleyebiliriz. Kapitalist devlet
tröstlerinin oluşacağını söyleyebiliriz. Kapitalist
devlet tröstlerinin savaşla birlikte hızlanan bu
evrimleri, bu tröstler arasında dünya çapındaki
mücadelesine yansıyacaktır. Kapitalist devletleri,
kapitalist devlet tröstlerine dönüştüren eğilimin bu
devletlerin karşılıklı ilişkilerine nasıl
yansıdığını gördük, "ulusal" bünye içindeki tekelci
eğilimleri ülke dışındaki alanları istila yoluyla
tekelleştirme eğilimlerini kışkırttı. Bu da rekabet
ve rekabet şeklini korkunç bir hale getirdi. İçeride
merkezileşmenin daha öte bir gelişme göstermesiyle
birlikte, bu hassas durum büyük bir hızla daha
hassas hale geldi. Buna ilâveten, bu husus serbest
olan sermaye faaliyet alanın hızla daralmasıdır.
Böylelikle, yakın geleceğin şiddetli çelişkilerle
dolu olacağı ve sosyal atmosferin savaşla tehdit
edileceği konusunda en küçük bir tereddüt yoktur. Bu
durumun gösterdiği gelişimin bir ifadesi militarizm
ve emperyalist düşüncelerin gösterdiği olağanüstü
gelişimdir. "Özgürlük" ve bireycilik" ülkesi olan
İngiltere tarife uygulamasına başlamış ve sürekli
bir ordu kurmuştur. Bütçesi askeri ihtiyaçlar
yönündedir. Amerika gerçekten çok büyük savaş
hazırlıklarına girişmektedir. O "barışçıl" sevimli
günler sona ermiştir. Kapitalist toplum dünya
savaşlarının oluşturduğu bir fırtına içine
düşmüştür.
Sınıf ilişkileri hakkında söylenmek üzere bize ancak
birkaç kelime düşmektedir. Çünkü yeni kapitalist
ilişkilerin çeşitli sosyal -grupların durumlarını
yansıtacağı tamamıyla a priori bellidir. Temel
ekonomik soru, "ulusal" gelirin çeşitli kısımlarının
akıbetinin ne olacağıdır. Eşdeyişle soru, "ulusal"
ürünün çeşitli sosyal sınıflar arasında nasıl
dağılacağı ve öncelikle işçi sınıfının "payının" ne
olacağı hususuna yöneliktir. Bu sürecin aşağı yukarı
tüm gelişmiş ülkelerin-kine benzer gelişme
göstereceğini ve "ulusal" ekonomiler için doğru olan
şeyin dünya ekonomisi için de doğru olacağını
düşünüyoruz.
Öncelikle reel ücretlerin düşme yönündeki eğilimini
belirtmek zorundayız. Kapitalist üretimdeki
orantısızlığın sonucu olarak ortaya çıkan yüksek
fiyatlar sadece ortadan kalkmakla kalmayacak fakat
aynı zamanda artmaya devam edecektir (söz ettiğimiz
fiyatlar "savaş zamanındaki" fiyatlardan
farklıdır). Dünya sanayi ve tarım arasındaki
orantısızlık daha da artacaktır. Çünkü tarım
ürünlerinin hızlandırılmış sanayileşmenin içinden
geçtiği bir çağa girmiş bulunuyoruz. Bir Rus
gazetesi, artan militarizasyon ve savaşlar vergi
baskısını dayanabilecek son sınıra kadar artıracak,
"vergilen-dirilebilecek her şey" vergilendirilecek
ve vergilenen her şey mümkün olan en yüksek vergi
yükünü taşıyacaktır demektedir. Bu laf boşuna
değildir. Üretken olmayan harcamalar çok büyük
boyutlara ulaştığında ve devlet bütçesi yeniden
düzenlendiğinde direkt ve endirekt vergilemenin
artması kaçınılmazdır. Hayat pahalılığına neden
olan bir çok unsur vardır: birincisi, fiyatlar
gümrük tarifeleri nedeniyle yükselir, ikincisi,
tröstleşmiş endüstrilerde tekel fiyatlarının
bulunması devlet tekellerinin mali nedenlerle
fiyatlarının artmasına neden olur. Bunun sonucu
ise, ulusal ürünün giderek artan bir kısmına
burjuvazi ve onun devleti tarafından el
konulmasıdır.
Diğer taraftan işçi sınıfından gelen zıt bir eğilim
de, örgütlenmiş ve devletle tek vücut olmuş
burjuvazinin giderek güçlenen direnciyle
karşılaşacaktır. Geçmişte alışılmış bir olgu olan
işçilerin
başarıları hemen hemen
imkânsız hale gelir. Bunun sonucunda işçi sınıfının
durumu nispî değil ama mutlak olarak kötüleşecektir.
Sınıflar arasındaki antagonizmalar kaçınılmaz
olarak kesinleşecektir. Bu husus bir başka nedenle
de ortaya çıkacaktır. İşçi sınıfının ekonomik
koşullarındaki kötüleşmenin ötesinde, toplumun
kapitalist devlet yapısı işçileri resmen
emperyalist devletin köleliğine sürükleyecektir.
Gerçekte, savaştan önce bile devlet işletmelerinde
çalışanlar örgütlenme, grev gibi çok temel haklardan
mahrum bırakılmışlardır. Demiryolu veya postahane
grevleri hemen hemen bir hıyanet olarak
addedilmiştir. Savaş proletaryayı daha da baskı
altına almıştır. Üretimin hepsini hemen hemen
önemli hale getiren ve hemen hemen tüm üretim
dallarını savaş çıkarlarına yönlendiren devlet
kapitalizmiyle ceza yasası tüm ekonomik faaliyet
alanlarına yayılmıştır. İşçilerin hareket etme
özgürlükleri, grev hakları sözüm ona "yıkıcı"
denilen partilere üye olma, çalışmak istemedikleri
işletmeyi seçme hakları yoktur. İşçiler toprağa
değil ama fabrikaya bağlı hale getirilmişlerdir. Tüm
üretken yaşamı bünyesinde toplayan soyguncu
emperyalist devletin beyaz köleleri haline
gelmişlerdir.
Böylece sınıflararası antagonizma bu zamana kadar
görülmeyen boyutlara ulaşmıştır.
Sınıflararası ilişkiler açık ve kolay anlaşılır
hale gelmiştir. Devlet bir kez üretimin dolaysız
işletmecisi ve örgütleyicisi konumunu alırsa "sınıflarüstü"
devlet şeklindeki esrarlı kavram "kişilerin"
bilincinden silinir. Çok sayıda ara zincirin
gizlediği mülkiyet ilişkileri eski çıplaklığıyla
ortaya çıkmıştır. Savaş dışı zamanlarda işçi
sınıfının durumu bu olduğunda, savaş sırasında
şüphesiz daha kötü olacaktır. İngiliz mali
çevrelerinin yayın organı Economist, savaşın
başlangıcında dünyanın çok ağır sosyal çelişkiler
çağına girdiğini yazdığında tümüyle haklıdır.
|