|
Tartışma: Şirketlerin Kâr Yapmanın Ötesinde
Bir Sorumluluğu Var mıdır?
Norman P. BARRY
Milton Friedman 1970'de kısa, fakat ziyadesiyle
ihtilaflı bir yazı yayınladı.1 Bu yazıda,
şirket yöneticilerinin, toplumun daha geniş
menfaatleri adına kâr maksimizasyo-nu şartlarını
gevşetme gibi bir görevleri olduğu fikrini reddetti.
Yöneticiler, şirket sahipleri (hisse sahipleri)
adına hareket etme yolunda sıkı bir akdî sorumluluk
altında bulunmaktadır. Yöneticilerin (veya,
aslında, şirket sahiplerinin) şirket kaynaklarını
(işyerinde pozitif kayırmacılık (affırmative action),
bir sosyal adalet anlayışına dayalı ödüllendirme ve
pozitif hukukun gerektirdiklerini aşan sert çevre
sınırlandırmaları gibi) sosyal gayelere hizmet etmek
için kullanmaları, onların bazı siyasî fonksiyonları
üstlenmeleri anlamına gelecektir. Bazı kimseler daha
ileri gidebilir ve bunların bir tür hırsızlık
olduğunu söyleyebilir.2 Sosyal
sorumluluk tezi sosyalizmi gerçekleştirmeye yönelik
örtülü bir teşebbüstür. Friedman'm görüşü, bazı
tadillerle de olsa, bütün kapitalizm taraftarı
yazarlar tarafından kabul edilmiştir. Meselâ, pasif
hisse sahibinin geleneksel anlamda kaynak sahibi
olmadığı, şirketin gizli bilgilerine ulaşmasına izin
verilmediği söylenir. Hisse sahipleri, daha ziyade
bir sözleşme -hisse sahiplerini yatırımları
üzerinden bir getiriye hak sahibi kılan bir
sözleşme- çerçevesinde firmanın partnerleri
(ortaklar) olarak kabul edilirler. Bu sözleşme
şirkete, hisse sahibinin menfaatlerine karşı
olabilecek ahlaken değerli projeler için harcama
yapma yetkisi vermez; dahası, mahkemeler hisse
sahiplerinin menfaatlerini geliştirmeyi hedef
almayan eylemleri tasdik etmekte isteksiz olmuştur.1
Kapitalizmin asıl haklılaştırması faydacı bir temele
dayanmaktadır. O, çalışmak isteyenler için iş
imkânı yaratır ve tüketiciye rekabetçi fiyatlarda
ürün sağlayarak sosyal refahı artırır. Mamafih, bu
hedeflerden her sapış, sadece faydanın azalmasına
yol açmaz, ona ilâveten mülkiyet ve sözleşme
haklarının ihlâline de sebep olur. Fakat, bu
teoride, fayda ve haklar arasındaki ilişki asla
araştırılmaz.
Bununla beraber, kapitalizme karşı duyulan düşmanlık komünizmin
çöküşüyle hafiflemedi. Aslında hür teşebbüse
yönelik saldırılar, eleştiriciler piyasanın yerinin
bütünüyle başka bir şey tarafından alınmasına değil
yalnızca reforma tâbi tutulmasına yönelik mütevazı
tavsiyeler teklif ettiğinden, daha netameli hâle
gelmiştir. Temel iddia şudur: Kapitalizm (özgürlük
ahlâkından kaynaklanmış) kendi kendini tashih eden
bir sistem değildir, onun kendisinin dışındaki bir
ahlâk sistemi tarafından tasdik edilmeye ihtiyacı
vardır. İş ahlâkı fikri de buradan kaynaklanır.
Bundan başka, iş âlemi, ahlâkî ve yasal tasdik
kazanmak için, Friedman'm dediğinin ters/ne,
geleneksel ahlâkı aşacak şekilde sosyal sorumluluk
üstlenmelidir. Bunun bir sebebi şudur: Devlet
şirkete varlık statüsü, daimî-lik ve en önemlisi
onsuz varolamayacağı sınırlı sorumluluk gibi
imtiyazlar vermiştir.4 Şirkete, toplumun
diğer birimlerine ve partnerlar (ortaklar) gibi
diğer iş personeline karşı imtiyazlar veren bu
"hediyeler", firmalar tarafından, sıradan
vatandaşların yapması gerekmeyen
davranışlarla/faaliyetler göstermek suretiyle
kazanılmahdır/hak edilmelidir.
Mamafih, iş dünyasının kendiliğinden gelişen ve
pozitif hukuktan önce gelen bir konvansiyonlar
(mukaveleler) dünyasında, kendi ahlâkını yarattığını
göstermek zor değildir. Dünya egoistler (veya, en
azından, bildik fayda-maksimizasyoncuları)
tarafından iskân edilmiş bir dünya olsa bile, iş
dünyası kendi kendine mülkiyeti ve sözleşmeleri
koruyan bir hukuk ve ahlâk çerçevesi -ki bu çerçeve
olmaksızın iş dünyası yaşayamazdı- yaratacaktır.
Mahkûmların dilemması teorisinin birçok senaryosunda
tekrar tekrar gündeme getirilen örneklerde, rasyonel
bireyler/birimler bu kurallara kendi menfaatleri
için uyacaklardır (David Hume'un5
gözlediği gibi, birbirini sevmeyen iki çiftçi, yine
de, işbirliğinin her ikisinin de yararına olduğunu
keşfedecektir). İş dünyasının mensupları
-Voltaire'in6 Londra borsasıyla ilgili
hayranlık yaratan sözlerinde işaret ettiği üzere-
kendilerinin kişisel çıkar arayışıyla yönlendirilen
uluslararası ve kültürler arası davranışlarının,
tam da iş âleminin temel kurallarının dine ve etnik
kökene karşı kayıtsız (tarafsız) olması sayesinde
koordine edildiğini görmektedirler. Londra borsası,
Yahudilerin, Hris-tiyanlarm ve Müslümanların barış
içinde ticaret yapabildiği, tek 'günah'in iflâs
olduğu bir buluşma yeriydi. İş faaliyetlerinin,
kuralları ihlâl edenlerin belirlenemediği ve diğer
katılımcılar tarafından cezalandırılmadığı (yalnızca
bir kere oynanan) 'tek-atışlık' dilemma oyunlar
olduğu durumlar çok nadirdir. Bir defaya mahsus
olarak, ticaret veya üretim yapan kişisel çıkar
arayışındaki egoistlerin çevreye verebileceği bazı
türden zararlar farklı olabilir ve zorlayıcı
regülasyon gerektirebilir, ancak, bu durumda bile,
sert bir şekilde tatbik edilen mülkiyet hakları
rejimi aşırıya kaçmış (çok fazla) yasama
faaliyetinin önüne geçecektir. İş âleminin çoğu,
insanların yalnızca bilgisayar ekranı aracılığıyla
buluştuğu modern fınans pazarlarında dahi, kendi
kendisini regüle edebilir. Zorlayıcı regülasyonun
yokluğunda, oyunun yeni oyuncuları, oyunun
sözleşmelerine/ kurallarına dâhil edilecektir. Bu
piyasalarda ortaya çıkan hayret verici birçok iş
skandali gayretkeş savcıların ve çok sayıdaki
rekabeti tahrip edici kuralların sonucudur.
Şirketlerin kârın ötesine geçmesini gerektiren
kurallar kendiliğinden gelişmeyecektir, zira bu
kurallar nadiren iş faaliyetlerinin kendisiyle
ilişkilidir.
Şirket Hakları Bireysel Haklara İndirgenebilir
Sanırım, örf ve adet hukuku (corrrrnon law) sistemlerinde
işletmelerin bireysel haklara indirgenemeyecek
herhangi bir hakka sahip olmadığı gösterilebilir.7
Şirket tarzı oluşumun, sözüm ona özel imtiyazları
bireylerin kaynaklarını bir havuzda toplaması ve
mukaveleyle bir sun'î kollektif varlık yaratması
sayesinde ortaya çıkabilir ve nitekim öyle de
olmuştur. Şu bir hakikattir ki, İngiltere'deki ilk
şirketler Taht'm verdiği imtiyaz bağışlarıyla ortaya
çıkmıştı (aynı şey daha önce Birleşik Devletler'de
de olmuştu) ve bu şirketlere imtiyazlarla beraber
spesifik sosyal görevler de verilmişti. Mamafih, 19.
yüzyıldan beri, şirketler otoriteler tarafından
yaratılmamış, sadece tanınmıştır. Meselâ, Birleşik
Devletler'de varolan yasama/yasalar sadece müsaade
ediciydi. Sınırlı sorumluluk konsepti tarihin
sisleri içinde ve mahkeme kararlarıyla ortaya çıktı,
yasamanın çıkardığı kanunlar sadece bu olguyu kabul
etti ve resmîleştirdi; fakat konsept bir şirket için
esas (essential) değildir, çünkü hiç kimse yasanın
himayesini arayan kişilerle ticaret yapma
yükümlülüğü altında değildir. Artık şirketler kâr
edici organizasyonlar olarak kabul edilmektedir ve
şirket çalışanları, Anglo-Amerikan hukukuna göre,
hisse sahiplerinin menfaatine olacak şekilde
davranma yolunda katı bir itibarî (itimada dayalı)
göreve sahiptir. Bu görev, şirketin orijinal
fonksiyonuna ve gayesine zarar veren bazı pozitif
hukuk kaynaklı veya yargıç yapımı tahribatlara
rağmen, hâlâ geçerlidir.
Mamafih, iş ahlâkı üzerinde çalışan çoğu yazarın
iddiası şudur: Şirket bireysel değil sosyal
kaynaklardan çıkar; yalnızca toplumun müsaadesiyle
işler (çalışır). Şirketin, mensuplarının ortak
gayelerini geliştiren (teşvik eden) bir tür kolektif
varlık oluşu önemsiz bir gerçektir. Şirketin
zenginliğinin ve bağımsız fonksiyonunun her tarafı
işgal edecek devlet kuvvetine önemli sınırlar teşkil
ettiğini belirtmek de doğrudur. Fakat, bunların
hiçbiri, John Kenneth Galbraith'ın bir seferinde
ileri sürdüğü gibi, şirketin, piyasanın düzeltici
(ıslah edici) sürecinden bağışık olduğuna delâlet
etmez. Bugün zirvedeki Amerikan şirketlerinin
ekserisinin yirmi yaşından genç olması ve son
yıllarda bazı büyük şirketlerin ortadan kalkmış veya
başkalarının eline geçmiş olması gerçeği,
şüphecileri, şirketlerin hayli belirsiz ve rekabetçi
bir ortamda faaliyet gösterdiğine ikna etmeye
yeterli olmalıdır. Şu doğrudur: Ronald Coase'un
1937'de işaret ettiği gibi, işçi, bir şirkete
katılmakla, piyasa(daki) özgürlüğünün bir miktarını
kaybeder, çünkü firma saf piyasa toplumunun bireysel
olarak müzakere edilerek ulaşılmış çok taraflı
anlaşmaları (zemini) üzerinde değil, iki taraflı ve
spesifik olmayan mukaveleler üzerinde işler.9
Fakat, yine de, bu anlaşmalar bir kişinin istediği
takdirde anlaşmadan vazgeçme özgürlüğüne sahip
olduğu, gönüllülüğe dayalı düzenlemelerdir.
Gerçekten, hem İnternet'in yükselişi hem de bireylerin sofistike
teknolojileri kullanması ve evde çalışabilmesi, yok
oluşlarına işaret etmiyorsa da, şirketlerin
mahiyetini/ tabiatını değiştirmektedir. İşlem
maliyetleri değiştikçe iş tarzları değişir, böylece
firmalar sadece pür piyasa üretim metotlarının
ciddî biçimde yüksek işlem maliyetleri getirmesi
yüzünden doğarlar. Hakikaten, piyasa ekonomileri
ilerledikçe, firmalar daha birey-selci (individualistic)
olmaktadır ve, sonuç olarak, şirketlerin sosyal
sorumluluğu tezinin makullüğü gittikçe
azalmaktadır.
Şirketler ve Sosyal Sorumluluk Talebi
Görünür gelecekte şirketler varolmaya devam edecektir. Bunun
anlamı, sosyal sorumluluk taleplerinin de aynı
şekilde sürecek olmasıdır. Fakat bu talepler,
Ortodoks iş ahlâkınmkilerden çok farklı sosyal
politikalar gerektiren/dikte eden iktisat
kanunlarına karşı ortaya çıkmıştır. Çağdaş iş
hayatını eleştirenlerin, bir rekabetçi piyasayı
muhafaza etmeye istekli olduğu farz edilebilir;
gerçekten, onlar monopollerin ve diğer piyasa
kusurlarının müzmin tenkitçileridirler. Fakat,
anlayamadıkları şey, şirketlerin, ancak, piyasa
daha az rekabetçi olduğunda, hayırsever ve sosyal
bakımdan sorumlu olabileceğidir. Buna ilâveten,
etkin bir piyasada, bazı işçilerin lehine olan kimi
davranışlar, normal olarak, diğer işçilerin aleyhine
olacaktır. Meselâ, Coca Cola, 1970'lerin başlarında,10
Florida'da kötü şartlarla karşılaşan göçmen
işçileri için bir özel teşebbüs refah programı
gerçekleştirerek sosyal sorumluluğun şampiyonluğunu
yapmaktaydı (bu işçilerin hayat şartlarının
geldikleri yerdeki insanların hayat şartlarından çok
daha iyi olmasına rağmen). Fakat, refah programı,
erdemli bir hareket olmasına rağmen, maliyetleri
yükseltti ve şirket bünyesinde, farkına varılmayan
bir işsizliğe yol açtı. Yalnızca yeterli ilâve
kaynağa sahip tekelciler hayırseverlik davalarına
girişebilir, fakat çoğu ahlâkçı iş alemindeki
herkesin böyle yapmasını bekler. İngiltere'de, bir
süre önce özelleştirilen su monopolleri iş ahlâkını
savunmada liderlik yapmaktadır. Bu tür firmalar
sadece mükemmel değil eksik/ kusurlu piyasa
sayesinde cömert olabilmekle kalmazlar, fakat,
cömert olmamaları hâlinde aşırı regülasyona tâbi
tutulmaktan da korkarlar. Bu durumda, sosyal
sorumluluk tezi tekellerin oluşmasını teşvik etmez
mi? Şirketlerin hayırseverlik faaliyetlerinin
çoğunda, bu hayırseverliğin gerçekten ahlâkî bir
davranış mı (yani hisse sahipleri tarafından
isteyerek tasdik edilmiş bir davranış mı) yoksa
yalnızca ihtiyatlılık tedbiri mi olduğunu ayırt
etmek kolay değildir.
Gerçekte, iş âleminin sosyal sorumluluğunu
vurgulayanlar, hisse sahipleri bir yana, şirket
yöneticilerinin hayırseverlik görevlerini ifa
etmesini, yani adalet ve mülkiyetin temel
kurallarına itaat etmenin ve sözünde durmanın
ötesine geçen yükümlülükler üstlenmesini talep
ederler. Bu görevlerin özel kişilere ait olması
münasiptir ve bunlar, ahlâkın samimî ifadeleri
oldukları yerlerde, normal olarak, o işe girişenin
(gerçekte malî) bir fedakârlığını gerektirir. Fakat,
şirket yöneticileri, ancak şirkette hisse sahibi
değillerse, bu sorumlulukları sahipleneceklerdir. İş
ahlâkı, hisse sahipleri için, çalışmaktan daha
zevkli ve daha az külfetli, fakat, yöneticilerin bir
rant arama biçimi olmaktan daha öteye geçmeyen bir
faaliyettir. Şirketler, aynı zamanda, kâr azaltıcı
regülasyonlârı savuşturmakta gayet aktiftir, ki bu
tavır da hakikî moralist tarafından iki yüzlü bir
davranış olarak görülecektir. ABD'nin eski Çalışma
Bakanı Robert Reich," sosyal görevleri ifa eden
firmalara vergi ve regülasyon avantajlarının
sağlanacağını söylemişti. Kapitalist ekonomilerde
iş âleminin düşük itibar sahibi olduğu göz önüne
alındığında, ahlâkın bir taktik davranış biçimi
olarak belirmesi şaşırtıcı değildir.
Alâkadar Komüniteryenizminin Ticarete Yönelik Tehdidi
Şirketlerin sosyal sorumluluğuyla ilgili örneklerin her biri uzunca
bir süredir ortalıktadır ve mülkiyete ve sözleşmeye
yönelik tehditlerine rağmen, ticaret hayatı kendini
onlara uydurmuştur. Bununla beraber, son zamanlarda
aynı okuldan ticarete yönelik çok daha ciddî bir
tehdit gelmeye başlamıştır. Bu, alâkadarlar (stakeholder)
hareketidir. Bu hareketin tavsiyeleri hukuka
yerleştirilseydi, bu tavsiyelerin mülkiyet
üzerindeki zayıflatıcı tesiri Amerika ve
İngiltere'de serbest piyasayı hemen hemen işleyemez
hâle getirirdi. Anglo-Amerikan kapitalizminin
eleştiricilerinin kapıldığı alâkadarcılığın (stake-holderism)
satıhtaki cazibesi, onun Almanya ve Japonya'nın
rakip ve başarılı ekonomilerinin bir veçhesi
(özelliği) olarak belirmesi gerçeği tarafından
artırılır. Gerçekten, bu ekonomiler şirket
sorumluluğu teorisyenlerinin dayanılmaz ölçüde cazip
bulduğu ko-müniteryen özellikler taşır
görünmektedir.
Alâkadar (stakeholder) kelimesinin hissedar (stockholder)
kelimesinin -ki orijinal olarak bir sahiplik tarzına
işaret etmekteydi- yerine yerleştirmeye çalışmak
akıllıca bir yaklaşım değildir. Fakat şimdilerde
neredeyse sahiplik haklarının antitezini temsil etme
durumuna gelmiştir. Anglo-Amerikan kapitalizminin
mülkiyet haklarına bağlılığını kesin olarak
reddetmede önde giden alâkadarlık teorisyenleri Evan
ve Freeman şöyle demekteydi: "Sahiplere
gelir/kazanç ödemenin sebebi, onların firmaya
'sahip' olması değil, fakat desteklerinin firmanın
yaşaması için gerekli olması ve firma üzerinde meşru
bir hakka (claim) sahip olmalarıdır."12
Hissedarlar, şirket kaynakları üzerinde hak
iddiasında bulunabilecek çok sayıdaki gruptan
sadece biridir. Potansiyel olarak rakip gruplar
işçileri, tedarikçileri, firmanın bulunduğu yerin
sakinlerini ve firmayla, ne kadar önemsiz olursa
olsun, gerçekten bir temas içinde olabilecek her
grubu kapsayacaktır. Kantçı olduklarını iddia
etmelerine rağmen, Evan ve Freeman'm teorilerinde,
hissedarlar, Kantçı olmayan bir tarzda, başkalarının
amacının aracı olarak kullanılmaktadır.
Açıktır ki, alâkadarlık teorisine göre, firma
sahipleri organizasyonda hiçbir özel konuma sahip
bulunmayacaktır ve bu sebeple alâkadarlar tarafından
alman kararlarda rasyonelliğin hâkim olması pek
muhtemel değildir. Sahipler, kârdan ziyade,
fabrikanın başka yere taşınması, ödüllendirme,
işten çıkarma (eğer olacaksa) ve devralmalar (eğer
müsaade edilecekse) gibi işlerle meşgul/ilgili
olacaktır. Problem şudur: Alâkadarlar tarafından,
şirketleri etkileyen tipik kararları almada
kullanılacak, fiyat mekanizmasına eşit, bir
düzenleyici ilke yoktur. Alâkadarlık fikri ciddiye
alınsa, bir şirkette karar-oluş-turma bir
parlâmentonun toplantısına benzerdi ve yönetim
kurulu odası savaşan baskı gruplarının muharebe
sahası olurdu. Alâkadarlık teorisyenlerinin, şirket
kararlarını etkileyen grupları, şirketi teşkil eden
gruplardan biri olarak görmesi tesadüf değildir.
Bununla beraber, alâkadarlık teorisi şirket devirleri üzerindeki
tartışmaya önemli bir katkıda bulunmuştur. Standart
koUektivist tez şudur: Şirket, hissedarlarının
mülkiyeti değildir ve, bundan dolayı,
sermayedarların yaptığı tercihler şirketin
geleceğiyle ilgili tartışmalarda göz önünde
bulundurulması gereken tek nokta olmamalıdır. Anglo-Ameri-kan
kapitalizmiyle onun Alman ve Japon rakipleri
arasındaki en açık fark, Alman ve Japon
ekonomilerinde hasmane devralma tekliflerinin (bid)
olmamasıdır. Buralarda şirket, aslında, alâkadar
grupların (işçi sendikaları, bankalar, yöneticiler
ve diğerleri) sa-hipliğindedir, o kadar ki, meselâ,
Almanya'da, hissedarlar -gözetleme heyetlerinde işçi
sendikalarının mecburî mevcudiyetine rağmen- bu gibi
konularda nihaî söz hakkına sahip olmasına rağmen,
hiçbir şirket hissedarı, şirketteki hisseleri ne
kadar fazla olursa olsun, hisselerinin %5'inden
fazla oy hakkına sahip olamaz. Bu, sahipliğin gücünü
sulandırır/zayıflatır. Fakat, hissedarlara büyük
önem veren bireyci hassasiyetiyle, Anglo-Amerikan
kapitalizmi öyle bir dünyada işleyemezdi. Devralınma
tehdidinin namevcudi-yeti hâlinde, şirket
yöneticileri rant arayıcısı olacak ve hissedarlara
gitmesi gereken gelirleri kendilerine akıtacaktır.
Bir alâkadarlar koalisyonunun sahipliğindeki bir
şirkete kim yatırım yapmak ister? Japonya ve
Almanya'da "sahipler"in devralma tehdidi olmadan
yöneticiler üzerinde disiplin tesis edebileceği veya
bu ülkelerdeki komüniteryen ruhun anti-sosyal
egoizmi önleyeceği doğru olabilir, fakat bu sosyal
karakteristiklerin, globalleşme sürecine ve bu
sürecin kaçınılmaz olarak ticarete getireceği
anonimliğe rağmen yaşama ihtimali azdır. Gerçekte,
Almanya'daki %5 oy kuralının bu yıl içinde ortadan
kaldırılması planlanmaktadır. Burada savunulan
argümanlar sırf faydacı değildir, çünkü alâkadarlık
fikri meşru sahipler ve çalışanlar arasında
gelişmesi gereken ahlâkî ilişkileri de engeller.
Böyle bir dünyada güvenlikten yoksun olacak olan
yalnızca mülkiyet hakları değildir; siyasî türden
kararların daimî tehdidi altında kaldığı sürece,
hangi sözleşmeye dayalı ilişki emniyet içinde
olabilir ki? Bir şirket, yalnızca iyinin peşinden
gitmekle ilgili olsa bile (eğer böyle bir şey
tahayyül edilebilirse), alâkadarlık ilkeleri
üzerinde organize edilemezdi, çünkü, bazı
düzenleyici ilkelerin olmaması hâlinde, şirket,
yarışan (rakip) iyi kavramları tarafından devamlı
taciz edilecektir. Bu durumda bile, iş idarî eylem
gerektirecektir ve bu yöneticilerin nihaî olarak bir
menfaat grupları koalisyonundan çok hissedarlara
karşı sommlu olduğu bir sistemde mümkün olabilir.
Menfaat grupları, sağlıklı malî karar oluşturma
sürecini tahrip eder.
Sonuç
Basit faydacı temellerde, Anglo-Amerikan kapitalizmi
rakiplerine üstün gelmektedir. Alman sosyal piyasa
ekonomisi hâlihazırda büyük baskı altındadır ve
ülkenin şirketleri yabancı şirketler tarafından
gittikçe daha fazla tehdit edilmektedir (Bu yazının
kaleme alındığı günlerde, Almanya'nın belli başlı
telefon şirketlerinden Mannesmann, İngiliz şirketi
Vodafone tarafından tarihteki en yüksek fiyat
teklifiyle alınmak istenmektedir. Vodafone'un
potansiyel başarısı Alman modelinin sonu demek
olabilir). Gerçekten, komüniteryen kapitalizmin
zayıflatıcı ve rekabet gücünü azaltıcı etkisi
yüzünden, Almanlar diğer ülkelerde yoğun şekilde
yatırım yapmaktadır. İktisat kavramları en sonunda,
en ince ahlâk teorilerine üstün gelecektir; sermaye
daima getirişinin en yüksek olduğu yere akar. Fakat
bu modelin bilhassa ahlâkî olan bir tarafı yoktur;
ne Alman yorumcuların ne de kapitalistlerin
şirketlerinin diğer ülkelerdeki muhasım firmalara
yönelik bir itirazları vardır. Bu, bu modelin
rasyonel ekonomi veya bir üniversal ahlâktan ziyade
milliyetçilikle alâkalı olduğunu gösterir.
Çok hayran olunan Japon ekonomisi on yılı aşkın bir süredir
durgunluk batağmdadır, fakat Japon ekonomisinin
anti-bireyci önyargıları ve varolduğu ileri sürülen
şirket sorumluluğu duyguları Wall Street ve
Londra'nın açık ekonomileri tarafından çabucak
patlatılacak türden bir ahlâksızlığı (immorality)
maskeledi. Japonya'da, küçük hissedarlar kötü
muameleye tâbi tutulmaktadır; küçük hissedarlara hem
alay derecesinde küçük temettüler ödenmekte ve hem
de şirketlerin yönetiminde herhangi bir ciddî rol
almaları önlenmektedir. Kriminallerin, şirket
yönetiminde, muntazam hisse sahiplerinden daha
etkili olduğu görülmektedir.
Onyıllar boyunca Anglo-Amerikan kapitalizmi, iş âlemi mensuplarının
ahlâkî kaza-nımları kadar ticarî başarıları
konusunda da mütevazı olmuştur. Şirketlerin sosyal
sorumluluğuyla ilgili güncel talep, bu sistemin (ve
rakiplerinin) nasd-işlediğiyle ilgili yetersiz
bilgiye dayanmaktadır. Mamafih, hisse senetlerindeki
uzun vadeli istikrarlı yükselme göstermektedir ki,
hisse sahiplerinin ağırlığı ABD'de potansiyel bir
güçtür (ve İngiltere'de de gitgide öyle olmaktadır).
Bu ekonomilerde bireysel moral tercihlerde bulunma
imkânı çoktur ve bunu, 1980'lerin sıkıntılı
açgözlülük dolu yılları boyunca dahi şirket
mensupları kıymet ifade eden davalara şaşırtıcı
derecede çok bireysel bağış yapılmış olması
kanıtlamaktadır. Kapitalizmin rekabetçiliği ve
esnekliği olmaksızın piyasa ekonomileri,
hayırseverliği muhafaza etmeyi/sürdürmeyi mümkün
kılacak derecede zenginlik yaratamazdı. Kâr, iş
ahlakıyla uğraşanların tercih ettiği ahlâk için
esastır. İş âleminin sosyal sorumluluğuna abartılı
biçimde inananlar, ahlâkı sosyalleştirme ve sonunda
bireysel ahlâkî sorumluluk unsurunu ortadan kaldırma
noktasına ulaşırlar.
Çeviren: Atilla Yayla
|