Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
Türkiye İktisat Tarihi
Yeraltı Ekonomisi

Kredi Kartı Piyasası

Gelişmekte Olan Ülkeler

Finansal Piyasalar

Kent Ekonomisi

Liberalizm

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Soğuk Savaş Sonrasında Milletlerarası İlişkilerin Esasları 

A. Coşkun Kırca 

Olması Gereken ve Olan 

Önce incelemek istediğimiz konunun niteliğini ve sınırlarını tesbit edelim. Konumuz soğuk savaş sırasında milletlerarası ilişkilerin esaslarının ne olduğunu araştırmaktır. Konu­muz, bu ilişkilerin nasıl olması gerektiği değil­dir. Konumuz, siyaset biliminin ve toplumbili­min kapsamına girer; ahlâkın ve olması gerek­tiği düşünülen hukukun kapsamına girmez. 

Aslında bu iki bakış tarzı, milletlerarası ilişkilerin esaslarının değişmesi, hatta değişti­rilmesi istendiği zaman birbirine çoğu zaman karıştırılabilir. Milletlerarası ilişkilerin yeni ve daha ahlâkî hukuk kurallarına uyması gerek­tiğini düşünenler, bu ilişkilerin gelişmesinde yeni kurallara doğru bir gidiş tesbit ettiklerini iddia edebilirler; nitekim, XX. yüzyıl boyunca hemen her fırsat çıktığında etmişlerdir. Millet­lerarası ilişkilere böyle bir bakış tarzı, metodo­loji açısından temelinden reddedilemez. Fakat bu bakış açısına sahip olarak yeni bir milletle­rarası düzen isteyenlere düşen görev, düşün­dükleri   düzenin   dayanacağı   toplumbilimsel verilerin mevcut olduğunu; bu verilerin yü-rurlükteki hukuk kurallarıyla ve fiilî davranış şekilleriyle artık bağdaşmadığını ve hukuku toplumbilimsel   verilere   uygun   hâle   sokma  arkacının iradeci bir çabayı gerektirdiğini ve  haklı gösterdiğini kanıtlamaktadır. Bunun içinde yapmaları gereken, dayandıkları verilerin gerçeklere uyduğunu ispatlamaktan ibarettir. XX. yüzyılda milletlerarası toplum bu çeşit üç girişimle karşılaşmıştır. İlk girişim, Birinci Dünya Savaşının sonuna doğru Amerika Baş­kanı Woodrow Wilson tarafından yapılmıştır. Meşhur Wilson ilkeleri, savaşın hukuk dışı sayılmasını, milletlerarası işbirliğinin her alan­da genişletilmesini ve bu ilkelerin, adını Mil­letler Cemiyeti olarak koyduğu bir evrensel kuruluşun denetimi altına konulmasını iste­mişti. İkinci Dünya Savaşının sonlarına doğaı da yine Amerika Başkanı Franklin Delano Ro-osevelt, aynı ilkeleri dile getiriyordu. Benzeri bir ülkücü atılımını Batı dünyası 9 Kasım 1989 günü Berlin Duvarı'nm yıkılmasıyla, Schiller'in insan kardeşliğini terennüm eden ölümsüz mısralarını kutsallaştıran Beethoven'in nağme­leriyle kutlarken, hiçbir devlet adamının sis-temleştirmediği, ama hemen herkes tarafın­dan yaşanan bahtiyarlığın paylaşılmasıyla or­taya koymuştu. Bu Ütopyaların hiçbiri uzun süreli olmamıştır. Sebep, ülkünün hissedilişindeki gerçeğin milletlerarası camianın diğer verilerini dikkate almakta başarılı olamayışı­dır. Her defasında böyle olmuştur. 

Demek oluyor ki ilk sormamız gereken soru, içinde yaşadığımız milletlerarası ilişkile­rin hangi verilere ve kavramlara dayandığını belirlemeye çalışmak olmalıdır. Bu sorunun cevabını ararken sözkonusu veri ve kavram­ların hangi tarihî gelişimden geldiklerini iyi anlamak gerekir. 

Hikmet-i Hükümet yani Millî Çıkar: 

Richelieu 

Ortaçağ Avaıpasının genel düzeni de­rebeylik idi. Daha sonra millî devletleri kur­muş olan Krallar da birer derebeyi durumun­daydı. Derebeyleri kendi aralarındaki belirli bir hiyararşi sayesinde Krala bağlanıyor ve üst kademedeki gibi alt kademedeki de birbirleri­ne karşı yüküm ve haklarla bağlanıyordu. Fa­kat, Kralların, bağımsız prenslerin ve serbest şehirlerin üzerinde, tarihî meşruluğunu Char-leınagne'a olduğu kadar Batı Roma İmparatoı-luğu'na dayamaya çalışan bir İmparator vardı: Kutsal Roma-Cermen İmparatoru! Kustal Ro-ma-Cermen İmparatoru, Papalık'ın takdisiyle varlığını koruyor ve bütün katolik Kral, prens ve serbest şehirlerin kendisine bağlı olduğu iddiasını ileri sürüyordu. Rusya ise, o dönem­de sistemin tamamıyla dışındaydı. 

Bu iddialar, İmparatorluk'a kıyasla dış hatlar üzerinde yer alan İngiltere ve Fransa'nın itirazıyla karşılaşmaktaydı. İmparatorun nazarî olarak kendisine bağlı sayılan Orta Avrupa ve Kuzey İtalya'da da, nüfuzunu tam olarak kura­bilmekte ciddî müşkilleri oluyordu. Mesafele­rin genişliği kadar, İmparator1 tın Papa'nm nü-fuzuyla daimî bir çelişki, hatta mücadele, içinde olması bu müşkillerin başlıca sebeble-riydi. Fakat, XVI. asırda İmparatorluk tacına sahip olan Cermen asıllı katolik Habsburg Ha­nedanı İspanyol Tahtını da eline geçirmiş ve İmparator Beşinci Kari, kendisine bağlı sayılan topraklarda egemenlik kavramına dayanan bir devlet sistemi kurma yoluna girmişti. Ne var ki Protestanlığı doğuran reform hareketinin so­nunda Papalık'ın siyasî nüfuzunu büyük bir darbe yemesiyle birlikte Orta Avrupanın çoğu Cermen kral ve prensleri aralarında çok şid­detli bir mezhep kavgasına girişmişlerdi. Fran­sa ve İngiltere gibi İmparator'un nüfuzunu ta­nımak istemeyen Krallıklar, bu silâhlı mezhep kavgasın! kendi egemenliklerini güçlendirme­nin fırsatı olarak gördüler. 

İşte bu dönemdedir ki Fransa Başba­kanı Armand Jean du Plessis, Cardinal de Ric­helieu mensup olduğu Katolik Kilisesi'nin bütün hıristiyanlar üzerinde manevî hâkimiye­te sahip olduğu görüşünü bir tarafa iterek, "hikmet-i hükümet" (raison d'Etat) nazariyesi­ni ortaya atmıştır. Bu nazariye, "millî çıkar" esasına dayanıyordu. Richelieu'nün gözünde millî çıkar, inanç beraberliğine kıyasla önde geliyordu. Çünkü, aksi takdirde, Fransa Krallı­ğı, cermen egemenliği altında ikinci sınıf bir devlet hâline sokulacaktı. Bu prensleri ile Da­nimarka ve İsveç ordularının müttefiki hâline getirerek İmparator'a karşı savaş açtı. Richelieu bu siyaseti 1624'ten 1642'ye kadar büyük başarıyla sürdürmüştür. O kadar ki Papa Seki­zinci Urbain'in onun hakkında şöyle dediği ri­vayet edilir: "Eğer Tanrı varsa, Cardinal de Ric­helieu onun karşısında çok şeyi cevaplandır­ma zorunda kalacaktır. Ama eğer Tanrı yoksa, o zaman gerçekten başarılı bir ömrü olmuş­tur." 

Devletlerin hayatında lâiklik ilkesinin çoğu zaman önce dış siyasette kendisini gös­terdiğini tarih kanıtlıyor. İşte bu anlayış uzun yüzyıllar sadece Fransa'nın değil, bütün Avru­pa Krallarının temel ilkesi olmuştur. Bu ilke­nin sonucu şu olmuştur ki milletlerarası iliş­kiler artık Devletleri aşan belirli bir düzenin kurallarına göre yürütülmeyecekti. Tek kural, her Devletin kendi millî çıkarıydı. Millî çıkar ise, Richelieu'ye göre, kuvvete dayanmalıydı. Kendisinin meşhur Siyasî Vasiyetnâmesindeki şu satırlar, asırlar boyunca, hatta bugün de milletler arasındaki ilişkilerin temelini oluş­turmuştur: "Devlet konularında, güç sahibi olan çoğu kez haklı olur; zayıf olan ise, dün­yanın çoğunluğu karşısında haksız sayılmak­tan pek zorlukla uzak kalabilir." Richelieu'nün çabalarının sonucu olan 1648 Vestphalia Barışı işte böyle bir Avrupa yaratmıştı. Milletlera­rası ahlâk kavramının zamanımızda uygar ka­muoylarında belirgin bir ilerleme kaydetmesi­ne ve iktisadî ve teknolojik zorunlukların dev­letleri birbirleriyle daha sıkı bir işbirliğine doğru itmesine rağmen, günümüzün olayları Richelieu'yü hâlâ haklı çıkarmaya devam et­miyor mu? 

Kralı Meşruluk ve Ilımlılık: Metternich 

Milletlerarası ilişkilerin ikinci büyük il­kesi ise, XIX. asrın başlangıcında konulmuş­tur.

1648 Westphalia Andlaşması, Avrupa'ya nisbî, fakat devamlı bir barış getirmişti. Bu Andlaşma Almanya'da Katolik Hükümdarların yaraşıra Protestan Hükümdarların meşruluğu­nu kabul ediyor; zayıflamış bir Roma-Cermen İmparatorluğunu Habsburg Hanedanının elin­de bırakıyor ve Fransa'ya önemli toprak kazançlan sağlıyordu. Fransa, blı suretle tabiî sınırı saydığı Rhin sahiline erişiyordu. 1789'da Fransız Devriminin patlamasına kadar bu nisbî sükûn devam edecekti. Fakat, XVIII. yüzyıl boyunca millî çıkar kavgalarının çok daha et­kili olmaya başladığını görüyoruz. İki yüzyıl boyunca savaş genellenmemiş ancak Fransız ilerlemesi durmuş, Fransa İngiltere lehine Ka-nada'yı kaybetmiş ve Prusya genişlemişti. 

Bu savaşlar, Avrupa'nın bir sistem ola­rak temeli millî çıkara dayanan Hükümdar­lıklar manzumesi olma vasfını değiştirmiyor­du. Bu düzende köklü bir değişiklik tehlikesi Fransız Devrimiyle ortaya çıktı. Birinci Na­poleon, diğer Hükümdarlardan çok farklıydı. Banaparte Fransa'da tek kişinin gücünü dayalı bir rejim kurmuştu. Napoleon her ne kadar Tahta çıkarkan Papa'nın kutsamasını kabul­lenmişti; ama, Anayasıasında açıkça egemen­liğin millete ait olduğunu ve Cumhuriyetin var olmaya devam ettiğini; sadece idaresinin bir İmparatora tevdi edildiğini söylüyordu. Avru­pa Hükümdarlarının egemenliklerinin kayna­ğının Tanrı'dan geldiği yolundaki nazariyeden vazgeçmeleri imkânsızdı. Aksi hâlde, Hüküm­darlığın temeli yıkılır; meşruluğu yok olurdu. Oysa Napoleon'un başarılı orduları bütün Av­rupa'da ilâhî menşeli Hükümdarlıkları yıkıyor; çoğunun yerine kendi akrabalarını ve general­lerini Hükümdar tâyin ediyor ve en önemlisi, millî egemenlik, demokrasi ve insan hakları gibi devrimci fikirleri yayıyordu. Hükümdar­ların bunu kabullenmeleri kendi varlıklarına kasdetmekten başka bir anlam taşıyamazdı. Buna rağmen, Fransız ordularının inanılmaz zaferleri, Fransa'nın kıt'a Avrupasındaki iki büyük rakibi olan Avusturya ile Prusya'yı Fransa'nın resmî müttefiki hâline sokmuştu. Fransız hegemonyasının bütün Avrupa'ya ya­yılmasına karşı sadece iki engel kalmıştı: İn­giltere ve Rusya... Rusya, devrimci fikirleri kendi rejimi için hayatî tehlike olarak algılıyor; İngiltere ise, kıt'a Avrupasında herhangi bir devletin hegemonyasını kendi güvenliğine karşı hayatî bir tehdit olarak gördüğü için Fransa'ya karşı çıkıyordu.

Napeleon'un İngiltere'yi istilâ emelleri Trafalgar'da suya düştü. Napoleon, kıt'a üzerindeki son tehdidi yok edebilmek için bunun üzerine Moskova'ya yürümeye karar verdi. Napoleon bu yola gitmeseydi, kıt'a Avrupa­sında belki belirli bir dengeye dayanabilecek­ti. Fakat, ılımlılık ve denge Napoleon'un başta gelen faziletlerinden değildi. Moskova'ya yürüdü. Müttefikleri Prusya ve Avusturya'yla birlikte!.. Fakat, sonuç, kendi müttefiklerinin Rusya'yla birlikte Fransa'yı istilâ etmeleri oldu! 

1815 Viyana Barışı, sadece millî çıkar esasına dayanmıyordu. Avusturya Başbakanı Clernens von Mettemich, Fransa'ya karşı sa­vaşta galip çıkmış bütün Hükümdarların millî çıkarların birbiriyle bağdaştırarak dengeleme­nin yanısıra, kurulacak yeni düzeni bir meş­ruluk temeli üzerine oturtmayı başarmıştır. Herbiri kendi ülkesinde devlet gücünü elinde tutan Hükümdarların hepsi, kendi tahtlarının dayandığı tanrısal kaynaklı egemenlik kav­ramının Avrupa'nın her köşesinde saygı gör­mesini istiyorlardı. Bu temel inanç yok olursa Hükümdarlıklar da yok olacaktı. Bu sebebten ötürü Hükümdarlar, birbirlerine karşı millî çıkarlarından doğan taleplerini frenleyip sınır­layabiliyorlardı. O kadar ki Fransa'nın dâhi Dışişleri Bakanı Charles de Talleyrand'ın, Fransa Kralı'nın haklarının da aynı meşruluk ilkesine göre korunması gerektiğine ilişkin te­zini benimseyebiliyorlar ve Fransa'yı Rhin üzerindeki sınırından geriye atmamayı kabul edebiliyorlardı. 

Görülüyor ki Viyana Barışının Hüküm­darlar arasında ortak bir meşruluk ilkesine da­yanması sayesinde Avrupa barışı için, frenle­nen millî çıkarları esas tutan bir ılımlılık zihin­lere hâkim olabiliyor ve bu ılımlılık Avrupa'da bir güçler dengesine ulaşabiliyordu. 

İllerde göreceğimiz gibi, Avrupa'da ve sonra tüm dünyada milletlerarası düzenin te­meli olarak böyle bir ortak meşruluk anlayı­şına bir daha ulaşılamayacaktır. Şu anlamda ulaşılamayacaktır ki milletlerarası düzene hâ­kim olması gerektiği düşünülen ahlâkî kural­lar söz plânında sık sık ön plâna çıkarılacak; fakat, bu ahlâkî söylem hiçbir zaman Devletle­rin davranışlarında iradelerinin esinleyicisi olamayacaktır. Bu hâli bugün de yaşıyoruz. 

Gerçekçi Siyaset (Realpolitik); Bismarck 

Viyana Barışı'nın dayandığı bu Kutsal İttifak, Avrupa'da barışı 1914'e kadar koruya­bilmiştir- Şu anlamda ki Avrupa'da savaş hiçbir zaman genelleşmemiş ve 1848'e kadar Viya-na'nm rehberliğinde kralî meşruluk ilkesini konımak için girişilen seferlere veya önemsiz silâhlı kavgalara inhisar etmiştir. 

Fakat, Prusya'nın önce 1866'da Sado-wa'da Avusturya'yı yenilgiye uğratması ve Avusturya İmparatorunun Kutsal Roma-Cer-men İmparatorluğu Tahtı üzerindeki hakların­dan vazgeçmesi ve daha sonra Prusya'nın Fransa'yı 1870-71 savaşında yenmesiyle birlik­te Versailles'da İkinci Alman Reich'mın kurul­masıyla Prusya Kralı'nın Almanya İmparatoru oluşu, Avrupa'da diğer Devletlerce tahammül edilmesi mümkün bir istisna olarak görülen Fransa dışında kralî meşruluk ilkesini nazari­yede ihlâl etmiyordu. Fakat, bu gelişmeler, yı­kılan Fransız hegemonyasından sonra Alman hegemonyasının Avrupa'yı kapsaması ihtimali­ni gündeme getiriyordu.

İşte, Almanya'nın uzağı görmesini bilen dâhi Başbakanı Otto von Bismarck'ın bütün gayesi, Avrupa'da belirli bir devletin hege­monyasına karşı çıkmayı millî çıkarlarının ön­de gelen ilkesi sayan İngiltere ile Rusya'yı te­dirgin etmeyen bir ılımlılık ve denge siyaseti gütmek suretiyle Almanya'nın XIX. yüzyılın geri kalan kısmında dış çevresinin düşmanlı­ğını çekmeden Orta Avrupa'ya hâkim olabil­mesini sağlamaktı. Bismarck görevde kaldığı süre boyunca bu hedefine ulaşabildi. 

Bismarck'ın amacı, Alman birliğini ger­çekleştirmekti. 1870-71 savaşı Alman birliğinin Prusya etrafında gerçekleştirme imkânını Bis-marck'a vermişti. Bismarck için artık başlıca amaç, başkalarını Alman birliğine karşı tahrik etmeksizin birliğin devamını sağlamaktan iba­retti. Bu amaçla, Şansölye, bir Cermen ülkesi olan Avusturya'nın bile Alman birliği dışında kalmasını kabullenebiliyordu. Bu suretle, Avusturya İmparatorunun Orta Avnıpanm Slav ve Macar halkları üzerinde cermen hâki­miyetini devam ettirmesi de mümkün hâle ge­liyordu. Eğer Bismarck, Prusya etrafında Al­man  birliğini   kurarken  bu  birliğe  Avusturya'yla birlikte onun cermen olmayan arazisini de ekleseydi, diğer Avnıpa Devletlerini ziya­desiyle kuşkulandıracak ve kendisine karşı bir ittifakın hızla oluşmasını tahrik etmiş olacaktı. Sado\va zaferinden sonra Prusya ordusu Viya-na'ya kolayca girebilecek iken Bismarck'ın ih­tiyatlı siyaseti bu yolu tercih etmemiştir. 

İşte, Bismarck'ın gerçekçi siyaseti (real­politik), elbette salt ahlâkî ölçütleri milletlera­rası ilişkilerin esası olarak benimsememek açı­sından gerçekçiydi. Fakat, Bismarck'ın ger­çekliğinin asıl önemli yönü, hedeflerinin gerçekçiliği yani ılımlılığı idi. Bismarck, Al­manya'nın millî çıkarlarını manevî plânda hiç kuşkusuz başka her türlü ölçütün üstünde tu­tuyordu. Fakat, onun için Almanya'nın en bü­yük millî çıkarı, birliğini oluştururken karşı­sına büyük bir rakip ittifakın çıkmasını önle­mekti. Bismarck için Alman birliğini devamlı kılabilmenin başka çaresi olamazdı. İşte bu tesbit, Bismarck'ı Almanya'nın milli çıkarını azamîleştirmekten alıkoyuyordu. Çünkü, o, Almanya'nın millî çıkarını azamîleştirmenin sonuçta Alman birliğinin varlığını tehdit altına sokacağını görüyordu. İşte, bu ılımlılıktır ki Bismarck'ı Avrupa'da karşılıklı dengeler kur­maya sevketmiştir. Bu karşılıklı dengeler, bir­leşik Almanya'nın çevresi için bir tehdit oluş­turmayacağına dair diğer Avnıpa devletlerine güven vermek kadar, Almanya'nın kendi var­lığı ve bütünlüğünü de teminat almayı amaç­lıyordu. 

Fakat, ne var ki 1848 kaynaşmasından sonra Avrupa'da demokrasi ve milliyetçilik fi­kirleri çok ilerlemişti ve Bismarck iktidarday­ken artık Avrupa barışını sırf kralî meşruluk esasına dayanarak muhafaza edebilmek müm­kün olamazdı. Her ne kadar kralî meşruluğa olan inanç -azalmış olsa bile- bu dönemde de önemli bir öğe idi. Fakat, Avrupa'nın dengele­rini tutabilmek için bu öğe yeterli değildi. Bu sebeble, Bismarck, Avrupa barışını, Metter-nich'ten farklı olarak, kurumsallaşmış bir mil­letlerarası mekanizmaya tevdi etmemiş ve barışın teminatını, çok ince hesaplara daya­nan ikili anlaşmalarla sağlamaya çalışmıştı. Bu anlaşmalardan biri de, diğer Cermen impara­torluğunu yani Avusturya - Macaristan'ı sonu­na kadar Almanya'nın müttefiki yapan anlaş­maydı.

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005