|
Soğuk Savaş Sonrasında Milletlerarası
İlişkilerin Esasları
A. Coşkun Kırca
Olması Gereken ve Olan
Önce incelemek istediğimiz konunun niteliğini ve
sınırlarını tesbit edelim. Konumuz soğuk savaş
sırasında milletlerarası ilişkilerin esaslarının ne
olduğunu araştırmaktır. Konumuz, bu ilişkilerin
nasıl olması gerektiği değildir. Konumuz, siyaset
biliminin ve toplumbilimin kapsamına girer; ahlâkın
ve olması gerektiği düşünülen hukukun kapsamına
girmez.
Aslında bu iki bakış tarzı, milletlerarası
ilişkilerin esaslarının değişmesi, hatta
değiştirilmesi istendiği zaman birbirine çoğu zaman
karıştırılabilir. Milletlerarası ilişkilerin yeni ve
daha ahlâkî hukuk kurallarına uyması gerektiğini
düşünenler, bu ilişkilerin gelişmesinde yeni
kurallara doğru bir gidiş tesbit ettiklerini iddia
edebilirler; nitekim, XX. yüzyıl boyunca hemen her
fırsat çıktığında etmişlerdir. Milletlerarası
ilişkilere böyle bir bakış tarzı, metodoloji
açısından temelinden reddedilemez. Fakat bu bakış
açısına sahip olarak yeni bir milletlerarası düzen
isteyenlere düşen görev, düşündükleri düzenin
dayanacağı toplumbilimsel verilerin mevcut
olduğunu; bu verilerin yü-rurlükteki hukuk
kurallarıyla ve fiilî davranış şekilleriyle artık
bağdaşmadığını ve hukuku toplumbilimsel verilere
uygun hâle sokma arkacının iradeci bir çabayı
gerektirdiğini ve haklı gösterdiğini
kanıtlamaktadır. Bunun içinde yapmaları gereken,
dayandıkları verilerin gerçeklere uyduğunu
ispatlamaktan ibarettir. XX. yüzyılda milletlerarası
toplum bu çeşit üç girişimle karşılaşmıştır. İlk
girişim, Birinci Dünya Savaşının sonuna doğru
Amerika Başkanı
Woodrow
Wilson tarafından yapılmıştır. Meşhur Wilson
ilkeleri, savaşın hukuk dışı sayılmasını,
milletlerarası işbirliğinin her alanda
genişletilmesini ve bu ilkelerin, adını Milletler
Cemiyeti olarak koyduğu bir evrensel kuruluşun
denetimi altına konulmasını istemişti. İkinci Dünya
Savaşının sonlarına doğaı da yine Amerika Başkanı
Franklin Delano Ro-osevelt, aynı ilkeleri dile
getiriyordu. Benzeri bir ülkücü atılımını Batı
dünyası 9 Kasım 1989 günü Berlin Duvarı'nm
yıkılmasıyla, Schiller'in insan kardeşliğini
terennüm eden ölümsüz mısralarını kutsallaştıran
Beethoven'in nağmeleriyle kutlarken, hiçbir devlet
adamının sis-temleştirmediği, ama hemen herkes
tarafından yaşanan bahtiyarlığın paylaşılmasıyla
ortaya koymuştu. Bu Ütopyaların hiçbiri uzun süreli
olmamıştır. Sebep, ülkünün hissedilişindeki gerçeğin
milletlerarası camianın diğer verilerini dikkate
almakta başarılı olamayışıdır. Her defasında böyle
olmuştur.
Demek oluyor ki ilk sormamız gereken soru, içinde
yaşadığımız milletlerarası ilişkilerin hangi
verilere ve kavramlara dayandığını belirlemeye
çalışmak olmalıdır. Bu sorunun cevabını ararken
sözkonusu veri ve kavramların hangi tarihî
gelişimden geldiklerini iyi anlamak gerekir.
Hikmet-i Hükümet yani Millî Çıkar:
Richelieu
Ortaçağ Avaıpasının genel düzeni derebeylik idi.
Daha sonra millî devletleri kurmuş olan Krallar da
birer derebeyi durumundaydı. Derebeyleri kendi
aralarındaki belirli bir hiyararşi sayesinde Krala
bağlanıyor ve üst kademedeki gibi alt kademedeki de
birbirlerine karşı yüküm ve haklarla bağlanıyordu.
Fakat, Kralların, bağımsız prenslerin ve serbest
şehirlerin üzerinde, tarihî meşruluğunu Char-leınagne'a
olduğu kadar Batı Roma İmparatoı-luğu'na dayamaya
çalışan bir İmparator vardı: Kutsal Roma-Cermen
İmparatoru! Kustal Ro-ma-Cermen İmparatoru,
Papalık'ın takdisiyle varlığını koruyor ve bütün
katolik Kral, prens ve serbest şehirlerin kendisine
bağlı olduğu iddiasını ileri sürüyordu. Rusya ise, o
dönemde sistemin tamamıyla dışındaydı.
Bu iddialar, İmparatorluk'a kıyasla dış hatlar
üzerinde yer alan İngiltere ve Fransa'nın itirazıyla
karşılaşmaktaydı. İmparatorun nazarî olarak
kendisine bağlı sayılan Orta Avrupa ve Kuzey
İtalya'da da, nüfuzunu tam olarak kurabilmekte
ciddî müşkilleri oluyordu. Mesafelerin genişliği
kadar, İmparator1 tın Papa'nm nü-fuzuyla
daimî bir çelişki, hatta mücadele, içinde olması bu
müşkillerin başlıca sebeble-riydi. Fakat, XVI.
asırda İmparatorluk tacına sahip olan Cermen asıllı
katolik Habsburg Hanedanı İspanyol Tahtını da eline
geçirmiş ve İmparator Beşinci Kari, kendisine bağlı
sayılan topraklarda egemenlik kavramına dayanan bir
devlet sistemi kurma yoluna girmişti. Ne var ki
Protestanlığı doğuran reform hareketinin sonunda
Papalık'ın siyasî nüfuzunu büyük bir darbe yemesiyle
birlikte Orta Avrupanın çoğu Cermen kral ve
prensleri aralarında çok şiddetli bir mezhep
kavgasına girişmişlerdi. Fransa ve İngiltere gibi
İmparator'un nüfuzunu tanımak istemeyen Krallıklar,
bu silâhlı mezhep kavgasın! kendi egemenliklerini
güçlendirmenin fırsatı olarak gördüler.
İşte bu dönemdedir ki Fransa Başbakanı Armand Jean
du Plessis, Cardinal de Richelieu mensup olduğu
Katolik Kilisesi'nin bütün hıristiyanlar üzerinde
manevî hâkimiyete sahip olduğu görüşünü bir tarafa
iterek, "hikmet-i hükümet" (raison d'Etat)
nazariyesini ortaya atmıştır. Bu nazariye, "millî
çıkar" esasına dayanıyordu. Richelieu'nün gözünde
millî çıkar, inanç beraberliğine kıyasla önde
geliyordu. Çünkü, aksi takdirde, Fransa Krallığı,
cermen egemenliği altında ikinci sınıf bir devlet
hâline sokulacaktı. Bu prensleri ile Danimarka ve
İsveç ordularının müttefiki hâline getirerek
İmparator'a karşı savaş açtı. Richelieu bu siyaseti
1624'ten 1642'ye kadar büyük başarıyla sürdürmüştür.
O kadar ki Papa Sekizinci Urbain'in onun hakkında
şöyle dediği rivayet edilir: "Eğer Tanrı varsa,
Cardinal de Richelieu onun karşısında çok şeyi
cevaplandırma zorunda kalacaktır. Ama eğer Tanrı
yoksa, o zaman gerçekten başarılı bir ömrü
olmuştur."
Devletlerin hayatında lâiklik ilkesinin çoğu zaman
önce dış siyasette kendisini gösterdiğini tarih
kanıtlıyor. İşte bu anlayış uzun yüzyıllar sadece
Fransa'nın değil, bütün Avrupa Krallarının temel
ilkesi olmuştur. Bu ilkenin sonucu şu olmuştur ki
milletlerarası ilişkiler artık Devletleri aşan
belirli bir düzenin kurallarına göre
yürütülmeyecekti. Tek kural, her Devletin kendi
millî çıkarıydı. Millî çıkar ise, Richelieu'ye göre,
kuvvete dayanmalıydı. Kendisinin meşhur Siyasî
Vasiyetnâmesindeki şu satırlar, asırlar boyunca,
hatta bugün de milletler arasındaki ilişkilerin
temelini oluşturmuştur: "Devlet konularında, güç
sahibi olan çoğu kez haklı olur; zayıf olan ise,
dünyanın çoğunluğu karşısında haksız sayılmaktan
pek zorlukla uzak kalabilir." Richelieu'nün
çabalarının sonucu olan 1648
Vestphalia
Barışı işte böyle bir Avrupa yaratmıştı.
Milletlerarası ahlâk kavramının zamanımızda uygar
kamuoylarında belirgin bir ilerleme kaydetmesine
ve iktisadî ve teknolojik zorunlukların devletleri
birbirleriyle daha sıkı bir işbirliğine doğru
itmesine rağmen, günümüzün olayları Richelieu'yü
hâlâ haklı çıkarmaya devam etmiyor mu?
Kralı Meşruluk ve Ilımlılık: Metternich
Milletlerarası ilişkilerin ikinci büyük ilkesi ise,
XIX. asrın başlangıcında konulmuştur.
1648 Westphalia Andlaşması, Avrupa'ya nisbî, fakat
devamlı bir barış getirmişti. Bu Andlaşma Almanya'da
Katolik Hükümdarların yaraşıra Protestan
Hükümdarların meşruluğunu kabul ediyor; zayıflamış
bir Roma-Cermen İmparatorluğunu Habsburg Hanedanının
elinde bırakıyor ve Fransa'ya önemli toprak
kazançlan sağlıyordu. Fransa, blı suretle tabiî
sınırı saydığı Rhin sahiline erişiyordu. 1789'da
Fransız Devriminin patlamasına kadar bu nisbî sükûn
devam edecekti. Fakat, XVIII. yüzyıl boyunca millî
çıkar kavgalarının çok daha etkili olmaya
başladığını görüyoruz. İki yüzyıl boyunca savaş
genellenmemiş ancak Fransız ilerlemesi durmuş,
Fransa İngiltere lehine Ka-nada'yı kaybetmiş ve
Prusya genişlemişti.
Bu savaşlar, Avrupa'nın bir sistem olarak temeli
millî çıkara dayanan Hükümdarlıklar manzumesi olma
vasfını değiştirmiyordu. Bu düzende köklü bir
değişiklik tehlikesi Fransız Devrimiyle ortaya
çıktı. Birinci Napoleon, diğer Hükümdarlardan çok
farklıydı. Banaparte Fransa'da tek kişinin gücünü
dayalı bir rejim kurmuştu. Napoleon her ne kadar
Tahta çıkarkan Papa'nın kutsamasını kabullenmişti;
ama, Anayasıasında açıkça egemenliğin millete ait
olduğunu ve Cumhuriyetin var olmaya devam ettiğini;
sadece idaresinin bir İmparatora tevdi edildiğini
söylüyordu. Avrupa Hükümdarlarının egemenliklerinin
kaynağının Tanrı'dan geldiği yolundaki nazariyeden
vazgeçmeleri imkânsızdı. Aksi hâlde, Hükümdarlığın
temeli yıkılır; meşruluğu yok olurdu. Oysa
Napoleon'un başarılı orduları bütün Avrupa'da ilâhî
menşeli Hükümdarlıkları yıkıyor; çoğunun yerine
kendi akrabalarını ve generallerini Hükümdar tâyin
ediyor ve en önemlisi, millî egemenlik, demokrasi ve
insan hakları gibi devrimci fikirleri yayıyordu.
Hükümdarların bunu kabullenmeleri kendi
varlıklarına kasdetmekten başka bir anlam
taşıyamazdı. Buna rağmen, Fransız ordularının
inanılmaz zaferleri, Fransa'nın kıt'a Avrupasındaki
iki büyük rakibi olan Avusturya ile Prusya'yı
Fransa'nın resmî müttefiki hâline sokmuştu. Fransız
hegemonyasının bütün Avrupa'ya yayılmasına karşı
sadece iki engel kalmıştı: İngiltere ve Rusya...
Rusya, devrimci fikirleri kendi rejimi için hayatî
tehlike olarak algılıyor; İngiltere ise, kıt'a
Avrupasında herhangi bir devletin hegemonyasını
kendi güvenliğine karşı hayatî bir tehdit olarak
gördüğü için Fransa'ya karşı çıkıyordu.
Napeleon'un İngiltere'yi istilâ emelleri
Trafalgar'da suya düştü. Napoleon, kıt'a üzerindeki
son tehdidi yok edebilmek için bunun üzerine
Moskova'ya yürümeye karar verdi. Napoleon bu yola
gitmeseydi, kıt'a Avrupasında belki belirli bir
dengeye dayanabilecekti. Fakat, ılımlılık ve denge
Napoleon'un başta gelen faziletlerinden değildi.
Moskova'ya yürüdü. Müttefikleri Prusya ve
Avusturya'yla birlikte!.. Fakat, sonuç, kendi
müttefiklerinin Rusya'yla birlikte Fransa'yı istilâ
etmeleri oldu!
1815 Viyana Barışı, sadece millî çıkar esasına
dayanmıyordu. Avusturya Başbakanı Clernens von
Mettemich, Fransa'ya karşı savaşta galip çıkmış
bütün Hükümdarların millî çıkarların birbiriyle
bağdaştırarak dengelemenin yanısıra, kurulacak yeni
düzeni bir meşruluk temeli üzerine oturtmayı
başarmıştır. Herbiri kendi ülkesinde devlet gücünü
elinde tutan Hükümdarların hepsi, kendi tahtlarının
dayandığı tanrısal kaynaklı egemenlik kavramının
Avrupa'nın her köşesinde saygı görmesini
istiyorlardı. Bu temel inanç yok olursa
Hükümdarlıklar da yok olacaktı. Bu sebebten ötürü
Hükümdarlar, birbirlerine karşı millî çıkarlarından
doğan taleplerini frenleyip sınırlayabiliyorlardı.
O kadar ki Fransa'nın dâhi Dışişleri Bakanı Charles
de Talleyrand'ın, Fransa Kralı'nın haklarının da
aynı meşruluk ilkesine göre korunması gerektiğine
ilişkin tezini benimseyebiliyorlar ve Fransa'yı
Rhin üzerindeki sınırından geriye atmamayı kabul
edebiliyorlardı.
Görülüyor ki Viyana Barışının Hükümdarlar arasında
ortak bir meşruluk ilkesine dayanması sayesinde
Avrupa barışı için, frenlenen millî çıkarları esas
tutan bir ılımlılık zihinlere hâkim olabiliyor ve
bu ılımlılık Avrupa'da bir güçler dengesine
ulaşabiliyordu.
İllerde göreceğimiz gibi, Avrupa'da ve sonra tüm
dünyada milletlerarası düzenin temeli olarak böyle
bir ortak meşruluk anlayışına bir daha
ulaşılamayacaktır. Şu anlamda ulaşılamayacaktır ki
milletlerarası düzene hâkim olması gerektiği
düşünülen ahlâkî kurallar söz plânında sık sık ön
plâna çıkarılacak; fakat, bu ahlâkî söylem hiçbir
zaman Devletlerin davranışlarında iradelerinin
esinleyicisi olamayacaktır. Bu hâli bugün de
yaşıyoruz.
Gerçekçi Siyaset (Realpolitik); Bismarck
Viyana Barışı'nın dayandığı bu Kutsal İttifak,
Avrupa'da barışı 1914'e kadar koruyabilmiştir- Şu
anlamda ki Avrupa'da savaş hiçbir zaman
genelleşmemiş ve 1848'e kadar Viya-na'nm
rehberliğinde kralî meşruluk ilkesini konımak için
girişilen seferlere veya önemsiz silâhlı kavgalara
inhisar etmiştir.
Fakat, Prusya'nın önce 1866'da Sado-wa'da
Avusturya'yı yenilgiye uğratması ve Avusturya
İmparatorunun Kutsal Roma-Cer-men İmparatorluğu
Tahtı üzerindeki haklarından vazgeçmesi ve daha
sonra Prusya'nın Fransa'yı 1870-71 savaşında
yenmesiyle birlikte Versailles'da İkinci Alman
Reich'mın kurulmasıyla Prusya Kralı'nın Almanya
İmparatoru oluşu, Avrupa'da diğer Devletlerce
tahammül edilmesi mümkün bir istisna olarak görülen
Fransa dışında kralî meşruluk ilkesini nazariyede
ihlâl etmiyordu. Fakat, bu gelişmeler, yıkılan
Fransız hegemonyasından sonra Alman hegemonyasının
Avrupa'yı kapsaması ihtimalini gündeme getiriyordu.
İşte, Almanya'nın uzağı görmesini bilen dâhi
Başbakanı Otto von Bismarck'ın bütün gayesi,
Avrupa'da belirli bir devletin hegemonyasına karşı
çıkmayı millî çıkarlarının önde gelen ilkesi sayan
İngiltere ile Rusya'yı tedirgin etmeyen bir
ılımlılık ve denge siyaseti gütmek suretiyle
Almanya'nın XIX. yüzyılın geri kalan kısmında dış
çevresinin düşmanlığını çekmeden Orta Avrupa'ya
hâkim olabilmesini sağlamaktı. Bismarck görevde
kaldığı süre boyunca bu hedefine ulaşabildi.
Bismarck'ın amacı, Alman birliğini
gerçekleştirmekti. 1870-71 savaşı Alman birliğinin
Prusya etrafında gerçekleştirme imkânını Bis-marck'a
vermişti. Bismarck için artık başlıca amaç,
başkalarını Alman birliğine karşı tahrik etmeksizin
birliğin devamını sağlamaktan ibaretti. Bu amaçla,
Şansölye, bir Cermen ülkesi olan Avusturya'nın bile
Alman birliği dışında kalmasını kabullenebiliyordu.
Bu suretle, Avusturya İmparatorunun Orta Avnıpanm
Slav ve Macar halkları üzerinde cermen hâkimiyetini
devam ettirmesi de mümkün hâle geliyordu. Eğer
Bismarck, Prusya etrafında Alman birliğini
kurarken bu birliğe Avusturya'yla birlikte onun
cermen olmayan arazisini de ekleseydi, diğer Avnıpa
Devletlerini ziyadesiyle kuşkulandıracak ve
kendisine karşı bir ittifakın hızla oluşmasını
tahrik etmiş olacaktı. Sado\va zaferinden sonra
Prusya ordusu Viya-na'ya kolayca girebilecek iken
Bismarck'ın ihtiyatlı siyaseti bu yolu tercih
etmemiştir.
İşte, Bismarck'ın gerçekçi siyaseti (realpolitik),
elbette salt ahlâkî ölçütleri milletlerarası
ilişkilerin esası olarak benimsememek açısından
gerçekçiydi. Fakat, Bismarck'ın gerçekliğinin asıl
önemli yönü, hedeflerinin gerçekçiliği yani
ılımlılığı idi. Bismarck, Almanya'nın millî
çıkarlarını manevî plânda hiç kuşkusuz başka her
türlü ölçütün üstünde tutuyordu. Fakat, onun için
Almanya'nın en büyük millî çıkarı, birliğini
oluştururken karşısına büyük bir rakip ittifakın
çıkmasını önlemekti. Bismarck için Alman birliğini
devamlı kılabilmenin başka çaresi olamazdı. İşte bu
tesbit, Bismarck'ı Almanya'nın milli çıkarını
azamîleştirmekten alıkoyuyordu. Çünkü, o,
Almanya'nın millî çıkarını azamîleştirmenin sonuçta
Alman birliğinin varlığını tehdit altına sokacağını
görüyordu. İşte, bu ılımlılıktır ki Bismarck'ı
Avrupa'da karşılıklı dengeler kurmaya sevketmiştir.
Bu karşılıklı dengeler, birleşik Almanya'nın
çevresi için bir tehdit oluşturmayacağına dair
diğer Avnıpa devletlerine güven vermek kadar,
Almanya'nın kendi varlığı ve bütünlüğünü de teminat
almayı amaçlıyordu.
Fakat, ne var ki 1848 kaynaşmasından sonra Avrupa'da
demokrasi ve milliyetçilik fikirleri çok
ilerlemişti ve Bismarck iktidardayken artık Avrupa
barışını sırf kralî meşruluk esasına dayanarak
muhafaza edebilmek mümkün olamazdı. Her ne kadar
kralî meşruluğa olan inanç -azalmış olsa bile- bu
dönemde de önemli bir öğe idi. Fakat, Avrupa'nın
dengelerini tutabilmek için bu öğe yeterli değildi.
Bu sebeble, Bismarck, Avrupa barışını,
Metter-nich'ten farklı olarak, kurumsallaşmış bir
milletlerarası mekanizmaya tevdi etmemiş ve barışın
teminatını, çok ince hesaplara dayanan ikili
anlaşmalarla sağlamaya çalışmıştı. Bu anlaşmalardan
biri de, diğer Cermen imparatorluğunu yani
Avusturya - Macaristan'ı sonuna kadar Almanya'nın
müttefiki yapan anlaşmaydı.
|