Sosyalizmin Etiği ve Sosyalizm Hakkında Bilgi
1. Özgürlüğün Alternatifi
Önceki bölümde (Piyasa Yaz-2002, n.3, s. 15-34) sadece
"kapitalizmin" yani ekonomik özgürlük sisteminin
pozitif etik değerlerini tartışmıştık. Böyle yaptık,
çünkü bu değerler çok nadiren takdir edilmekte ve
hatta kabul edilmektedir. Bir yüzyıldan daha uzun
bir süredir kapitalist sistem, ona çok şey borçlu
olanlar da dahil, sayısız karalayıcının sürekli
saldırısı altındadır. Kapitalist sistemin
savunucularının çoğu da kendilerini bu sistemin
alternatiflerinden daha verimli olduğuna işaret
etme yoluyla tatmin ederek (özür beyan edercesine)
savunma konumundadırlar.
Aslında bu geçerli bir savunmadır. Gerçekten de bu savunma "maddî
açıdan" geçerli olduğu kadar etik açıdan da
geçerlidir. Kapitalizm kitlelerin düzeyini müthiş
ölçüde yükseltmiştir. Tüm yoksullukları silmiş
süpürmüştür. Çocuk ölümlerini büyük ölçüde azaltmış
ve hastalıklara çare bulunmasını ve yaşama süresinin
uzamasını sağlamıştır. İnsanların sıkıntılarını
azaltmıştır. Kapitalizm sayesinde bugün aksi halde
doğması bile mümkün olmayan milyonlarca insan
yaşamaktadır. Eğer bu gerçeklerin hiç bir ahlâkî
geçerliliği yoksa bu durumda neyin ahlâkî olarak
önemli olduğunu söylemek imkânsızdır.
Kapitalizmi, sadece verimli olduğu için savunmak geçerli bir
yaklaşım olsa da etik açıdan (geçerli ise de)
yeterli değildir. Bir ekonomik özgürlük sisteminin
olumlu etik değerlerini, onu alternatifleriyle
karşılaştırmadan tam olarak anlayamayız.
Öyleyse şimdi kapitalizmi, kendisinin tek gerçekçi
alternatifıyle (sosyalizm ile) karşılaştıralım. Bazı
okuyucular, çeşitli derecelerde müdahalecilik ve
devletçilikten komünizme kadarki yelpazede çok
sayıda alternatif olduğunu söyleyerek bu
karşılaştırmaya itiraz edeceklerdir. Fakat sadece
sırf ekonomik konularla meşgul olmaktan sakınmak
için burada dogmatik davranacağım ve tüm orta yol
olarak adlandırılan sistemlerin istikrarlı
olmadığını, birinden diğerine dönüşme tabiatında
olduklarını ve uzun vadede ya yok olacağını veya tam
bir sosyalizme yol
açacağını söylüyorum. Bu hükmü desteklemek için okuyucuya başka bir
referans vereceğim.' Burada, bir yanda baskıya ve
sahtekârlığa karşı ayrım yapmayan genel bir
kanunlar sistemine, diğer yanda piyasa
ekonomisindeki özel müdahaleler arasındaki farka
dikkat çekmek suretiyle kendimi tatmin edeceğim. Bu
özel müdahalelerden bazıları gerçekten de kısa
dönemde şu veya bu münferit "yanlışı" ortadan
kaldırabilir, fakat bunu ancak uzun dönemde daha çok
ve daha kötü yan- lışlar üreterek yapabilir.
Okuyucuyu, bu tartışmanın büyük kısmında "sosyalizm" ve "komünizm"i
pratikte eş anlamlı kabul edeceğim konusunda uyarmam
gerekiyor. Bu Marx ve Engels'in uygulamasıydı. Bu
kelimelerin bugün farklı çağrışımlara sahip olduğu
doğrudur; bu bölümün ilerleyen kısımlarında bunu
anlayacağız. Fakat bu tartışmanın
büyük kısmında Bernard Shaw ile birlikte "Bir komünistin, inandığı
şeyler için cesarete sahip bir sosyalistten başka
bir şey olmadığını" varsayacağız. Günümüz
Avrupa'sında kendini sosyalist olarak adlandıran
partiler ve programlar aslında sadece kısmî
sosyalizmi (demiryollarının, çeşitli kamu
tesislerinin ve ağır sanayiinin millileştirümesini
savunma fakat hafif sanayiler, hizmetler ve tarımın
milli-leştirilmesini genelde istememe)
savunmaktadırlar. Sosyalizm, tamamlandığında,
genellikle "komünizm" olarak adlandırılan şeye
dönüşür.
Bir diğer fark, kendini komünist olarak adlandıran partiler
gerektiğinde şiddete dayalı devrimle iktidara
gelmeyi; sızma, nefret propagandası, tahrip ve diğer
uluslarla savaşma yoluyla güçlerini artırmayı
benimsemektedirler, halbuki kendilerini sosyalist
olarak adlandıran partiler (çoğunlukla nezaketten
dolayı) iktidara sadece ikna ve "demokratik
yollarla" gelmek istediklerini söylerler. Fakat bu
farklılıkların tartışılmasını sonraya
bırakabiliriz.
2. Ütopyacı Sosyalizm Makale ve Yazılar
Ütopyacı (veya Marksizm öncesi) sosyalizmin etik varsayımlarını
inceleyerek başlayalım. Ütopyacı sosyalistler
ekonomik rekabetin sözde vahşiliği ve
acımasızlığını daima eleştirmişler ve bir
"işbirliği" ve "karşılıklı yardım" rejiminin
getirilmesini istemişlerdir. Önceki bölümde de
gördüğümüz gibi (Piyasa, n.3, s. 15-34), bu talep
aslında bir serbest piyasa sisteminin hem "mikro
ekonomi" ve hem de "makro ekonomi" boyutunda harika
bir sosyal işbirliği sistemi olduğunun
anlaşıl-mamasından kaynaklanmaktadır. Bu durum
ayrıca, ekonomik rekabetin bu ekonomik işbirliği
sisteminin ayrılmaz bir parçası olduğunun ve
sistemin başarısını büyük ölçüde arttırdığının
anlaşamamasından da kaynaklanmaktadır.
Ütopyacı sosyalistler sürekli olarak rekabetin
"müsrifliğinden" bahsederler. Rekabetin aşikâr
"israflarının" kısa dönemli ve ekonomileri
geliştirmek için uzun vadede gerekli olduğunu
anlamazlar. Tekel şartlan altında ekonomide
karşılaştırma imkânı olmaz. Her şeyden öte hükümet
tekelleri altında bu imkâna sahip olamayız: buna
tanıklığı postaneler yapacaktır.
19. yüzyılın sonlarının en ünlü ütopyacı-sosyalist romanı Geriye
Bakış 'ta (1888) Edvvard Bellamy, ideal toplum
olarak gördüğü şeyi tanımlamıştır. Bu toplumu ideal
yapan özelliklerden birisi onun Boston'daki sonsuz
sayıda dükkanları ortadan kal dırmasıydı:
Boston'da sonsuz sayıda dükkanlar sırası... bir
şehrin ihtiyaç duyduğu mallan dağıtan on bin dükkan.
Benim ütopya-sosyalist rüyamda satın alan kişi zaman
ve emek kaybetmeksizin çok çeşitli malı bir çatı
altındaki mağazadan sipariş edip alır.
Orada dağıtım için gerekli işgücü, malların
kullanıcıya maliyeti üzerinde sadec çok az bir ilâve
meydana getirmektedir. Onun ödediği şey, kelimenin
tam anlamıyla, üretim maliyeti olacaktır. Fakat
Boston'da malların sadece dağıtımı ve elden geçmesi
onların maliyetini 1/4, 1/3, 1/2 ve hatta daha fazla
artırmaktadır. Bu on bin 1 33 işletmenin tamamının
kirası, personeli, satıcıları, on bin takım
muhasebecisi, toptancıları ve işletmeyi ilgili
diğer kişiler, işletmenin kendini reklam etmesi, bir
diğer işletmeyle mücadelesi, hepsi müşteri
tarafından ödenmektedir. Bir ulusu dilenci yapmanın
ne meşhur bir yolu!3
Bellamy'nin, çizdiği bu inanılmaz aptal tabloda göremediği şey onun
"dağıtımın" tüm maliyetini ve bunun zahmetini
alıcıya (müşteriye) yüklemesiydi. Ütopya-sındaki
"büyük mağazaya" gitmek için yürümek, otobüse binmek
veya taşıtları kullanmak zorunda olan satın
alıcılardı. Onlar sadece köşeye kadar gidip
sebzeleri, ekmeği veya bir şişe sütü, bir ilacı,
veya bir defter ve kalemi veya bir tornavidayı veya
bir çift çorabı alamazlardı. Hayır: En basit şey
için bile ne kadar uzak olursa olsun "büyük
mağazaya" yürümek veya otobüse binmek zorundaydılar.
Ayrıca, büyük bir millî mağazanın herhangi bir
mağazayla rekabeti olmayacağından, yeterli satış
personeli koymayacaktı ve müşteriler sonu belli
olmayan beklemeler için kuyruklar oluşturacaklardı
(Rusya veya başka yerdeki çoğu hükümetçe işletilen
hizmetler gibi). Ve yine rekabetin olmaması veya az
olması sebebiyle mallar kötü, çeşitlilik az
olacaktı. Mallar, müşterilerin istediği gibi değil,
hükümet bürokratlarının onlar için yeterli olduğunu
düşündüğü miktarda olacaktı.
Bellamy'nin küçümsediği şeyler arasında müşterilerin tüm
maliyetleri ödemesi geliyordu. Eğer tek büyük
hükümet mağazası "dağıtım" masraflarını (maliyet
olarak kabul etmediğinden masraf olarak tanımlıyor)
fiyata eklemezse, bu durum onun müşteriyi sadece
parasal maliyet değil fakat aynı zamanda zaman
kaybı, zahmet ve hatta kişisel sıkıntı maliyetlerini
de kabul etmeye zorlamasından dolayıdır.
Bellamy'nin düşlediği tipteki sistemin "israfları",
onun alaya aldığı rekabetçi sisteminkilerden çok
daha fazla olacaktır.
Fakat bunlar nispeten küçük yanlışlardır.
Bellamy'nin çizdiği resimdeki asıl hata, onun,
rekabetin üretim maliyetlerini sürekli olarak
azaltma, üretim araçlarını olduğu kadar ürünleri de
iyileştirme ve tamamen yeni ürünler geliştirme
konusundaki rolünü anlamamasında yatmaktadır. O,
eserini yazdığı 1888 yılından sonraki 76 yıllık
kapitalist rekabetin dünyaya getirmiş olduğu
binlerce icat, gelişme ve yeni keşfi tahmin
edememiştir. 2000 yılındaki şartları yazması
gerekirken (rüyasında) uçağı ve hatta otomobili;
radyoyu veya TV'yi; ses ve sterofonik sistemleri ve
hatta pikabı; "otomasyonu" ya da çağdaş dünyanın bin
bir mucizesini ön görememiştir. Müziğin, merkezî
hükümet istasyonlarından evlere telefonla
yollanacağını öngör-müştür, fakat bu 1876 ve 1877'de
telefonun (Bellamy'nin eserini yazmasından 10 yıl
önce) "özel sektör tarafından" -Alexander Graham
Bell tarafından- icat edil- miş ve o tarihten beri
özel olarak geliştirilmiş olması sayesindeydi.
Bellamy, dağıtım konusunda başarıya ulaşacak olan
büyük ekonomileri de ön göremedi. Özel olarak
işletilen mağaza zincirlerinin büyüklüğünde ortaya
çıkacak olan büyümeyi ve onun sunacağı malların
çeşitliliğini de tahmin edemedi. Bu mağazaların,
müşterilerine daha iyi hizmet etmek için diğer
şehirlere ve varoşlara şubeler açacağını da tahmin
edemedi. İnsanların devasa kataloglardan mal sipariş
etmesini sağlayan ve satın alacakları şeyi
bulunduracağını ümit ettikleri "büyük mağazaya"
gitme sıkıntısından kurtaran modern posta sipariş
sisteminin ortaya çıkışını da tahmin edemedi.
Modern süper marketlerin ortaya çıkmasını, sadece
sundukları malların çeşitliliğindeki müthiş artış
bakımından değil, satış personelinin çokluğu
nedeniyle oluşan büyük ekonomileri bakımından da ön
göremedi. Ve onun bu şeyleri ön görememesinin
sebebi, alaya aldığı rekabetin, her bir mağazaya
veya firmaya ekonomisini geliştirmek ve
maliyetlerini düşürmek için sürekli olarak yaptığı
baskının farkına varamamasıdır.
Ve yine aynı sebeple, mekanize muhasebecilikle sağlanan müthiş
ekonomileri de ön göremedi. Aslında yorumları,
Bellamy'nin kayıt tutma ve muhasebe ihtiyacını pek
de anlamadığını göstermektedir. Ona göre bu iş
sadece özel sektör tacirlerinin mazur
gösterilemeyecek kârlannı saymanın bir yoluydu.
Muhasebenin asıl fonksiyonlarından hiç biri
hakkında hiç bir şey bilmiyordu. Kayıt tutmanın ve
muhasebenin asıl amacının maliyetlerin ne olduğunu
ve nerede oluştuğunu tam olarak bilmek ve böylece
kayıpları belirleyip ortadan kaldırılmak suretiyle
maliyetlerin azaltılması olduğunu asla kavrayamadı.
Rekabetin tüm faydalı sonuçlarını, zaten
kendiliğinden olan şeyler olarak kabul ettiğinden
rekabete karşıydı.
Ekonomik konulara bu kadar girmek istememiştim, fakat sosyalist
veya anti-kapitalist yazarların görünüşteki etiği
konusunda neyin yanlış olduğunu göstermek için bu
gerekli görünmektedir.
3. "Eşit Dağıtım"a Karşı Üretim
Sosyalist yazarlar, tüketicilerin neyi hangi
oranlarda istediği ve böylece neyin ne kadar
üretileceğine ancak serbest piyasa yoluyla rekabet
tarafından, üretim araçlarının özel sahipliği
tarafından ve ancak fiyatlar, ücretler, maliyetler,
kârlar ve zararların karşılıklı etkileşimi
tarafından karar verilebileceğini
anlayamamışlardır. Kapitalizmde, milyonlarca fıyat-kâr
ilişkisi, "görünmez bir el" halinde, binlerce farklı
mal ve hizmetin üretimi için sonsuz sayıda teşvik
veya caydırıcılık meydana
getirmektedir. Sosyalistlerin anlayamadığı şey sosyalizmin
"ekonomik hesaplama" problemini çözemeyeceğidir.
"İnsan aklına sahip olduklarında, melekler dahi
sosyalist bir toplum kuramaz."
Öyleyse faydacı standarda göre (sosyalistlerin kendileri de faydacı
bir standarda başvururlar) üretim problemini
çözemeyen, üretimi en üst seviyeye çıkarama- yan ve
onu uygun kanallara yönlendiremeyen sosyal hayatın
maddî temelini ve in-san isteklerinin tatminini
(mümkün olanla karşılaştırıldığında) büyük ölçüde
azal-tacak olan bir sisteme "ahlâklı" bir sistem
denemez.
Serbest piyasa ekonomisinin, her sosyal gruba ve her bir grup
içindeki her bir bireye üretime yaptığı katkının
değerini verme eğiliminde olduğunu daha önce
görmüştük. Böyle bir sistemin çalışma sloganı şudur:
Herkesin ürettiği kendine. Şimdi Marks'çı sosyalizm,
kapitalizmin bunu yapmaya meyilli olduğunu
yalanlamak-tadır. Marks'çı sosyalizm, kapitalizm
şartlarında işçinin sistematik olarak "sömü-rüldüğünü"
ve emeğinin tüm ürününün kendisinden çalındığını
savunmaktadır. Önceki bölümde bu Marks'çı iddianın
savunulamaz olduğunu zaten gördük. Marksistler bunu
kendi bölüşüm sloganları olarak söylemezler. Onların
sloganı: "Herkesten gücünün yettiği kadarı, herkese
ihtiyacı kadarı"dır.
Bu sloganın iki kısmı bir biriyle çelişmektedir. İnsan doğası her
bir insanın yeteneği, çalışması ve katkısına göre
ödüllendirilmedikçe maksimum çabasını ortaya koyacak
şekilde ya da maksimum çaba gösterecek şekilde tüm
potansiyelini kullanmaya ve geliştirmeye kendini
vermemesi şeklindedir. Ve bu genel çaba eksikliği
tabiî ki herkesin ihtiyaçlarının karşılanacağı yer
olan genel üretimi azaltacaktır. Ve herkesin
"ihtiyacına göre" verilecek olması (ihtiyacı sadece
canlı kalmak için gerekli miktar olarak
yorumlamadıkça) boş bir övünmedir. (Bu bile Sovyet
Rusya ve Komünist Çin tarihindeki kıtlıkların
gösterdiği üzere her zaman başarılamamıştır). Fakat
"ihtiyaçlar", istekler ve arzular olarak, her
birimizin sahip olmak istedikleri anlamında
yorumlanırsa, herhangi bir şeyin herhangi bir
şekilde eksikliği veya kıtlığı söz konusu olduğu
müddetçe, asla tamamen karşılanamayacak bir amaçtır.
Eğer "ihtiyaç" basitçe bir sosyalist bürokrat
tarafından belirlenen diğer insanların ihtiyaçları
olarak yorumlanırsa, sosyalist amacın bazen
başarılabileceğine şüphe yoktur. Ütopyacı
sosyalistler tarafından benimsenen en yaygın "âdil"
paylaşım ideali, malların veya gelirin nüfustaki
kişi sayısına bölünmesidir.6 Tamamen
uygulandığında, bu sistemde bebeklere yetişkinler
kadar verileceğinden, ihtiyaca göre bölüşüm sloganı
ihlâl edilmiş olacaktır. Fakat bu ideale asıl itiraz
başka bir sebepten dolayıdır. Böyle bir bölüşüm
üretimi yok edecektir.
Bunun sebebini daha önce de görmüştük (Piyasa, Yaz
2002, s. 32-34). Şu an için (veya kişi başına bir
garanti gelir eşitliği denemesi başladığı zaman)
ortalama kişi başına yıllık istatistiksel gelir 2500
dolar olsun. Bu durumda bu gelirin altında
geliri olan hiç kimse gelirini artırmak için
fazla çalışmayacaktır, çünkü aradaki fark ona zaten
verilecektir. Aslında tüm miktarın ona verilmesi
garanti olduğunda çalışmanın (kölelik, kırbaç zoru
ve bazen de kendi vicdanından gelen ve zaman zaman
ortaya çıkan dürtü olmadıkça) hiç bir gerekçesi
olmayacaktır. Dahası yeni garantili yıllık 2500
dolar gelir eşitliği ancak bu miktarın üzerinde
kazanılan her şeye el konması ile
gerçekleştirilebilir. Bu miktarın üzerinde geliri
olanların artık bu fazla gelir için herhangi bir
motivasyonu da kalmayacaktır. Aslında onların artık
2500 doları kazanma motivasyonları bile
kalmayacaktır, çünkü kazansalar da kazanmasalar da
bu miktar onlara verilecektir. Bunun sonucu genel
fakirlik ve açlık olacaktır.
Bu durumun insanlar için bir intihar olacağını tekrar
söyleyebiliriz. Böyle bir toplumun sakinleri aslında
herkesin ne kadar üretirse üretsin aynı miktara
sahip olacağını anlayacak kadar akıllıdır. Aslında
bu, tüm sosyalistlerin ve tüm sosyalist hükümetlerin
savunduğu argümandır. Bu argümanı ileri sürenlerin
küçümsediği şey, ortaklaşa herkes için doğru olan
şeyin bireyler için mutlaka doğru olmak zorunda
olmadığıdır. Sosyalist toplum idarecileri bireylere
kendi üretimlerini attırırlarsa (diğer şeyler eşit
olmak kaydıyla) bunun toplam üretimi artıracağını
söylemektedirler. Matematiksel olarak birey bunun
böyle olduğunun farkındadır. Fakat yine matematiksel
olarak bir eşit bölüşüm sisteminde kendi katkısının
kendi refahı ve gelirine ancak çok küçük bir katkıda
bulunacağının da farkındadır. Bir kürek mahkumu
gibi çalışsa ve başka hiç kimse çalışmasa aç
kalacağını bilir. Öte yandan, diğer herkes kürek
mahkumu gibi çalışsa ve kendisi hiçbir şey yapmasa
(veya sadece birisi kendini izlerken çalışıyor gibi
yapsa) "diğer kişilerin" üretmiş olduğu ile pekâlâ
yaşayabileceğini de bilir.
Bir kişinin 200 milyon nüfuslu bir sosyalist ülkede yaşadığını
varsayalım. Ölümüne çalışıp üretimini ikiye
katladığını varsayalım. Önceki üretimi ülke
ortalaması idiyse toplam ulusal üretimi 200
milyonda bir oranında artırmıştır. Bu durum, eşit
bölüşüme göre, kişinin kendi gelirini veya
tüketimini çok yoğun çalışmasına rağmen ancak 1/200
milyon oranında artırır. Birey, maddî refahındaki bu
küçük farkı asla fark etmeyecektir. Öte yandan,
yakalanmadan, hiç çalışmadığını varsayın. Sadece
1/200 milyon oranında daha az yiyeceğe sahip
olacaktır. Tekrar söyleyelim, bu eksiklik o kadar
küçüktür ki, kişi onu asla fark etmeyecektir.
Özet olarak, bireysel üretime bakmaksızın eşit
bölüşüm şartlarında, bir kişinin üretimi veya
çabasının yoğunluğu bazı soyut, genelci, ortakçı bir
düşünceyle değil daha çok o kişinin "diğerlerinin"
ne yaptığını veya yapacaklarını farz etmesiyle
belirlenir. Belki de birey "kendi payına düşeni
yapmaya" razı olabilir, fakat bu ona fayda
sağlamayacağından başkaları boş gezerken o canı
çıkarcasına çalışmaktan caydırılmış olacaktır.
Muhtemelen kendisinin ne kadar çalıştığını ölçerken
bir miktar abartabilir ve diğerlerinin ne kadar
çalıştığını ölçerken bir miktar az görebilir.
Kendisi kölelik yaparken "diğerlerinin" çalışmasını
tipik olarak çalışma arkadaşları arasında en kötü
olanına eşdeğer tutma eğiliminde olacaktır.
Tamamen sosyalleşmiş bir ekonomide durumun böyle olması böyle bir
ekonominin yöneticilerinin "daha fazla çalışma,
daha fazla üretim" şeklinde sürekli propaganda
altında olması gereği ile ispatlanmaktadır. Sovyet
Rusya ve Komünist Çin'deki tarım çiftliklerinin
kollektivizasyonundan hemen sonra büyük çapta
açlıkların olması bu duruma ispatlamaktadır. Fakat
Amerikan tarihinin en başlarından daha etkileyici
bir örnek başka hiç bir yerde bulunamaz.
Çoğumuz Göçmen Atalarımızın Massachusetts sahillerine indiklerinde
komünist bir sistem kurduklarını unutuyoruz. Ortak
üretim ve ortak depolarla "günde kişi başına çeyrek
pound (yaklaşık 110 gram) ekmekten başka bir şey
düşmese de" günlük tayın sistemi (herkese her gün
belli bir miktar yiyecek verilen sistem)
oluşturmuşlardır. Hasat zamanı geldiğinde bile bu
miktar "çok az bir artış" göstermiştir. Bu şekilde
bir kısır döngünün oluştuğu gözlenmektedir. İnsanlar
gıda ihtiyaçlarından dolayı ürünlere olması
gerektiği kadar özen gösteremeyecek kadar zayıf
olduklarından şikayet etmekteydiler. Çok dindar
olsalar da birbirlerinden çalmaya başladılar. Güncel
kayıtlarında Vali Bradford şunları yazıyor:
"kıtlığın, bir şekilde önlenemezse, gelecek yıl da
devam edeceği ortadadır." Şöyle devam ediyor,
Koloniciler, nasıl en fazla miktarda mısırı yetiştirip önceki
ürünlere göre daha iyi bir ürün elde edeceklerini ve
böylece sefaletten kurtulabileceklerini düşünmeye
başladılar. Uzun tartışmalardan sonra (1623) Valiler
herkesin mısın kendi başına yetiştirmesine ve
insanların birbirine güvenmesine izin verdiler...
Böylece her aileye bir arazi parseli verildi...
Bu durum çok başarılı oldu, herkes çok çalışır hale geldi.
Hükümetin veya bir başka faktörün uygulayacağı
herhangi bir metotla yetiştirilecek mısırdan daha
fazla ekildi. Böylece insanlar büyük sıkıntılardan
kurtuldular ve hoşnut oldular.
Eskiden zayıf ve yetersiz olduklarını iddia eden kadınlar, şimdi
yanlarında çocukları mısır ekmek için tarlalara
(sanki büyük bir baskı ve zalimlikle bunu yapmaya
zorlanmışlar gibi) gittiler.
Yıllar boyu yaygın olarak tecrübe edilen ve dindar ve akıllı
insanların da paylaşmış olduğu bu tecrübe, Plato ve
diğer atalarımızın sergilediği ve daha sonrakilerin
alkışladığı gurur ve gösterişi pekala yansıtıyor
olabilir. Sanki Tanrı'dan daha akıl-lıymışlar gibi,
mülkiyeti ortadan kaldırıp toplumu ortak bir
zenginlik havuzu haline getirmek onları mutlu ve
zengin yapacaktı. Bu deneyimin toplumda (bugüne
kadar) kafa karışıklığı ve hoşnutsuzluk yarattığı
ve toplumun fayda ve rahatı lehine olan istihdamı
engellediği anlaşıldı.
Emek ve hizmet için gücü olan genç insanlar için, kendilerine
herhangi bir telafi sağlanmadan, zamanlarını ve
güçlerini diğer erkekler, kadınlar ve çocuklar için
harcamaları üzücüydü. Güçlü insanlar veya görev
adamlarının kendilerinin çeyreğini yapamayan zayıf
ve güçsüz insanlardan daha fazla malı ve elbisesi
yoktu, ne var ki bu adaletsizlikti.
Ve insanların hanımları için, diğer insanların yiyeceği eti terbiye
etmek, çamaşırlarını yıkamak vs. gibi hizmetlerde
bulunmaya zorlanmak pek çok kocanın kıramayacağı bir
tür kölelikti...
Hasat zamanı geldiğinde, Tanrı onlara kıtlık yerine
bolluk verdi ve her şeyin gidişatı değişti, pek çok
kişinin kalbine sevinç doldu ve bunlar için Tanrı'ya
şükrettiler. Onların kendileri için ürün
yetiştirmelerinin etkisi iyi görüldü. Hepsi bir
şekilde yılı çok iyi geçirdiler. Daha güçlü olanlar
başarılı oldu, daha çalışkanlar fazladan
üretip diğerlerine satacak kadar fazlasına sahip
oldular. Böylece o günden sonra onlara yoksulluk
veya kıtlık uğramadı.
Bunlar "adalet" adına kişi başına eşit gelir sisteminin herkesin
ürettiğini almasına ve muhafaza ermesine izin veren
bir sistemin yerine koymaya çalışıldığı durumda
ortaya çıkan sonuçlardır. Mutlaka baskıyla
uygulanmak zorunda olan her türlü eşit gelir veya
zenginlik bölüşümü planlarının hatası bunların
üretimi "ga-ranti görmesidir." Bu gibi planların
destekleyicileri bu eşit bölüşüme rağmen üretimin
aynı olacağını düşünmeksizin kabul ederler. Hatta
bir kaçı açıkça üretimin daha da artacağını
savunmaktadır. Çağdaş bir Socrates'in böyle bir
Eşitlikçi'yi sorgulamasını hayal edebiliriz.
Socrates: Hangisi daha âdildir: malların eşit bölüşümü mü yoksa
eşit olmayan bölüşümü mü?
Eşitlikçi : Tabiî ki eşit bir bölüşüm.
Socrates : Malları kim ürettiğine veya malların hangi miktarda
üretildiğine bakılmaksızın mı?
Eşitlikçi: Her durumda eşit bölüşüm eşit olmayan bölüşümden açıkça
daha âdil olacaktır.
Socrates : Bakalım. 100 nüfuslu, fakir, diğer köylerden izole,
kendi başına bir köy düşünelim. Herkese günde küçük
bir kase pirinç verilsin. Diğer bir 100 nüfuslu
kendi başına olan köyde 10 kişi günde bir kase, 10
kişi iki kase, 70 kişi günde üç kase pirinç alıyor
olsun. Diğer bir 10 kişi ise zengin çeşitlilikte bir
diyete ve çok iyi yaşama şartlarına sahip olsun.
Hangi köy genel olarak daha iyi durumdadır
(zengindir), birinci köy mü, yoksa ikinci köy mü?
Eşitlikçi : Tabiî ki ikinci, fakat Socrates : Fakat
sizin kendi tanımınıza göre, ikinci köyde daha az
"adalet" olacaktır.
Eşitlikçi: Fakat siz açıkça şartları değiştiriyorsunuz. Eğer ikinci
köyde üretilen fazla mal eşit olarak bölünürse
ikinci köy daha da iyi olur, çünkü bölüşüm âdil
olacaktır.
Socrates: Fakat birinci köydeki üretimin günde kişi başına bir kase
pirince düşmesi tamamen baskıyla uygulanan eşit
bölüşüm fikrinden kaynakladığını neden
düşünmüyorsunuz? Birinci köydeki üretim ve bölüşüm
(ikinci köydeki gibi) herkesin üretime yaptığı
katkıyı alıkoymasına izin verildiğinde ikinci
köydeki ile aynı olmaz mı? Gerçekte hiç de farklı
iki köyden bahsetmiyorum ancak iki farklı "bölüşüm"
sisteminde aynı köye ne olabileceğinden
bahsediyorum. Bunlardan birisi toplam üretimin
baskıya dayalı eşit paylaşımı ve diğeri herkese
ürettiği karşılığında ödeme yapılan veya kişiye
ürettiğini alıkoyması izni verilen iki farklı
sistem.
Eşitlikçi: Fakat eşit bölüşüm her durumda eşit
olmayan bölüşümden daha âdil değil mi?
Socrates: Bir ordu içerisinde veya kuşatma altındaki bir şehirdeki
insanlara yapılan gıda bölüşümü gibi belli şartlarda
bu doğru olabilir. Fakat sonuçları, bölüşülecek
üretimi veya ürünü ciddî ölçüde azalttığında asla
âdil değildir.
4. Tekrarlayalım: Adalet Nedir?
Fakat belki de modern Socrates'a bile çok şey söylettik. Ancak şunu
gözardı etmemeliyiz: Adalet, erdem gibi, esas
itibariyle bir araçtır ve aynı zamanda bir araç da
olmasına rağmen asla nihaî amaç değildir. Fakat
sadece sonuçlarıyla değerlendirilmesi gereken bir
amaçtır. Adaleti, barışı, iş birliğini, üretim ve
mutluluğunu artıran kurallar ve düzenlemeler
sistemi, (Bölüm 24'te de gördüğümüz üzere)
adaletsizliği ise bu sonuçların önünde duran tüm
kurallar ve düzenlemeler olarak tanımlarız. Adalet
hakkındaki tüm anlayışlar buna göre revize
edilmelidir.
Her bir kişinin ürettiğine bakılmaksızın "Herkesin ürettiği
kendine" sistemi ve eşit bölüşüm sistemi, yasal
sistemler veya hükümet sistemleri oldukları halde
birbiriyle barışamazlar. Baskıyla uygulanan eşit
bölüşümün asıl olarak üretimi caydıracağından
uygulanamaz olmasına rağmen, günümüzde kademeli
gelir vergisini ve çeşitli araçlarla gelir ve servet
bakımından "adaletsizlikler" veya eşitsizliklerin
etkisini azaltmanın en azından kısmen mümkün olduğu
yaygın olarak düşünülmektedir. Bu verginin "sosyal
adaleti" büyük ölçüde artırdığı şeklindeki nimetleri
sürekli olarak övülmektedir. Çoğu akademik
ekonomist tarafından bile bugün ekonomik
şartlardaki tüm iyileşmelerin bağlı olduğu sermaye
birikimini veya teşvikleri önemli ölçüde
azaltmaksızın, kişisel gelirlerin % 91 'e kadar
vergilendirilebileceği yaygın olarak
varsayılmaktadır. İşsizlik telafileri ve sosyal
güvenlik yardımlarının, çalışma veya teşvikleri
azalmaksızın sonsuz şekilde artırılabileceği veya
yaygınlaştırılabileceği de aynı derecede yaygın
olarak kabul edilmektedir. Burası "kademeli" gelir
vergilerinin ve sosyal amaçlı harcamaların veya
ikisinin kombinasyonunun ekonomik etkileri üzerine
teknik tartışmaya girme yeri değildir. Okuyucu
bunun için diğer kaynaklara başvurabilir.10
Burada Peter'den Paul'e gelir transferini dayatan
şeyin toplam "sosyal hisseyi" azaltmasının "adalet"
için şüpheli bir kazanç olduğunu vurgulamamız
yeterlidir.
Bu nedenle eski Viktoryan şiirinde duygu yanında bilgelik de
vardır. Komünist nedir? Sempati duyan bir kişi, Eşit
bölüşümüne, Eşit olmayan kazanımın.
Bir kez daha adaletin doğru algılanmasının ne olduğu
sorusuna geri döndük. Yetenekli, marifetli ve
çalışkanın beceriksiz, miskin ve tembelden daha
fazla kazanmadığı, çabaya bakmaksızın maddî
ödüllerin eşitlendiği bir sistem kesinlikle daha az
üretken olacaktır ve sanırım çoğumuza adaletsiz
gelecektir. Başka alternatifi yoksa, müthiş ölçüde
üretken fakat ideal derecede "âdil olmayan" bir
sistemi kıtlık ve yoksulluğu mükemmel derecede âdil
dağıtan bir sisteme (çok iyi şekilde eşitlenmiş
yoksulluk) çoğumuz kesin olarak tercih ederiz.1'
Bu durum bizim bolluğu adalete tercih ettiğimiz
anlamına gelmez. Bu maddî ödüller için kullanılan
ada-
let teriminin, uzun dönemde (üretim ve sosyal işbirliğini en üst
düzeye çıkaracak şekilde) herkesi teşvik etmeyi
maksimize etme eğiliminde olan bölüşüm sistemi
olarak algılanması gerektiği anlamına gelmektedir.
Burada, bazı sosyalistlerce desteklenen bir ekonomik bölüşüm
prensibi daha tartışılacaktır. Bu "fayda" esasına
dayalı bölüşüm veya ödemedir. Bu prensip, eşit gelir
bölüşümü prensibinden daha az aptalcadır ve akıllı
adamlara, sanatçılara, şairlere ve ekonomi disiplini
dışındaki entelektüellere bilhassa cazip gelmesi
muhtemeldir. Bazıları iyi bir modern şairin (kitabı
sadece bir kaç yüz kopya sattığı veya hiç satmadığı
için) neredeyse aç kalması söz konusu iken işe
yaramaz bir romanın yazarının, sıradan ve tarzı
bozuk bir bira satıcısının veya bir petrol
arayıcısının servet sahibi olmasının bir skandal
olduğunu söylerler, insanlar kendilerinin gerçek
ahlâk değerlerine göre veya en azından kültürel
yaşantımıza "kendi gerçek" katkılarına uygun olarak
ödüllendirilmelidirler.
Bu önerilen çözüm asıl soruyu cevapsız bırakmaktadır. İnsanların
gerçek ahlâk değerine veya "gerçek" faydasına kim
karar verecektir? İçimizden bazıları içten içe
"gerçekleri" bildiğimizde, herkesin gerçek
faydasının ne olduğuna "bizim" karar
verebileceğimize ve tam bir tarafsızlık ve adalet
içinde onları uygun şekilde ödüllendireceğimize
inanabilir. Fakat biraz düşünmek bile her birimizin
nisbî faydasını ve hakkım ancak Tanrı bilgisi ve
tarafsızlığına sahip birisinin belirleyebileceğine
çoğumuzu ikna edecektir. Sovyet Rusya gibi pratikte
bir çözüme girişilen yerlerde kabus gibi sonuçları
biliyoruz. Pratik bir cevap için en yakın yaklaşım
günümüz İngiltere'sindeki yıllık Şövalyelik ve diğer
unvan ödülleri, Fransa'daki Akademiye seçilme ve
ABD'de üniversitelerin onursal payeler
dağıtımındaki sembolik çözümlerdir. Fakat
insanların bunlardan bazılarındaki adalet ve
hikmeti dahi sorguladığı bilinmektedir.
5. Sosyalizm baskı demektir
Serbest piyasanın sağladığı çözüm mükemmel değildir,
fakat icat edilen veya edilmesi muhtemel görünen
herhangi bir alternatiften daha üstündür. Serbest
piyasa şartları altında maddî ödüller bir kişinin
arkadaşlarına sağladığı hizmetlerin değerine
karşılık gelmektedir. Diğerleri onun katkısı için
ödemeye razı oldukları miktar ile kendi değerlerini
ortaya koyarlar. En iyi geliri olan yazar veya
imalatçılar kendisi için iyi olandan ziyade halka
istediği şeyi sunanlardır. Toplumun istediği şey
ancak genel tat, bilgelik ve ahlâk yükseldikçe
toplum çıkarı için iyi olan şeye uygun olacaktır.
Ancak, bu sistemin hataları ne olursa olsun,
herhangi bir baskıya maruz bırakılması veya rastgele
bir sistemle değiştirilmesi kesinlikle çok daha kötü
olacaktır.
Kapitalizm ve sosyalizm arasındaki asıl konu özgürlüktür:
"Diğerlerinin bize emrettiğini yaptığımız için değil
fakat onlara istediklerini verdiğimiz için maddî
açıdan ödüllendirilmemiz özgür bir toplumun esasını"
oluşturmaktadır.12 Bu durum kapitalizmin
sosyalizmden daha materyalist olduğunu göstermez.
Serbest girişim; bize bol maddî araçlar sağlarken
(istediğimiz asıl olarak buysa), maddî olan ve
olmayan ödüller arasında tercih yapmada bireyi
serbest bırakan tek toplum tipini meydana
getirmiştir. Bir sistemi, maddî kazancı diğer
mükemmellik tiplerine tercih etmeye birey adına
kendisinin karar vermesi yerine, bireyin kendisine
bıraktığı için daha materyalist olarak suçlamak
kesinlikte adaletsizliktir.
Kapitalizmin sağladıklarının dışındaki maddî ödül sistemlerini
önerenlerin göremediği şey onların sistemlerinin
ancak bir baskı ile- uygulanabileceğidir. Baskı,
sosyalizm ve komünizmin esasıdır. Sosyalizm
koşullarında serbest iş tercihi olamaz. Herkes
kendine verilen işi yapmak, gönderildiği yere gitmek
ve başka bir yere gitmek için emir alana kadar
gittiği yerde kalmak zorundadır. Onun terfi etmesi
veya alt kademeye indirilmesi emir komuta zincirine
bağlı olarak bir amirin isteğiyle olmaktadır.
Sosyalizmde ekonomik hayat kısaca askerî bir modelde organize
edilmiştir. Orduda olduğu gibi herkese kendi görevi
ve ekibi verilmiştir. Bu durum, Bellamy'nin ütopyacı
vizyonunda bile açıktır: onun insanları madenlerde
çalışarak, caddeleri temizleyerek, masada bekleyerek
nöbetlerini tutmak zorundaydı ve sırf bilinmeyen bir
sebepten dolayı tüm bu görevler ansızın
karşılaştırılamayacak kadar kolay ve zevkli olmuştu.
Engels hayranların "Sosyalizm hem mimarlığı hem de
seyyar satıcılığı meslek olmaktan men edecektir ve
mimarlık için yarım saat harcamış olan kişi mimarlık
mesleği yeniden talep edilene kadar el arabasını bir
müddet itecektir. Bu, seyyar satıcılığı
ebedileştiren oldukça hoş bir sosyalizm türüdür."
Bebel'in ütopyasında toplumda sadece fiziksel emek
tanınmakta olup bilim ve sanat boş zamanlara
indirgenmiştir.
Bu ütopyacı görüşlerde kastedilen fakat asla açıkça ifade edilmeyen
şey, her şeyin üstten gelen emirlerle metazori
yapılacağıdır. Basın ve entellektüel hayat
millileştirilecek, ifade özgürlüğü kaybolacaktır.
Acı gerçek bugün Rusya'da esir kamplarında ve
Komünist Çin'de görülmektedir. Ekonomik özgürlük
yok edildiğinde tüm diğer özgürlükler de onunla
birlikte yok olmaktadır. Alexander Hamilton bunu
açıkça ifade etmiştir: "Bir insanın geçimi üzerine
uygulanan baskı onun iradesi üzerine uygulanan
baskıdır." Ve modern Rusya'nın önde gelenlerinden
birisi olan Leon Trotsky'nin daha da açık bir
şekilde ortaya koyduğu üzere: Tek işverenin devlet
olduğu bir ülkede muhalefet etmek yavaş yavaş
açlıktan ölmek demektir. "Çalışmayan aç kalacaktır"
denilen eski prensip yenisiyle değiştirilmiştir:
"İtaat etmeyen aç kalacaktır."
Buna göre, tam sosyalizm özgürlüğün tamamen yok olması demektir. Ve
yüzyıllık Marksist propagandanın aksine savaşa yol
açan kapitalizm değil sosyalizmdir. Kapitalist
ülkelerin birbiriyle savaştığı doğrudur fakat
serbest piyasa ve serbest ticaret felsefesine sıkı
sıkıya bağlı ülkeler, savaş karşıtlığı kamusal
fikrinin liderleridirler. Kapitalizm iş bölümü ve
sosyal işbirliğine dayanır. Bu nedenle barış
prensibine dayanmaktadır, çünkü sosyal iş birliğinin
alanı ne kadar genişse barışa olan ihtiyaç o kadar
fazladır. Uluslararası ticaretin en yüksek seviyesi
(tüm ger-çek liberaller bunun karşılıklı olarak
avantajlı olduğunu düşünürler) barışın sü-rekli
olarak sürdürülmesini gerektirir. Uluslararası Etik
bölümümüzden hatırlana-cağı üzere, 1740'da "Ticaret
Kıskançlığı" adlı makalesinde ilk büyük liberaller
den David Hume şöyle der: "Bu nedenle bir insan
olarak değil fakat İngiltere'ye ait bir varlık
olarak Almanya, İspanya, İtalya ve hatta Fransa'nın
kendi ticaretinin gelişmesi için dua ettiğimi
itiraf etme cesaretini göstermeliyim. Hükümdarları
ve bakanları bir diğerine karşı bu gibi geniş ve iyi
düşüncelerle yaklaşırlarsa İngiltere ve tüm bu
ülkelerin daha iyi gelişeceğine en azından eminim."
Aksine, Emperyalist Savaş tellallarının suçlamalarına rağmen, kendi
kaçınılmaz başarısızlıkları için kapitalist
ülkelerin düzenbazlığını suçlayan ve günümüz
savaşlarının en önemli sebebi sosyalist
hükümetlerdir. Almanya'daki Nasyonal Sosyalistlerin
(bugün daha yaygın olarak kısaltılmış isimleri olan
Naziler olarak bilinirler) savaş geçmişlerini burada
detayıyla incelememize gerek yok.15
Sovyet Rusya ve Komünist Çin'in sürekli
saldırganlığını, sızmacı ve işgalci geçmişlerini
(Finlandiya, Güney Kore, Hindistan ve Quemoy gibi
kısmen başarılı veya Litvan-ya, Letonya, Estonya,
Çekoslavakya, Macaristan, Romanya, Bulgaristan,
Arnavutluk, vs. gibi tam başarılı işgaller)
incelememize de gerek yok. Zaten Kruschev'in bizi
gömme tehdidini her gün sürekli olarak
hissetmekteyiz.
6. Bir Ahlâksızlık Dini
Aslında, Marksizmin en başından bugüne kadar olan yayılmacı
ahlâksızlığına geri dönmüş olduk. Sosyalizmim soylu
amacının her aracı mubah gördüğü düşünülmekteydi.
Max Eastman şöyle diyor:
Marx Tanrı'dan nefret ederdi ve yüksek ahlâkî değerleri tavsiye
eden kaynakları engel görürdü. Kendi cennet
inancını dayandırdığı güç "maddî" fakat gizemli
şekilde "yükselen" bir dünyanın sert, vahşi, kanlı
evrimi idi. Ve o böyle bir dünyaya atmak için ahlâkî
prensipleri kaldırıp atmamız ve kardeşler arası bir
savaşa imiz gerektiğine kendini inandırmıştı. Her ne
kadar bu mistik ve ahlâksız iman olma iddiasıyla
ekonomik rasyonelleşme dağı altına gömülmüşse de
Kari Marx'ın insanoğlunun fikir mirasına tamamen
orijinal bir katkısıdır.
Marx, Komünist Parti'den düzenli olarak "sevgi",
"adalet", "insanlık", ve hatta "ahlâklılık" gibi
şeyler için insanları atmıştır. İlk Enternasyoneli
kurduğunda,
Engels'e özel (gizli) olarak şunları yazmıştı: "önsöz içine 'görev
ve doğruluk' ile ilgili ('yani gerçek, ahlâklılık ve
adalet) iki söylem sokmak zorunda kaldım." Fakat
Engels'i bu kederli söylemlerin "hiç bir zarara yol
açmayacak şekilde konduğu" konusunda Engels'i temin
etmiştir.
İmanlı bir taraftar olan Lenin şöyle diyor : "Dünya sosyalist
cennetine yaklaşmak için aldatmaya, kandırmaya,
kanunu çiğnemeye, doğruyu engellemeye ve gizlemeye
hazır olmalıyız. Kitleler arasına bizimle hem fikir
olmayanlara karşı nef-ret, isyan, tahkir ve
benzerlerini ekecek bir dille yazabiliriz ve
yazmamız gere kir."
Rusya Gençlik Kongresi'ne hitap eden Lenin şöyle demiştir: Bizim
için ahlâklılık proletaryanın sınıf mücadelesinin
çıkarlarından kesinlikle sonra gelir.
Genç iken Stalin bir banka soyguncuları ve eşkıyalık organizatörü
idi. İktidara geldiğinde tarihin en büyük toplu
katliamlarından birini yapmıştır.
Bolşeviklerin söylemi basitti: "Devrimin başarısını artıran her şey
ahlâklıdır, onu engelleyen her şey ahlâksızdır."
Max Eastman'ın bu "ahlâksızlık dininin" geçmişini inceledikten
sonra hayretle ifade ettiği gibi: "insanların
binlerce yıllık kardeşlik içinde birlikte yaşaması
gereken bir dünya cenneti fikri, dünyanın şimdiye
kadar görmediği suç ve yoksulluğu haklı göstermek
için kullanılmaktadır... Böyle bir felaket
insanlığın başına daha önce gelmemiştir."
Çeviren:
Nejdet KANDEMİR
Kaynak:
Henry HAZLITT
|