Dünya'da
ve Türkiye'de Enerjinin, Suyun Ekonomi Politiği ve
Geleceği
AHMET HAN: Söylenenlerin, özellikle veri
üzerinden konuşulmuş olanların, tamamına
katılmamamın imkanı yok. Çünkü onlar rakamlara
dayanıyor ve rakamlar, her ne kadar istatistikle
haşır neşir olanların iyi bildiği gibi, yalanlara
alet edilebilirlerse de, eğer dürüst ve ne yaptığını
bilen araştırmacılar tarafından toplandılarsa onlara
güvenmek gerekir. Zira o durumda kolay kolay yalan
söylemezler ancak kimi zaman, yorumlandıkları biçime
bağlı olarak, yanıltıcı olabilirler. Söylediğim
gibi, rakamları tartışacak değilim, hatta aslında
içeriği de tartışacak değilim. Sadece bu yorum
farklılıklarının, üstelik de aynı ya da benzer
rakamlardan yola çıkılsa da, son derece belirleyici
biçimde tamamen farklı sonuçları da
destekleyebileceğini göstermeye ve bu anlamda bir
pencere açmaya çalışacağım. Sanırım fark ediliyor,
ilk cümlemde söylediğimin biraz aksine bir yola
saptım son virajda(!).
Aslında yavaş yavaş geri adımlar atarak zeminimi
kuvvetlendirmeye çalışıyor izlenimi verebilirim, ki
öyledir. . .
Irak savaşının ardından, bunun aslında bir petrol
savaşı olduğu yazılıp çizilmedi değil. Hatta bir
hayli yazıldı çizildi. Hatta bu savaşın tek
nedeninin petrol olduğu sıkça söylenen bir argüman
olarak kayıtlara geçti. Ancak, sayın Bilge'nin açış
konuşmasında söylediği gibi, Türkiye' de konuyu çok
da fazla tartışmadığımız doğrudur. Tartışma derken
veri temelli, belli bir metodoloji çerçevesinde
gerçekleştirilen, analiz içeren ve bir senteze
ulaşmayı amaçlayan bir süreçten bahsettiğimi hemen
belirteyim. Ancak Türkiye' de, bu yukarıda
tanımladığım anlamda, neyi 'fazla' tartışıyoruz ki.
Ben açıkça, bu anlamda, tartışma fazlalığı
çektiğimizi hatırlamıyorum memleketimizde. Ne yazık
ki, konuları en kolay açıklamasına rücu etmek
suretiyle bir sonuca bağlamayı tercih ediyoruz. Ve
bunu yaparken de, işin çok felsefe kısmına girmek
istemiyorum ama, "söyleme" eylemini unutuyoruz.'
Yani gerçekten söylediklerimizin bir içeriği, bir
açıklayıcılık değeri olması gereğini göz ardı
ederek giriyoruz mevzulara. Baştan söyleyeyim,
buradaki kastım şu değil; Irak savaşının petrolle
hiç alakası yok. Bunu demek istemiyorum. Irak
savaşının elbette petrolle alakası vardı ve bu
petrolle olan ilgi öyle kolayca görmezden gelinecek
türde değil ama öte yandan, hayır Irak savaşının
petrolle alakası yoktu. Nasıl yoktu? Türkiye'de
tartışıldığı biçimiyle yoktu. Biz o konuyu son
derece yanlış tartıştık, çünkü biz konuyu; Petrol
ABD'nin bitmez tükenmez enerji ihtiyaçlarını
karşılamak için vazgeçilmez olduğu için, Irak'a
girip bu rezervlere el koyduğu biçiminde tartıştık.
Halbuki bunun gerçeklikle uzaktan yakından pek
alakası yok.
Şimdi, dünya petrol piyasaları 1970'lerden bu yana
özellikle, 1973 petrol ambargosu ve 1979 İran
devrimi sonrasında çok ciddi yapısal değişikliklere
uğradılar. Bu ciddi yapısal değişiklikler petrol
piyasasına bağımlılık ilişkilerini tüketicilerin
üreticilere, veya üretim gücünü kontrol edenlere,
bağımlı olduğu klasik yapıdan çıkardı. Önce
karşılıklı bağımlılığa, ardından da üreticiler
aleyhine bir bağımlılığa dönüştürdü. Bu dönüşüm
sonucunda ortaya çıkan bugünkü manzara Irak'ta
mevcut bulunan ve dünya rezervlerinin yüzde 11 'ine
denk gelen petrole el koymak adına savaş çıkarmayı
ABD için son derece mantıksız bir hale sokmuştur.
Elbette ABD'nin yaptığı her şeyin bir mantığı olacak
diye de bir kaide de yoktur ama, daha kolayına elde
edilebilecek, hatta el konulabilecek rezervler için
asker göndermek suretiyle bütün dünya ile başını
belaya sokarak, kör gözün parmağıma işlere
girişmenin ABD açısından ne alemi, ne de anlamı
vardı. Ki olan da bu değildir.
Neden bu değildir? İthalat ve ihracat rakamlarına
baktığımız zaman aynı rakamları biraz farklı biçimde
yorumlayarak bir noktaya varmak istiyorum.
Tüketimin artış rakamlarını sayın Uluğbay ortaya
koydular. Orada da gördük ki, ABD'nin petrol
tüketimi yüzde 2 den yüzde 25.9'a iniyor. Ben size
başka bir rakam söyleyeyim, ABD' de petrol tüketimi
açısından o yüzde 2'lik rakam önemlidir. Benim
Türkiye' de sık sık yaşandığını gördüğüm bir sıkıntı
budur, örneğin Borsa' da herhangi bir hisse senedi
yüzde 2 prim yaptığı zaman "niye yüzde 3 yapmıyor"
diye hayıflanınız. Çünkü yüzde 2 Türkler için
anlamını yitirmiş bir orandır. Ama örneğin dolar
faizlerinin yüzde ı.5 olduğu bir memlekette yüzde 2
anlamlı bir düzeydir. Eğer dünyanın toplam petrol
tüketiminin yüzde 25'ini tüketiyorsanız bu oran çok
anlamlı bir azalmadır. Üstelik de bu azalma gene
sayın Uluğbay'ın verdiği rakamlar üzerinden ki,
benim de son yazımda kullandığım rakamlar üç aşağı
beş yukarı aynı kaynaklar. Yine Sayın Uluğbay'ın
kullandığı tablolardan gidelim, yüzde 22.7'den ABD
yüzde 17'ye düşmüş, 1980'den, 2000'e. AB çok daha
fazla düşmüş. Peki bu niye oldu? Bunun niye olduğunu
izah etmenin aslında çok kolay bir yöntemi var.
Biraz daha araştırdığınızda şunu görüyorsunuz, eğer
milli gelir 3 bin doları geçerse enerji kullanımında
korkunç bir patlama görüyorsunuz. Çok. ciddi bir
biçimde ekonominin kullandığı enerji miktarı
artıyor. Ancak 10 bin dolarlar seviyesine geldiğiniz
zaman talepteki artış sürmekle birlikte yavaşlıyor.
iS bin dolarlara geldiğiniz zaman talep milli
gelirdeki artıştan daha düşük düzeylerde artıyor. 25
bin dolar civarına geldiğiniz zaman artık
ekonomininiz yapısı değiştiği için petrol
talebinizdeki artış öyle dikkate değer rakamlarda
olmuyor. Yani bu ülkeler "bilgi temelli toplumlara"
dönüşürken ekonomileri de ona göre transforme
oluyor, kullandıkları girdilerin yapısı ve
kompozisyonu değişiyor. Azalmanın nedeni bu.
İkinci bir manzara tabii 20 dakika içinde özetlemek
durumunda olduğum için böyle çok kısa kısa resimler
vereceğim, belki filmin tamamını oynatmak mümkün
olmayacak ama, ikinci bir manzara 1973 sonrası ABD'
de alınan tedbirler. Bu tedbirler sonucunda, aynen
okumak istiyorum, rakamları birbirine sokmayayım
diye, çünkü biraz karışık bir hesap. ABD'nin toplam
petrol ithalatının yansı OPEC'den gerçekleşmekte.
Yani, genelde inanıldığı gibi Orta Doğu ve Körfez
ülkelerinden değil. Bu rakam toplamın yüzde
33.6'sının bu bölgeden geçekleştiği 1977'ye göre
yüzde i O düşük. Burada şunu söylemek istiyorum.
Toplam yüzde 50'si oradan gerçekleşiyor ama,
kullanılan miktarla kıyasladığınızda ve
oranladığınızda gördüğünüz manzara şu. Evet toplamın
yarısı, ama 1977 'ye göre azalma var. İkinci bir
veri, ABD 1977' de ithal ettiği petrol miktarının
iki katını ithal ettiği halde vaziyet böyle. Şimdi,
bu ne demek?
Burada nedenleri anlamak için 1980'lerdeki ABD
meydana gelen gelişmeleri anlamak lazım. 80'lerde
ABD'de Başkan Carter'ın ve ondan önceki iki başkan
olan Kissinger ve Ford'un uyguladığı politikaların
etkisiyle, ama özellikle Carter sayesinde ABD' de
çok ciddi bir enerjinin etkin "kullanımı
standartları uygulamasına gidiliyor. Özellikle
toplam dünya enerji kullanımımızın yüzde 43 'leri
civarında bir miktarını ulaştırma sektöründe
tükettiğimiz göz önüne alınırsa, bu standartlar
sayesinde bir galon benzinle bir arabanın kat
edebildiği yol miktarının artırılması, hele ABD gibi
en büyük kullanıcı ülke söz konusu olduğunda, çok
ciddi bir gelişme. Yapılan ekonometrik araştırmalar
şunu gösteriyor, o dönemin tedbirleri aynı düzeyde
sürdürülseydi, başkan Reagan iktidara geldiği zaman
bu tedbirleri rafa kaldırmamış olsaydı, bugün
ABD'nin Orta Doğu'dan tek damla petrol ki toplam
ithalatın içerisinde yüzde 13' ler civarındadır dahi
ithal etmesine gerek kalmayacaktı. Ne için? Kendi
doğrudan kullanımına yönelik enerji ihtiyacı için.
İkinci bir rakam daha, ABD'nin, yine doğrudan enerji
ihtiyacı için, Orta Doğu Petrollerine el koymasının
gereksizliğini ortaya koyuyor. ABD' deki mevcut
petrol çıkartma maliyetleri yaklaşık olarak iS
dolarlar civarındadır. Batı Teksas petrolü iS dolar
civarına çıkar ki, bu rakam aynı zamanda Kuzey
Denizi petrolü ile aynı düzeylerde bir maliyete
tekabül eder. Uluslar arası petrol şirketlerinin
maliyetleri ise 2.56 dolar civarında cereyan
etmektedir. Suudi Arabistan'ın bazı bölgelerinde
petrol çıkarmanın maliyeti 1.5 dolarlara kadar
düşmektedir. İşte bu nedenlerle 80'lerde, bugünkü
başkanın babası eski ABD Başkanı Bush, OPEC'in
başlattığı, özellikle Suudi Arabistan'ın başlattığı
fiyat savaşları sonucunda petrol fiyatları 12
dolara indiğinde Suudi Arabistan' a üretimi kısması
konusunda ricacı gitmek zorunda kalmıştır. Niye?
Fiyatlar yükselsin diye. Çünkü 15 doların altındaki
petrol fiyatları batı Teksas'taki Başkan Bush'la
ilişkilerini ballandıra, ballandıra anlatmaktan pek
keyif aldığımız ve onlar sayesinde de bu bir petrol
savaşıdır deyip mevzunun hemen arkasına dolanıp 2
puan alarak kendimizi kurtardığımızı petrol
lobi.sinin hiç işine gelmemektedir. Çünkü o kişiler
doların altındaki petrol fiyatlarından hoşlanmamak
bir yana, bu fiyatlara eğer piyasada yeterli süre
hüküm sürerlerse iflas edecek kişiler. O halde nedir
Irak olayının manası?
Maalesef açıklama çok çok daha sıkıntılı gerekçelere
dayanıyor. Hani neredeyse insana;"Keşke petrol
savaşı olsaydı" dedirtecek türden nedenlere
Özellikle de, maalesef Türkiye için. ABD'liler, en
azından bugünkü Washington yönetiminin etkin
isimlerinin önemli bir bölümü, dünyayı yeniden
düzenlemeyişine soyunmuş vaziyetteler ve bunu da
açıkca söylüyorlar. Bugün Washington' a giden hiçbir
kişinin öyle klasik eğitim almasına da gerek yok
etrafına bir kez dahi bakması, ABD Başkentinin ne
kadar grekoromen stilde Roma mimarisinin etkisinde
inşa edildiğini görmesine yeter. ABD tarihçilerinin
sevdiği bir ifadedir. "Onların hikayesi, bizim
hikayemizdir" derler, Romalılar için. Roma kimdir?
Roma o çağların bilinen dünyasının düzen
koyucusudur. Ve ABD düzenleme işine Iraktan başlamış
vaziyette. Orada sayın Pala'nın söylediği bir şey
var ki, onun üzerinde çok çok dikkatli durmak lazım.
O vurguladı, ben bir kez daha vurgulamak istiyorum.
Bu petrole ABD'nin niye ihtiyacı var derseniz, o
zaman Uzak Doğu Asya'ya bakmak mecburiyetindesiniz
ki, sayın Uluğbay'ın verdiği rakamlar da bunu
destekler nitelikte. Bakınız 98 krizinde petrol
fiyatlarında ufacık bir sıçrama oldu, Rusya krize
düştüğü vakit. Bu krizin ortasında Rusya'ya ek 2
milyar dolar gelir sağladı. O tarihte Rusyanın
içinde bulunduğu krizden çıkmak için ihtiyaç duyduğu
para da resmen neredeyse son centine kadar 2 milyar
dolardı. ABD ne yapıyor, petrol fiyatlarını kontrol
ediyor. Petrol fiyatlarını kontrol etmek suretiyle
ABD Avrupa'nın büyümesini kontrol ediyor. Petrol
ticaretini kontrol etmekle ABD kontrat etkisi
dediğimiz bir etkiyi sonuna kadar kullanabiliyor.
Uluslar arası ticarette mevcut kontratların ABD
doları cinsinden yapılıyor olmasının dolara kattığı
güç korkunç. ABD, böylelikle, bu durumunun kendi
cari açığının finanse edilmesinde ortaya çıkardığı
kimi rahatlıkları kullanmaya devam ediyor. Çünkü
dünyanın bütün emtia piyasaları, başata ve
belirleyici olarak petrol, ağırlıklı olarak dolar
üzerinden işlem yapılan piyasalar. Bunun finansal
piyasalara da doğrudan etkisi tartışılmaz. Petrol
fiyatlarını kontrol ederek ABD, Japonya'nın
kendisiyle rekabetinde ne derece güçlü ya da güçsüz
olabileceğini belli etti. Petrol fiyatlarını ve Orta
doğu'yu kontrol etmekle ABD'nin yaptığı asıl dünyayı
kontrol etmek. Petrol burada bir amaç değil, bir
araç. Denilebilir ki, bunların ikisinin arasında ne
fark var. Petrol işte bu kadar önemli, fark ne?
diyebilirsiniz. Hemen söyleyeyim, çok büyük bir
fark var. Eğer petrolün bir amaç olduğunu düşünseniz
petrolü ve ona ilişkin süreçleri merkeze alır
öncelikle onları yönetmeye çalışırsınız. Örneğin,
piyasa hareketlerini anlamlandırmak ve büyük resmi
görmeye çalışmak yerine petrolün mülkiyetine
konsantre olur, sadece buna ilişkin konuları
stratejik olarak algılarsınız. Ama petrolün bir araç
olduğunu düşünürseniz, neyi amaçlıyorsa petrolü araç
olarak kullanan, o amaçlara ilişkin süreçleri ve
sonuçlarını yönetir veya en azından yönetmeye
çabalarsınız. Oyun alanınız genişler,
alternatiflerinizi çeşitlendirmek noktasında bakış
açınız gelişir. Esasen bahsi geçen süreç ve sonuçlar
bir hayli karmaşık bir Nedir bunlar?
Şimdi ABD biraz evvel söylediğim gibi dünyayı tekrar
biçimlemeye yöneldi. Ve bunu yaparken bunun hakkı
olduğunu da düşünüyor. Fakat hak ve hukuk
kavramlarının da ötesinde, özellikle bugünün ABD
yönetiminin çok fütursuz bir tavrı var. Fakat bu
tavır bir kaç kişinin, bir kaç yeni-muhafazakarın
dünyaya bakış ve algılayışındaki sakat!ıklardan,
veya kimi ABD'lilerce algılandığı gibi, isabetten
kaynaklanmıyor. Bu tavrın kaynağı sanayi devrimi ve
sanayi devrimi sonrasında yaratılmış olan alt yapı.
O alt yapı ki 1648' deki Westfalya anlaşması
imzalandığından beri tekamül ederek bugünkü dünya
algımızın zeminini, çerçevesini oluşturan uluslar
arası düzenin değişimine tekabül ediyor. Nedir
Westfalya? Westfalya Barışı 1648 yılında 30 yıl
savaşlarından sonra imzalanmış iki anlaşmanın ortak
adı. Fakat o anlaşmalar ile başlayan süreçler önce
ticari kapitalizmin, sonra sanayi kapitalizmin
omuzlarında bir uluslar arası düzenin ortaya
çıkmasına ilişkin temel prensiplerinin konulmasının
ilk adımıdır. Burada temel prensip nedir?
Devletlerin egemen eşitliği. Bugün değiştirilmesi
yoluna girdiğimiz işte bu temel prensibe dayalı
olan uluslar arası düzen. Berlin duvarı 1989 da
yıkıldığında biz zannettik ki soğuk savaşla beraber
savaşlar bitti. Özellikle bir kısım Amerikalı
araştırmacılar öyle zannettiler, soğuk savaşı
kazandık diye memnun oldular. Bu zaferle ne
yapacaklarını bilemediler ilkin. Buna bir anlam
yüklemek istediler, anlamı doğru dürüst bulamadılar.
İşte; Fukuyama'nın meşhur "Tarihin Sonu" tezi de bu
dönemin ürünüdür. Aslında 11 Eylül o aranan mananın
artık hiç kimsenin gülünden kaçmayacak şekilde
meydana çıkışıdır. Ya da kullanmayı . sevdiğim bir
terimle tarihin geri dönüşüdür. Fukayama
biliyorsunuz tarihin sonunu ilan etmişti, II Eylülle
birlikte tarih geri döndü. Hem de ne dönüş. Tarih
bütün dinamikleri ile birlikte geri döndü. 1948
Westfalya'nın temelini attığı düzen, sanayi
kapitalizminin üst yapısal yansıması olarak ulus
devleti ön plana çıkaran bir düzendir. Ulus devlet
niye vardır, alt yapının üst yapıyı belirlemesi
perspektifi içerisinde önce ticaret, sonra sanayi
kapitalizminin sonucu olmasına ilişkin dinamikler ve
süreçler nelerdir? Nasıl gelişmişlerdir? Bunların
ulus devletle ilişkileri nedir? Hikayesi uzundur
ama, bunlar bilinen" konular. Sadede gelirsek sonuç
olarak içinde yaşadığımız siyasi ve iktisadi düzen,
400 yılda müteşekkil hale gelmiştir. Kalın
çizgilerle anlatmak gerekirse kapitalizmin o günkü
yapısı ulus devlet denilen üst yapı aracını kendisi
için uygun görüyor. Çünkü, üretimin, tüketimin,
uluslar arası ticaretin, kimin hangi işten ne kadar
para kazanacağının, payının ne olacağının organize
edilip korunmasına ilişkin en etkin araç buydu.
Fakat özellikle, geçtiğimiz 100 sene, ama çok çok
özellikle son 25 sene içerisinde yeni bir süreçler
topluluğu tarihe damgasını vurup alt yapıyı tekrar
biçimlemeye başladı. Bu yeni süreçler topluluğunun
adı küreselleşme. Ya da biz ona öyle diyoruz.
Küreselleşme nedir, dediğimiz zaman herkesin bir
tanımı var, ama benim vermek isteyeceğim tanım şu;
her tür değer ve birikimin bugünkü ulus devletlerin
sınırlarının belirlediği siyasal coğrafyayı, bu ulus
devletlerin hakim otoritelerinin dayatabileceği
regülasyonlarla en alt düzeyde muhatap olmak
suretiyle aşabildiği bir düzen. Şimdi bu uzun tanımı
biraz anlaşılabilir hale getirirsek, değerler ve
birikim dediğimiz zaman ne kastediyoruz? Birikim
dediğimiz vakit insanoğlunun maddi ürünlerinden
bahsediyoruz. Yani otomobillerden cep telefonlarına
oradan mali sermayeye kadar, bunlar insanoğlunun
maddi ürünleri. Değer dediğimiz zaman tüketim
kalıpları da dahil insan oğlunun tüm kültürel
ürünleri söz konusu olan. Şimdi burada sürekli
bahsettiğimiz, iyi midir kötü müdür tartışmasına
konu olan yönüyle ilgilenmiyoruz.
Bunlar bugünkü siyasal coğrafyayı belirleyen
ülkelerin sınırlarında gümrük kontrollerine, vergi
vs. hükümet müdahalelerine en alt düzeyde maruz
kalarak yer değiştirebilmeliler. Küreselleşmenin
anlamı ana hatlarıyla bu. Bu süreçler, mevcut alt
yapısal ilişkileri bütünüyle dönüştürüyorlar. Nasıl
dönüştürüyorlar? Yani kimin, nereden en fazla parayı
kazanacağı, hangi işlerden daha büyük rantlar elde
edilebileceği, kısaca kimin neyi, ne zaman, nasıl
elde edebileceği konusundaki anlayışımızı ve bunlara
ilişkin yapıyı bütünüyle dönüştürüyorlar. Bu
dönüşümün şöyle bir anlamı var. Düşünün ki biz bu
salonda oturuyoruz, alt katımızda birileri kolon ve
kiriş sistemiyle oynuyor. İşte sanayi kapitalizminin
yarattığı tarihsel ekonomik sistemin küreselleşme
süreçlerince dönüştürülmesi bu. Aşağıda birileri
kolon kiriş sistemini değiştiriyor. Ve bunu öyle
ustaca yapıyorlar ki, üstteki bina bizim üzerinde
oturduğumuz zemin yıkılmıyor. Çok güzel
destekliyorlar bunu değiştirirken. Zaten tarihsel
ekonomik sistemlerin hepsi böyle olmuş. Aşağıdaki
kolon kiriş sistemi değişince, bir gün alt kattaki
komşunuz kapıyı çalıyor, ve diyor ki, "kusura bakma,
üstü de değiştireceğim, yani üst yapıyı da
değiştireceğim. Çünkü aşağıda kurduğum kolon kiriş
sistemi bunu taşımaya müsait değil. Bütün değer
yargılarından uzak bu cümlem. Çünkü ben
küreselleşmeyi tartışırken şu söz gelir aklıma.
Yağmur yağarken yağmuru değil de şemsiyenin
kalitesini tartışmak daha doğrudur. Kapıyı çalan bu
güç, aşağıda bir şeylerin değiştiğini söyledikten
sonra, ben bunu taşımak istemi yorum derken
kastettiği şey, "bugünkü uluslar arası düzen
paradigması": bu daha iyisini taşır, daha ağırını
taşır, daha fazlasını taşır, bu anlamlara gelmiyor.
Bu sadece bunu taşımak istemediğini belirtiyor. Ne
olacak, sonuçta her zaman alt yapının üst yapıya
ettiği olacak. Alt yapı üst yapıyı belirler,
değiştirir, üst yapı ise alt yapıya direnebilir, bu
dönüşümde etkili olabilir, geciktirebilir ancak ve
ancak asla sonuna kadar kendisini savunamaz. Üst
yapı önünde sonunda değişir. Üst yapı değişirken,
biraz evvel söylediğim gibi kimin nerede durduğu, ne
kazandığı ve en büyük rantı elde edebileceği, bütün
bunlar değişime uğrayacak. Bütün bunlar değişime
uğrarken en büyük tepkiyi kim verecek? 1 doları
yarım dolara inecek olan adam vermez tabii. 25 bin
doları 12.500 dolara inecek adam ciddi tepki verir.
Yani bir' önceki sistemin en fazla kar edeni kimse
o. Şimdi dünya ekonomisinin büyüklüğü 30 trilyon
dolardır. O 30 trilyonun 10 trilyonunu kontrol eden,
üreten ve tüketen ABD. Dolayısıyla ABD'nin
'duyargaları' biraz evvel bahsettiğim en fazla kar
eden ülke olmak konumu nedeniyle sistemde en derine
gömülüdür. Dolayısıyla değişime ilişkin gelen
sinyalleri ilk ABD almaktadır. Bugün biraz da
reflekstif olarak tepki vermektedir bunlara. Niye
çünkü, kayıp büyük olabilir. Risk büyük. O kaybı
önlemek için de belli tedbirler peşinde koşar ABD,
doğaldır. Yine Sayın Uluğbay'ın rakamlarına
dönersek dünyadaki petrolün 139 yıl ömrü var, en
uzun yıl Kuveytte. ABD'de 8 yıl gibi bir rakam var,
çeşitli değişik hesaplamalar var. Bir gerçek var,
Sayın Pala bunu duymaktan hoşlanmıyor ama iyi
biliyor, petrol bitecek. 480 milyar tur atacak kadar
bir rezerv olduğu anlaşılıyor. Bu büyük bir rakam.
Ama bizim gibi enflasyonu uzun zaman çift hanelerin
üst sıralarında cerayan etmiş bir ülke için
anlaşılması güç bir rakam değil. 480 milyar bizim
algı düzlemimizde bir şeyler ifade eden bir rakam.
Bu çok önemlidir. Algılanır bir rakam olması.
139-150 yıl sürsün, sonunda bitecek. Artı, en son
TÜSİAD'ın Görüş dergisine yazdığım bir makale var,
sayın Pala'nın da orada fosil yakıtlar dünya
ekonomisi ilişkisini anlattığı Katolik nikahı
alegorisi üzerine kurgulanmış bir makalesi var.
Benim ki niye bu bir petrol savaşı üzerine değil
diye. Orada uluslar arası petrol piyasalarının
yapısını anlatmaya çalışıyorum. Orada kullandığım
rakamlar üzerinden gitmem gerekirse bugün o petrol
başkanı, petrol lobilerinin adamı olan Başkan George
Bush 1.2 milyar dolarlık bir projeyi hiç gözünü
kırpmadan onaylamaktadır ve onayladığı proje
hidrojen bazlı yakıtla çalışan otomobil üretimine
ilişkin projedir. Üstelik de önünde duran yakıt
kullanım efektivitesini yüzde 50 artıracak olan, ve
toplam maliyetler bazında baktığınız zaman ilkinin
yaklaşık 1/8' de maliyetine gelecek olan projeyi
bir elinin tersiyle iterek. Şimdi bunun bir anlamı
var, bu işin odağının dediğim gibi petrol olmadığını
gösteri yor. Burada mevcut olan küreselleşme
soncunda en az kayba maruz kalma mücadelesi. Şimdi
ABD bu yeni sisteme geçiş esnasında ve sonrasında
en az kayba nasıl uğrarız diye baktığı zaman bir
kere uluslar arası ticaretteki mevcut dengeleri ve
yapıyı korumak zorunda. Özellikle çok yüksek
oranlarda bulunan ödemeler dengesi açığını
sürdürülebilir kılmak mecburiyetinde. Yoksa
rekabette geriye düşecek. Çünkü hem rekabette önde
olacaksınız ama bir yandan ciddi bir açık
veriyorsunuz. Bunun sürdürülebilir bir tarafı yok.
Demek ki, bir yandan o açığı kapatacaksınız ama bu
arada ABD halkı bas bas bağırmayacak, bir dahaki
seçimi kaybetmeyeceksiniz, iki sonraki seçimleri
kaybetmeyeceksiniz. Bunlar hep gündemin üst
sıralarında ama çok dillendirilmeyen veya kendi
gerçek çerçevelerinin dışın da ideolojik retorik
malzemesi edilerek gündeme taşınan konular. Bu
şartlarda bugünkü ABD yönetimini iyi anlamak lazım.
Orada çok ciddi ıskalıyoruz. Benim de bir ABD
Seyahatim oldu, Irak savaşından bir gün önce
başlayan ve bir 20 gün sonrasına dek süren. Orada
belli kuruluşlarla temaslarımız sırasında elde
ettiğim izlenim şudur;. Bugünkü ABD yönetimi, daha
önce de söylemiştim, reflekstif davranıyor. Bu
elbette tek yol değil onlar için ama bunlar böyle.
Her şey çok kişisel bu adamlar için. Son derece
kişisel, yani Başkan Bush'a "size destek vereceğim",
dedin vermedin mi, bitti, sen ona vermiş 01duğun
sözünü tutmamış birisin. Yani bilye oynarken,
bilyelerini alıp masadan kalkmış adam ne muamele
görürse 12 yaşında arkadaş grubu içerisinde, sen de
aynı muameleyi görürsün. Bugünün ABD yönetimi
böyle. Ama psiko-politik tahlillerden ziyade biraz
önce söylediğim rakamlara dikkatinizi çekmek
isterim. Bu adamlar 10 trilyon doların üstünde
oturuyorlar ve dolayısıyla yaptıkları kapris dahi
olsa etkili ve hayatımızı belirlemekte son derece
önemli sonuçlara yol açıyorlar. Bu sonuçları
yönetmek için bir kere etrafımızda olup bitenin 'ne'
savaşı olup olmadığı konusunda ciddi bir teşhise
ihtiyacımız var. Bu teşhisi bir kere koyduk mu,
işler kolaylaşacak. ABD, küreselleşme çerçevesinde
değişen dünya düzeninde kayba uğramamak için çaba
sarfediyor. Ozaman oturup şunu tartışabiliriz, peki
eski düzenin yerine ne geliyor? Biz bu yeni düzende
nasıl bir konum almak istiyoruz? Ulusça
geleceğimizi nerede görüyoruz, bu hedef
doğrultusunda nasıl biçimlemeye çalışacağız?
Olayların sürekli kurbanı olarak mı devam edeceğiz,
yoksa sonuçları yönetmeye mi talibiz? Sonuçları
yönetmeye talipsek işte o zaman sayın Pala gibi,
sayın Engür gibi stratejistlere ihtiyacımız var
bizim. Gelişmeleri doğru algılayıp, doğru yerlere
oturtabilen insanlara ihtiyacımız var. Bunları
sayın Pala ve Engür'e iltifat olsun diye
söylemiyorum. Benim jenerasyonumdan olmaları ve
bürokrasi içinde bulunmaları nedeniyle söylüyorum.
Çünkü ne yazık ki, siyaset bizde bu gelişmeyi, en
azından parlamentodaki çoğunluk temelinde
ıskalamış durumda. Parlamentodaki çoğunluk derken
de, sadece iktidardan bahsetmek istemediğimi
söylemek isterim. Dünya sistemindeki gelişmeyi
doğru algılamazsak biz hala petrol meselesi
yöneteceğiz. Onu da o düzeyde yönetemeyeceğimizden,
durum ve sonuçlar hiç iç açıcı olmayacaktır. Bizim
petrol meselesini yönetmemiz Botaş'ın petrol
meselesini yönetmesine benzemez. Botaş petrol
meselesini, doğal gaz meselesini yönetmek
zorundadır. Onu en iyi şekilde yapmaktadır muhakkak.
Ama ulusal stratejiyi Botaş yönetmeyecek kuşkusuz.
Zaten işi de değildir. Böyle bir iddiaları olduğunu
da söylemek istemiyorum ayrıca. Ama sadece Botaş
türünde uzmanlık kuruluşlarında bir şeyler yapıldığı
için sanki ulusal stratejimiz de tıkır tıkır işliyor
havasına giremeyiz. işini yapan, hem de iyi yapan
kuruluşlara bu kadar yüklenmek de doğru değil
zaten. Fazla yükle onları felç edersiniz sonra.
işlerini yapamaz olurlar. Biz nedense işleri
birilerinin üzerine yıkıp sonra da üç maymunu
oynamayı tercih ediyoruz. Ama daha vahimi bunu bir
'yöntem' sanır gibi bir halimiz de var. Hani şu
Wolfowitz çıkıp hepimizi kulaklarımıza kadar
kızartmasaydı, biz hala ABD'lilede aramızda sorun
yok zannediyor olacaktık. Böyle hataları kolaylıkla
kapatabileceğiniz bir dünya yok artık.
Dünyada mevcut durum 1648 Wesfalya' da kurulan
paradigmanın iflası demiştik. Bir başka örnek
olayla bu varsayımımızı teste tabi tutalım yine.
Şimdi, eğer bu varsayım gerçekse, bu paradigma iflas
ediyorsa uluslar arası ortamda ilk iflas eden kurum
hangi kurum olur diye soralım? Devletlerin egemen
eşitliği ilkesinin tapınağı olan kurum hangisidir?
Birleşmiş Milletler. Zaten onun için BM hasar
görmektedir. çünkü düzen paradigması değişirken, o
düzen paradigmasını temsil eden kurumlarda çeşitli
düzeylerde tahrip olmaktadır. Buradan sonrasında
yepyeni bir dünya izleyeceğiz ve o dünya, cesur yeni
dünya. Cesur yeni dünya hakikaten bugün görmekte
ciddi bir biçimde zorlandığımız ya da
kavramsallaştırmakta ciddi biçimde sıkıntı
çektiğimiz türden gelişmelere gebe. Bu gelişmeleri
anlarken bizim bütüncül bir yaklaşıma ihtiyacımız
var. O bütüncül yaklaşımı oluşturabilmek için
gerekli birikimi koordineli kullanmaya ihtiyacımız
var. Bu toplantı onun için bir adımdır. Yan tarafta
başka bir toplantı bunun için bir başka adım
olacaktır. Üniversitelerdeki toplantılar,
konferanslar, sempozyumlar bunun için birer
adımdır. Devletin yeniden yapılandırılması ve bilgi
paylaştırılması, bu bağlamda akademisyenlere siyasa
üretim sürecinde kullanılabilecek kimi sağlıklı
verinin kurumsal planda aktarımının sağlanması
önemli bir adımdır. Çünkü öyle olmadığı zaman trajikomik
haller ortaya çıkıyor, ben gidiyorum ABD'ye ilişkin
bütün verilere takır takır ulaşıyorum, Türkiye'de
ne olup bittiğini öğrenemiyorum. Çünkü kamuoyuna
söylemiyorlar. Üstelik komik bir şey, örneğin, ABD'
de iken Türk büyükelçiliğine aynı soru ile
gittiğiniz zaman cevap alınıyor. Böyle bir ortamda
strateji falan üretemezsiniz. Üretemeyeceğiniz gibi,
böyle bir ortamda bir takım iyi niyetli çabalar da
kaybolup giderler. Kaybolup giden bu çabaların
arkasından ağlamak için bu dönem çok uygun bir
dönem değil. Çünkü önümüzdeki 25 yıl, kan 25 yılı,
ateş 25 yılı olacak ve bedeli de maalesef Washington
veya Paris yahut Bonn' da falan oturanlar .
ödemeyecekler. Bedeli bu coğrafyanın üstünde
oturanlar ödeyecek. Biz bu bedelden üzerimize ne
düşecek diye bakmak zorunda olduğumuz bir konumda
oturuyoruz. Çok çok dikkatli davranmak, olayları
doğru anlayıp doğru bir perspektif içine
yerleştirmek durumundayız. Aksi halde biz gene
olayların götürdüğü yöne doğru akan nehrin
içerisinde yaprak olmaya devam ederiz. Herhalde
böyle bir tarihsel geçmişi ve bunca potansiyeli olan
bir ülkeyi böyle bir kadere mahkum etmenin kimsenin
hakkı olmadığını düşünmek gerekir.