Gelişme için Ticaret: Fakirlerin En İyi Umudu, Bilgi Ticaret
Hakkında
Çok taraflı ticaret müzakerelerinin (CTM) Doha'daki yeni turu
sadece iki yıl önce Seattle'de zafer kazanan
globalleşme karşıtlarına bir (gerekli) darbe
indirdi. Fakat bu tur bir başka sebep yüzünden de
önemliydi. "Gelişme" kelimesi şimdi yeni tura isim
vermektedir. Bu alışıldık bir durum değildir, fakat,
fakir ülkelerin gelişmesinin müzakerelerin bu
turunun merkezî konusu olacağı gerçeğini
göstermektedir.
Bununla beraber, memnuniyet verici retorik bir yana, bunun ne
anlama geldiğini sormalıyız. Bu, beyhude bir soru
değildir. Çünkü eğer siyasa yapıcıları ve hükümet
dışı örgütler (HDÖ) arasında yaygın olan kanaat bir
rehber ise, siyasa yapıcıları ve HDÖ'lerin bu soruya
vereceği cevap doğru değildir. Ve bu cevap alarma
geçmeye yeterli bir sebeptir.
Kuşkusuz, ticareti savunanlar daima ticaretin (izlenmesi gereken)
siyasa ve gelişmenin hedefi olduğunu düşüne
gelmişlerdir. Savaş sonrası yıllar onların haklı
olduğunu göstermiştir. Serbest ticareti savunanların
ticaretten sağlanabilecek kazançları abarttığını
veya en iyi ticaret politikasının bir reform paketi
içine yerleştirilmiş ticaret politikası olacağını
unuttuğunu ileri süren bir avuç muhalif
iktisatçının itirazları birçok insanı büyük ölçüde
yanıltmaktadır.
Ticaret eğer gerçekten fakir ülkeler için iyiyse, fakir ülkelerin
nazarında ticaretin kıymetini artırmak için ne
yapılabilir? Pek çok şey. Ancak, birkaç yanlış
anlayışla yüzleşip onları cevaplandırmadan değil. Bu
yanlış anlayışlardan bazıları şunlardır:
- Dünya ticaret sistemi "gayri âdildir": Fakir ülkeler
kendilerinin uyguladığından daha keskin/ağır bir
korumacılıkla karşılaşmaktadır.
- Zengin ülkeler Bretton Woods kurumlarını fakir ülkelerin
ticaret ba-riyerlerini aşağı çekmelerini sağlamak
için kullanırken, haince, fakirlere karşı kendi
ticaret bariyerlerini muhafaza etmektedir.
- Zengin ülkeler kendi ticaret bariyerlerine sahipken fakir
ülkelerin ticaret bariyerlerini aşağı çekmelerini
istemek ikiyüzlülüktür.
Gerçekte, ticaret bariyerlerinin asimetrisi öbür istikamette
işlemektedir. Endüstriyel ithalat vergilerini ele
alalım. Bugün itibariyle, zengin ülkelerin ithalat
vergisi ortalama %3'tür. İthalat vergilerindeki -
tekstil ve giyimde, balıkçılık ve ayakkabıcılıkta
yoğunlaşan ve açıkça fakir ülkelere yöneltilen- en
yüksek oranlar da manzarayı pek değiştirmemektedir:
Birleşmiş Milletler Ticaret, Yardım ve Kalkınma
Konseyi (UNCTAD) bu vergilerin fakir ülkelerin
ihracatlarının yalnızca üçte birine uygulandığını
tahmin etmektedir. Dahası, fakir ülkelerin
birbirlerine karşı koydukları ticaret bariyerleri
kendi gelişmelerinin/kalkınmalarının önüne zengin
ülkeler tarafından konulan bariyerlerden daha önemli
sınırlamalar yerleştirmektedir.
Hain Zenginler, Ticaret Yönetimi
Bu gerçekler yaygın bir mit karşısında kaybolup gitmektedir. Bu
mite göre, çoğu zaman Dünya Bankası ve Uluslararası
Para Fonu (IMF) tarafından empoze edilen şarta
bağlılık yoluyla hareket eden zengin ülkeler kendi
ticaret bariyerlerini muhafaza ederken fakir
ülkelerin ticaret manialarını tahrip etmişlerdir.
Hakikaten (bu mitte) hem Bretton Woods kurumlarının
kudreti hem de zengin ülkelerin kötülüğü fena halde
abartılmıştır.
Dünya Bankası'nın şart empoze ediciliği öylesine geniş ve yaygın ve
borç verme ihtiyacı öylesine dayanılmazdır ki,
gerçekte (Dünya Bankası) baypas edilebilir. Birçok
müşteri devletler bazı şartları ihmâl ederken
diğerlerine uyabilir. Bunun yanında ülkeler bir
istikrar krizi olduğu zaman IMF'ye giderler.
İstikrar, geliri aşan harcamaların
azaltılmasını/geri çekilmesini (gelire
uyarlanmasını) gerektirdiğinden IMF çoğu 2aman
gümrük vergilerinde azaltma tavsiye etmekte isteksiz
olmuştur. Çünkü bu gelirleri azaltabilir, gelirlerin
azalması krizi ağırlaştırabilir.
O zaman, tekrar, ülkeler kriz bittikten ve borçlar ödendikten sonra
kendi kötü yollarına dönmekte serbest olduklarından,
gümrük vergileri reformu tersine çevirebilir.
Ülkeler gümrük vergisi azaltmalarını, Dünya Ticaret
Örgütü'nde yaptıkları gibi, IMF programları
çerçevesine "bağlamazlar". Aynı şekilde ithalat
vergisi azaltmaları, bir istikrar (stabilizasyon)
krizi tekrar ettiği zaman tersine çevrilebilir ve
gümrük vergileri gelirleri artırmak için yeniden
konur. Öğrencim Ravi Yatawa-ra -ki "ticaret
politikası makası (değişiklikleri)" adını verdiği
şey üzerinde çalıştı-IMF'den borç alan birkaç
ülkenin bu tür gümrük vergisi geriye çevirişlerinin
birkaç örneğini belgelemektedir. Meselâ, Uruguay
1971'de önceki yıl başlayan bir IMF programı
esnasında ticarette korumacılığı artırdı ve bir yıl
sonra başka bir kredi dilimi almayı becerdi.
Kenya'nın 1977'deki liberalizasyonu 1979'da geriye
çevrildi- ki aynı yıl (1979) IMF ile bir başka
düzenlemeye müzakere etmekteydi.
Dahası, emek-yoğun ürünlere karşı nispeten yüksek ticaret
bariyerleri genellikle (zengin ülkelerin)
kötülüğünün değil fakat basit politik ekonominin
ürünüdür. Gerçekte tek taraflı ticaret bariyeri
azaltmaları hiç karşılaşılmayan bir durum değildir
ve yeni kitabım Going Alone: The Casefor Relaxed
Reciprocity in Free-ing Trade'de (Yalnız Yolculuk:
Ticareti Serbestleştirmede Gevşetilmiş
Mütekabiliyet Durumu) (MİT Press, Temmuz) bu tür
tek taraflı azaltmaları savaş sonrası
dönemde birçok ülke ve birkaç sektör açısından
belgelemekteyim. Fakat gelişmekte olan ülkelerin
zamanın ekonomik ideolojisi tarafından (bu
uygulamadan) muaf tutulduğu gerçeği ortadadır. Söz
konusu ideoloji, bu ülkeleri, savaştan sonra ardarda
yapılan çok taraflı ticaret müzakerelerinde -ki bu
müzakereler ticaretin önündeki bariyerleri
azaltmıştır- ticarî taviz vermek mecburiyetinden
kurtaran "özel ve farklı" bir muameleyi
kapsamaktaydı. Fakir ülkelerin mütekabil tavizlerine
ulaşamayan (kendilerine bu tavizler tanınmayan)
zengin ülkeler tekstil ve konfeksiyondan ziyade
makineler, kimyasallar ve mamul mallar gibi
kendilerini daha çok ilgilendiren ürünlerde
liberalizasyon üzerinde yoğunlaştılar.
Fakir ülkeler görüşmelere tam olarak katılınca (üye olunca) durum
değişti. Uruguay turunun tamamlandığı 1995 Marakesh
(Fas) toplantısında, en nihayetinde kötü şöhretli
çoklu fiber (iplik) düzenlemelerini (MFA) kaldırmak
için adım atıldı. Ki bu düzenleme -1961 'de Kısa
Vadeli Pamuklu Tekstil Düzenlemesi olarak
doğuşundan- 1974'e gelindiğinde bütün tekstil
ürünlerinde dünya ticaretini sınırlayan birkaç ayrı
anlaşmayı bir araya getiren Frankeştayımsı bir
canavara dönüşmüştü. Marakesh'de bu anlaşma gündeme
almdı/göze kestirildi ve on yıl içinde ortadan
kalkması planlandı.
Fakat, zengin ülkelerin korumacılığı asimetrik şekilde yüksek olsa
bile, bundan dolayı fakir ülkelerin kendi ticaret
bariyerlerini indirmelerini tavsiye etmenin
ikiyüzlülük olduğunu iddia etmek tehlikelidir. Az
sayıdaki oligopolistik rekabet durumundakiler hariç
-Fuji ve Eastman Kodak arasındaki (fakir ülkelere
uygulanması zor) stratejik misliyle mukabelenin
normal olduğu durum gibi- diğer insanların
korumacılığını aynen karşılamanın (ona uymanın) net
etkisi, kendi kendine iki defa zarar vermektir.
Fakat fakir ülkelerin birçok liderinin tahmin
edilebilir şekilde şu hatalı/yanlış istidlali
yaptığım gösteren bol miktarda delil vardır: Zengin
ülkelerin korumacılığı kendilerinin (fakir
ülkelerin) kendi ticaret bariyerlerini
azaltmada/gevşetmede isteksiz olmalarını mazur
gösterir/ haklılaştırır. Aslında zengin ve fakir
ülkelerin korumacılığı, birlikte, fakir ülkelerin
ihracat yapmasını engellemek olarak görülmelidir. Bu
yüzden, zengin ülkelerin pazarlarının kapıları
ithalâta tamamiyle açık olsa bile, fakir ülkelerden
ihracat edilecek mallar önce bu ülkelerin kendi
kapılarından çıkmak mecburiyetinde olacaktır.
1970'lere kadar giden bir çok örnek/emsal çalışmasından biliyoruz
ki (ki bunlar sadece temel ekonomik mantığı
doğrulamaktadır) korumacılık çoğu zaman sönük
ihracatın ve bundan dolayı sönük ekonomik
performansın sebebidir. Korumacılık, iç pazarları
himaye ederek "ihracata karşı bir önyargı" yaratır
ve daha sonra bu iç pazarlar daha kârlı hale gelir.
Kendinize sorun: Uzak Doğu ülkeleri ve Hindistan
1960'dan sonraki çeyrek asır boyunca hemen hemen
aynı haricî ticaret bariyerleriyle karşılaşmalarına
rağmen neden dışa yönelimli Güney Kore, Tayvan,
Singapur ve Hong Kong muazzam ihracat yaparken
içe-yönelimli Hindistan kötü bir ihracat performansı
sergilemiştir. Hayırseverliğin evde başlaması gibi,
ihracat da iyi bir iç politika ile başlar. Zengin
ülkelerin korumacılığı üzerindeki büyük yoğunlaşma
bu dramatik dersi gözlerden saklamıştır.
Bir Değişim Stratejisi, Ticaret Tarihi
Şüphesiz, zengin ülkelerin korumacılığı da bir problemdir. Ve
onların korumacılığı da şiddetle eleştirilmelidir.
Fakat, burada da saflık/aptallık görüyoruz. Günün
modası zengin ülkelerin korumacılığının, yenilenen
uluslararası gayretlerin odak noktası haline gelen
fakir ülkelere zarar verdiğini iddia ederek zengin
ülkeleri kınamaktır. Ve faaliyete geçilen yerde
tercih daha fakir ülkelere imtiyaz sağlamak, onlar
arasında daha da fakir olanlara (şimdilerde daha az
gelişmiş ülkeler (LDCs) olarak adlandırılan
ülkelere) daha kayırıcı tercihler sağlamaktır
(bahşetmektir). Fakat eski (önceki) çözüm hüzün
verici şekilde yetersizdi, sonraki ise tamamen
yanlıştır.
Kınama/ayıplama yeterli olsaydı, şimdiye kadar zengin ülkelerin
korumacılığı tamamen ortadan kalkmış olurdu.
Ticaretle uğraşan iktisatçılar ve UNCTAD ve GATT
gibi uluslararası kuruluşlar otuz yıldan fazladır
zengin ülkeleri bu bakımdan kınamaktadır. Oxfam
gibi hayırseverlik kuruluşlarından gelecek ilâve
destek prensip olarak yardımcı olabilir. Fakat bu
hayırseverlik kuruluşlarının hem uzmanlığa hem bir
strateji (geliştirme) kabiliyetine ihtiyacı vardır,
sadece bir vicdana ve bir sese değil. Bunlar
yetersizdirler. Zenginlerin korumacılığına
saldırmakta ters etkiler yaratıcı "iki yüzlülük"
lisanına ve "gayri adil ticaret" retoriğine sıkı
sıkıya sarılarak, kıtlıklar ve hastalıklarla
mücadele etmekte muhteşem olan Oxfam gibi hayır
kuruluşları, fayda sağlamaktan ziyade zarar
vermektedir.
Zengin ülkelere yöneltilen argüman gayet farklı bir tarzda
yapılmaktadır: Ne kadar küçük olursa olsun
korumacılığı sürdürürseniz ve gerçekte
korumacılığınızı ABD'nin geçenlerde çelik vergileri
ve tarım ürünlerinde yaptığı gibi yükseltirseniz,
son zamanlarda daha serbest ticareti savunma
noktasına gelmiş fakir ülke liderlerinin çabalarına
zarar verirsiniz. Eğer daha zengin ve serbest
ticaretin daha hararetli savunucuları serbest
ticaretin kurallarını ihlâl ederlerse fakir
ülkelerin korumacılığı azaltmaları zordur.
Bunun da ötesinde, tesirli bir ithalat vergisi azaltma politikası
tekstil gibi emek-yoğun eşyaları/malları tarımdan
ayrı tutmamızı icabettirir. İkisi arasındaki
farklılıklar benzerliklerden çok daha fazladır.
Zengin ülkelerdeki emek-yoğun imalatçılar tipik
olarak kendi ülkelerinin fakir, vasıfsız iş gücünü
istihdam ederler. Korumacılığı ortadan kaldırma
çabamız - ki bu yabancı fakirlere yardımcı olurken
kendi fakirlerimize zarar verecektir - aşikâr ahlâkî
(ve dolayısıyla siyasî) zorluklarla karşılaşır.
Cevap, korumacılığın tedricen fakat kesin olarak
kaldırılması ve buna eş zamanlı ve esaslı bir
adaptasyon ve yeniden eğitim programı tarafından
eşlik edilmesidir. Bu şekilde hem içteki hem dıştaki
fakirlerin problemleriyle mücadele edebiliriz.
Bu bir kere yapılınca, kilise grupları ve hayırseverlik
kuruluşlarının dengeli ve âdil bir programı
desteklemeleri talep edilebilir. Böyle bir strateji
ahlâkî bakımdan hem zengin ülkelerin emek-yoğun
endüstrilerindeki işçileri -fakir ülkelerdeki fakir
işçilerin ihtiyaçlarını unuturken- korumak için
serbest ticarete cephe almaktan hem de zengin
ülkelerdeki bu tür endüstrilerin işçilerine destek
sağlamak-sızın ticaret engellerinin ilga edilmesini
istemekten daha doğrudur.
Tarımda korumacılığın kaldırılması aynı ahlâkî problemleri
yaratmaz: ABD ve Avrupa'daki üretim ve ihracat
sübvansiyonları esas itibariyle büyük çiftçilere
gitmektedir. Bu, fakirlere yardım etmek için tarımda
sübvansiyonun kaldırılmasını kolaylaştırmalıdır.
Mamafih, aynı zamanda, tarımda korumacılık çevreyi
ve yeşili muhafaza etme amacıyla da gayretli bir
şekilde savunulmaktadır. Ormanlar (yeşillik) işin
içinde olduğunda korumacılığı kaldırmak daha zor
olmaktadır. Fakat, gelir desteği üretimi artırmaktan
ayrıştırılabileceği gibi yeşili destekleme
tedbirleri için de aynı şey yapılabilir. Bu tür yeni
tedbirler ve tatlılaştırıcı olarak eklenen diğer
çevreci korumalar, tarımda korumacılığa yönelik
stratejik atağın (saldırının) parçası olmalıdır.
Jübile 2000'in hedef tarihi gayretleri borçların silinmesi gayesi
üzerinde yoğunlaştırmaya büyük ölçüde yardımcı
oldu. Bu örneği izleyerek, ben ve Mary-land
Üniversitesi'nden Arvind Panagariya bir yıldan fazla
bir zamandır - Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri
Kofı Annan'ın desteğiyle - 2010 yılı itibariyle
emek-yoğun ürünlerde korumacılığı ortadan kaldırmak
için bir Jübile 2010 hareketi teklif etmekteyiz.
Kaldırılması daha zor olduğu için, tarımda
korumacılığın yok edilmesi için 2010'dan ziyade
2020'yi seçmek muhtemelen daha gerçekçi olacaktır.
Fakir ve zengin ülkelerin liderleri her iki hedefi
de Ağustos 2002'de Johannas-burg'da (Güney Afrika)
yapılacak büyük toplantıda tasdik edebilir.
İmtiyazların Tehlikeleri
Zengin ülkelerin kapılarını açma konusunda son bir söze ihtiyaç
vardır. Bu daha ziyade en çok kayırdan ülke (MFN)
temelinde bariyerleri kaldırma yoluyla değil - ki
bu, bariyerleri ayırımcı olmayan tarzda azaltır-
daha ziyade fakir ülkelere imtiyaz ihsanları yoluyla
yapılmaktadır. Bu yaklaşım 1971 'de bir feragatla (waiver)
devreye sokulan ve sonra 1979'da GATT'daki bir
muktedir kılma maddesiyle/cümlesiyle hukukî statü
verilen Genelleştirilmiş Tercih Sistemi (Generali-sed
System of Preferences-GSP) ne kadar geri
gitmektedir.
GSP'nin fakir ülkelere pek az yardımı olmuştur. Bu statüye giren
ürünler çoğu zaman fakir ülkelerin ihracatlarını
artırma umutlarını bağladığı ürünleri
kapsamaktaydı. Böylece, meselâ, ABD'nin GSP listesi
tekstil, giyim ve ayakkabıları hariç tuttu. Daha
başka unsurlar da eklendi. ABD her yıl, her ülkeye,
her ithalât vergisi için 100 milyon dolarlık bir
sınır koydu; bunun ötesinde imtiyazlılık sınırı sona
erdi. Hatta ihsan edilen yararlar bile "kesin" (bound)
değildi ve zengin ülkelerin isteğine bağlı olarak
değiştirilebilirdi. Böylece Hindistan 1991'de Özel
301 listesine girdi, ABD ticaret temsilcisi tek
taraflı olarak Hindistan'ın entellektüel mülkiyeti
muhafazasının/korumasının "yetersiz" (unreasonable)
olduğuna karar verdi. Başkan George Bush, GSP
çerçevesindeki Hindistan'ın ticaretteki 60 milyon
dolarlık vergi muafiyeti imtiyazlarını askıya aldı.
Aynı zamanda, başarılı şekilde ihraç
edildikleri vakit mallara tanınan imtiyazlar sık
sık kaldırılmıştır: Bu gerçek Emory
Üniversitesi'nden Çağlar Özden ve Eric Reinhardt'ın
yakında yayınlanacak bir çalışmasında
belgelenmektedir. Kaynak kuralları (rules of origin)
da ihracatı sınırlamaya hizmet etmiştir. İhraç
edilen malların, GSP avantajlarından yararlanabilmek
için, çok sıkı mahallî muhteva kriterlerini
karşılaması gerekmekteydi (meselâ, ayakkabıların
yüzünün olması ve tabanlar ile bağların mahallî
olarak üretilmiş olması gerekmekteydi.)
Zengin ülkeler bugün hâlâ aynı imtiyaz rotasını izlemektedir.
Avrupa Birliği en az gelişmiş 49 ülke için kısaca
EBE olarak bilinen "Silahlar hariç herşey"
politikasını gündeme getirirken ABD, Afrika Büyüme
ve Fırsat Kanununu (Africa Growth and Opportunity
Act - AGOA) çıkarmıştır. Ancak GSP'nin hemen hemen
her mahzuru bu planları / çabaları da
etkilemektedir. Meselâ AGOA çerçevesinde Afrika'da
üretilen elbiseler Amerikan kumaşlarına yönelik ters
imtiyazlara sıkı sıkıya bağlıdır.
İmtiyazlar, tipik olarak ticareti tercih edilmeyen ülkelerden
uzaklaştırdıklarından, fakir ülkeleri birbirlerine
karşı kışkırtmaya meyillidir. Onlar aynı zamanda
israf yaratıcıdırlar, zira muhtemelen daha ileri çok
taraflı liberalizasyonla gerileyecek bir MFN (en
çok kayrılan ülke) statüsüne bağlıdırlar. Ve,
bağlayıcı olmadıklarından ve siyasal sebeplerle
kolayca geri çekilebileceklerinden, yatırımcılar
muhtemelen ondan (pozitif istikamette)
etkilenmeyecektir.
Çeviren:
Atilla Yayla
Kaynak: Jagdish Bhagwati
|