Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
Türkiye İktisat Tarihi
Yeraltı Ekonomisi

Kredi Kartı Piyasası

Gelişmekte Olan Ülkeler

Finansal Piyasalar

Kent Ekonomisi

Liberalizm

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Türk Dış Politikasında Stratejik Teori Yetersizliği ve Sonuçları 

Ahmet Davutoğlu 

Türk dış politikasının en önemli zaaf­larından birisi stratejik ve taktik adımların tu­tarlı bir teorik çerçeve içinde terkib edileme­miş olmasıdır. Bu aynı zamanda siyaset teoris-yenleri ile siyaset yapımcıları arasındaki ko­pukluğun da bir işareti sayılmalıdır. Üniversite ve akademik çevreler ya bu tür teorik çalışma­larda yetersiz kalmışlar, ya da siyaset yapımcı­ları olan bürokrat ve diplomatlar ile sağlıklı bir ilişki kanalı kuramamışlardır. Bu sebepledir ki, Mahan ve Spykman'ın Amerikan global strate­jisi,   Haushoffer'in   Alman   yayılım   stratejisi, Mackinder'in İngiliz ve Rus stratejileri üzerin­deki etkilerine benzer tarzda teori-pratik iliş­kisi kuran bir yaklaşım Türkiye'de ortaya çıka­mamıştır. Son olarak Fukuyama ve Hunting-ton'ın yeni dünya düzeni fikri ve global çatış­maların Amerikan stratejisi açısından kullanı­mı konusunda Amerikan siyaset yapımcılarına sundukları meşruiyyet sağlayıcı teorik destek bu ilişkinin ne ölçüde önem taşıdığını bir kez daha ortaya koymuştur. 

Bu global yaklaşım ve teori eksikliğinin en önemli sebebi olarak Osmanlı-Türk dış po­litika geleneğinin emperyal/sömürgeci bir strateji yürütmemiş olması gösterilebilir. Bü­yük devletlerin klasik stratejilerini geliştirdik­leri 19- yüzyıl bir sömürge yüzyılı idi ve bu yüzyıl içinde Osmanlı Devleti'nin tek bir kay­gısı vardı : İç bütünlüğü sağlamak ve daha faz­la toprak kaybedilmesini önlemek. Bu da sınır hatları boyunca savunma stratejisine dayanan statik bir yaklaşımın yaygınlık kazanmasına yol açmıştır. Büyük devletlerin teorik çerçeve­lere dayalı stratejilerinin sonuçları ortaya çık­maya başladıkça bu hatlar geriye çekilmiş ve yeni bir statik konumu koruma gayreti içine girilmiştir.

Böylece her kaybedilen toprak par­çasından sonra elde kalanın korunması telaşı içine  girilmiş  ve  sınır  hatlarının  ötesindeki alanlarla ilgiler koparılmıştır. Mehter marşla­rının tekrarlanan "alalım düşmandan eski yer­leri" nakaratının nostaljik havası dışında strate­jik planın iki ifrat ucu arasında tercih yapılmış­tır. Ya mutlak hakimiyet ya da mutlak terk. Hakimiyetin kaybedildiği topraklar hemen terk edilmiş ve yeni hatların savunması telaşı içine girilmiştir. Bu da mutlak hakimiyet ile mutlak terk arasındaki etki alanları oluşturma, sınır hatlarını sınır-ötesi diplomatik manevra­lar ile koruma, kendi stratejisini merkez edi­nen koalisyonlar kurma, terkedilmek zorunda kalınan topraklarda kendi stratejisine yakın si­yasi elit bırakma, büyük güçler arasındaki çı­kar çatışmalarını kullanarak tatkik manevra alanı oluşturma gibi ara taktik formüllerin ge­lişmesini engellemiştir. 

Bunun son iki yüzyıl içindeki yegane is­tisnası II. Abdülhamid'in takip ettiği sömürge­ler politikasıdır. II. Abdülhamid'in sömürge müslümanları üzerinde etki kurmak suretiyle oluşturduğu sınırlar ötesi faktörün büyük güçlerin Osmanlı aleyhine yayılma politika­larını ne derece engelleyip geciktirdiği açıktır. Bu nedenledir ki, Abdülhamid'in 33 yıllık ida­resinde 93 harbi dışında ciddi toprak kayıpları yaşanmamışken bu ara formülleri terkederek "ya mutlak hakimiyet ya da mutlak terk" politi-kasını tekrar hayata geçiren İtttihat Terakki döneminde kısa bir süre içinde Osmanlı'nın son global güç olma dayanakları olan Balkan-lar-Orta Doğu ekseni de kaybedilmiştir.

Bu iki ifrat uç arasındaki gidiş - gelişin bir sonucu olarak Osmanlı-Türk dış siyaset ge­leneğinin global stratejik ufku daralmış, taktik opsiyonları azalmış, yakın bölge üzerindeki etkinliği devre dışı kalmış ve iç siyasi çekiş­meler ile dış tehditlerin yönlendirdiği kısır bir döngü yaşanır hale gelmiştir. Daha da önemli­si dış politika gereklilikleri ile iç siyasi kültür arasındaki uyum bir türlü sağlanamamıştır. Bu nedenle de iç siyasi kültürde hakim olan ideo­lojik söylem ve pragmatizm dış politika gerek­liliklerini devre dışı bırakmıştır.

Bu konu Osmanlı-Türk dış politikasının son yüz yıllık uygulamalarından hareketle örneklendirilebilir. Mesela Osmanlı Türk dış si­yasi geleneği Balkanlar'ı terkettikten sonra bu bölgeye yönelik yegane ilgi alanı mutlak ter­kin tipik göstergesi sayılabilecek göçler ol­muştur. Zengin tabii kaynaklara sahip bulu­nan Ortadoğu ve Arap bölgelerinin terkinden sonra ideolojik kurguya da oturtulan bir sırtını doğuya dönme politikası uygulanmıştır. Şeyh Şamil'in ardından Kafkaslar'ın Ruslar'a bırakıl­ması ile Kars, Ardahan ve Erzurum yaylasının savunulması telaşına düşülmüş, Musul ve Ker­kük'ün uluslararası hukuk açısından bile şai­beli sayılan terkinden sonra bu bölge üzerinde ara formülleri hayata geçirmektense tamamen terkedilen bölgenin mutlak hakimiyetimizi ko­rumaya çalıştığımız Doğu Anadolu üzerindeki menfi tesirleri önlenmeye uğraşılmıştır. Niha­yet sömürgecilere karşı verilen şanlı Trahlus-garb direnişi ile Kuzey Afrika'nın kaybını mü­teakip bu bölge ile yegane ilgi elli yıl sonra komünist blok karşısında Batı'nın sadık üyesi olduğumuzun tescili için Cezayir müslüman-larına karşı Fransız sömürgecilerini destekle­mek şeklinde tezahür etmiştir.

Türkiye'nin Balkanlar, Kafkaslar ve Or­tadoğu politikaları mutlak hakimiyet ile mut­lak terk arasına sıkışmış bu taktik donukluğun en canlı misalleridir. Balkanlar'ın terkinden sonra Osmanlı bakiyesinin kültürel ve siyasi anlamda varlıklarını sürdürmesi konusunda yeterli gayret gösterilmediği gibi iç siyasi kül­tür değişimini menfi yönde etkiler düşüncesi ile Osmanlıca ve İslam kültürünün özellikle Bulgaristan ve Yunanistan'daki etkisinin yok edilmesi neredeyse gizli bir şekilde desteklen­miştir. Bulgaristan'da Osmanlı bakiyesi kültü­rün dayanak noktaları olan dini müesseselerin yok edilmesi karşısında sessiz kalınması Türki­ye'deki dış siyaset yapımcılarının iç siyasi kül­tür ile sınır ötesi etki alanları arasında kurduğu yanlış ilişki tarzının bir sonucudur ve bunun ortaya çıkardığı menfi neticeler ancak Jivkov döneminin nihai asimilasyon hareketi sonu­cunda faıkedilebilmiştir. 

Bu tavrın günümüzdeki uzantısı Bosna politikasında kendisini göstermiştir. Dış politi­ka üzerinde etkili plan bazı basın çevreleri Bosna bunalımının ilk safhasında İzzetbego-viç'in İslami kimliğinden rahatsızlık duymuş ve Türkiye'nin Fikret Abcliç benzeri laik kim­likli liderleri desteklemesini önermiştir. Daha sonra Abdiç'in Sırplar safında yer alması Bal­kanlardaki İslam kimliği ile Türkiye'nin bölge politikası arasındaki kaçınılmaz bağımlılık iliş­kisini ortaya koymuştur. Balkanlar'da yıkılan her cami, eksilen her İslami müessese, kültü­rel anlamda yok olan her İslami gelenek unsu­ru Türkiye'nin bu bölgedeki sınır ötesi etkin­liğinden sökülen birer temel taşıdır. Türkiye artık Balkanlar'da mutlak terkin sembolü hali­ne gelmiş olan göçler politikasının yerini ala­cak alternatif ara politikalar üretmek zorun­dadır. Bu ara politikaların temelinde Balkan­lardaki Osmanlı-İslam kültürünün canlı tutul­masının yer alması kaçınılmazdır. Özellikle Balkanlar'daki Osmanlı bakiyesi iki temel un­surun yani Boşnak ve Arnavutlar'ın bağımsız devletler olarak varlıklarını sürdürme çabaları, bu tabii müttefikler ile Türkiye arasındaki or­tak tarihi kültür bağı temelinin desteklenmesi­ni gerekli kılmaktadır. 

Türkiye artık Balkanlar politikasında Balkan Savaşı faciasının acı hatıralarının doku­duğu ve Soğuk Savaş parametrelerinin pekiş­tirdiği Doğu Trakya ve İstanbul'u koruma psi­kolojisinden sıyrılmak zorundadır. Yeni bölge­sel şartlar içinde Doğu Trakya ve İstanbul'un savunması Doğu Trakya'ya konuşlandırılmış konvansiyonel birliklerden değil Balkanlar'da sınırlar - ötesi oluşturulacak etki alanlarının diplomatik ve askeri anlamda aktif bir şekilde kullanılmasından geçmektedir. Bugün Balkan­lar'da bölgesel çapta dinamik bir güçler den­gesi yapılanması oluşmaktadır ve bunun tabii sonucu olarak ara formülleri esnek ve dinamik bir tarzda kullanma beceresi gösteren ülkeler etkinliklerini artıracak, statik ve atıl kalan ül­keler ise bölge üzerindeki belirleyici nitelikle­rini kaybederek gittikçe yalnızlaşacaklardır. Balkanlardaki bölgesel güçler dengesi ve Tür­kiye'nin geliştirmek zorunda olduğu ara for­müllere dayalı politikanın en canlı misali bu sene içinde yaşanabilir. Hırvatistan'ın BM güç­lerinin  kalışını  uzatmama  kararı  1995 yılını Balkanlar için önemli bir dönüm noktası hali­ne getirebilir. Türkiye'nin böyle bir döneme hükümet bunalımları ile giriyor olması büyük bir şanssızlıktır. Sırp - Yunan koalisyonunun özellikle Makedonya, Kosova ve Bosna üze­rinde artacak baskısını dengeleyecek diploma­tik ve askeri adımlar acilen atılmalıdır. Bulga­ristan, Romanya, Macaristan ve Hırvatistan ile diplomatik, Bosna, Arnavutluk ve Makedonya ile hem diplomatik hem de askeri temaslara hız kazandırılmalıdır. Aksi takdirde güçler dengesi sisteminin tabii mantığının gereği ola­rak Bulgaristan ve Romanya gibi daha tarafsız görülen ülkeler Sırp - Yunan güç merkezinin çekim alanı içine girebilirler. Hırvatistan'ın bile Sırbistan ile Bosna'da bazı tavizler karşılığında sınırlarını tanıtma temayülü söz konusu olabi­lir ki bu Türkiye'yi askeri bakımdan izole edil­miş, Bosna ve Arnavutluk'tan bağları kopmuş bir şekilde güçlü bir Balkan koalisyonu karşısında bırakabilir.

Mutlak Hakimiyet-Mutlak Terk açmazı Kafkaslar için de büyük ölçüde geçerlidir. Er­zurum yaylasının Kuzey ve Doğusu ile irti­batımızın fiilen kesildiği 93 harbinden bu yana Kafkaslar'da da benzeri bir kader yaşanagel-miştir. O zamandan bu yana Osmanlı Türk dış politikasının en önemli meselesi Rus-Sovyet yayılmacı stratejisinin Anadolu'nun jeopolitik kilidi olan Erzurum yaylasının güney ve batı­sına inişine engel olmak şeklinde ortaya kon­muştur. Bu konumun biri başarısızlıkla diğeri başarı ile neticelenen iki önemli istisnası ol­muştur. Enver Paşa'nın maceracı tutumu Alla-huekber dağları faciasını doğurmuş, Kazım Karabekir'in Rusya içindeki kargaşayı değer­lendirilerek gerçekleştirdiği harekat ile ise son iki asır içinde Kafkaslar istikametindeki yega­ne ilerleyiş sağlanmış ve Kars-Ardahan hattı geri alındığı gibi Nahçivan konusunda belli garantiler elde edilmiştir. Bu iki misalin ortaya çıkardığı sonuçlar macera ile basiretli ataklık arasındaki farkı ortaya koyması bakımından bugünkü dış politika yapımcılarına önemli bir tarih dersi oluşturmaktadır. 

Kazım Karabekir'in başarısı mutlak ha kimiyet kurmaya çalışan büyük çaplı askeri harekatlar ile mutlak terki temsil eden geniş çaplı göç hareketleri arasına sıkışmış dış politi­ka geleneğinin temel eksikliğini de ortaya koymaktadır. Konjunktürü iyi değerlendiren, zamanlaması ve kurgusu iyi oluşturulmuş, dip­lomatik ve askeri koordinasyonu sağlanmış, etkin ve basiretli bir tavır alış. Türkiye bugün bu eksikliği gideremediği için Kafkaslar ve Or­ta Asya'da hem prestij hem de zaman kaybet­mektedir. 

Türkiye'nin Kafkaslar politikasındaki uzun dönemli ihmalinin en önemli sebebi Er­zurum yaylasının kuzey ve doğusunda tekrar etkin olunabileceğine dair inancın kaybolması ve yeni bir 93 harbi faciası yaşamama kay­gısından kaynaklanan psikolojik çekingenlik­tir. Onun içindir ki Soğuk Savaş dönemi bo­yunca Nato'nun belirlediği askeri strateji Erzu­rum yaylasının güney ve batısını müdafa üze­rine oturtulmuş, . ilerleyen Rus birliklerinin Konya ovasına kadar ne ölçüde yıpratılabileceğınin hesapları yapılmıştır. 

Türkiye bu psikolojik yılgınlık içinde Kafkas içlerindeki tabii müttefik unsurları ve Ruslar'ın iç çelişkilerini kullanabilme hayalini bile kuramamıştır. Kafkaslar ve Orta Asya ko­nusunda görülen politika çelişkileri ve hazır-- lıksızlığm en önemli sebebi bu psikolojik yet­mezliktir. Türk Dışişleri'nde ve konu ile ilgili kamuoyunda Kafkaslar'daki otonom cumhuri­yet ve bölgeleri eksiksiz sayabilecek insanların sayısı hala çok azdır. 

Türk dış politika yapımcıları bu psiko­lojik yılgınlığı atarak Kafkaslar'da da dinamik ara formüllere dayalı atak bir politika izlemek zorundadırlar. Konya ovasına inebileceği dü­şünülen Ruslar bugün Grozni'yi üç aylık acı­masız   bombardımana   rağmen   tam   olarak kontrol altına alamamışlardır. Ama bu duru­mun   ilanihaye   süreceği   düşünülmemelidir. Uygun konjunktürel şartlarda basiretli bir atak politika  ile ele geçirilecek kazanımlar ihmal  edilirse gelecekte Doğu Anadolu'yu savunmak için üstlenilecek masraflar daha ağır olacaktır. Balkanlar ile bir kıyaslama yapılırsa artık Do­ğu Trakya ve istanbul'un müdafaası Adriyatik ve Saraybosna'dan, Doğu Anadolu ve Erzu­rum'un savunması Kuzey Kafkasya ve Groz-ni'den başlamaktadır.

Türkiye'nin Ortadoğu politikası da Mut­lak Hakimiyet-Mutlak Terk açmazının ve stra­tejik planlama yetersizliğinin izlerini taşımak­tadır. Birinci Dünya Savaşı sonunda Ortadoğu ile bütün politik, kültürel ve stratejik köprüleri atarak sırtını dönme politikası uygulayan Tür­kiye bu bölgenin bütün global ilişkileri belirle­yecek güçteki tabii kaynaklarının paylaşım sü­reci içinde orada 400 sene süren hakimiyetinin getirdiği hiç bir avantajı kullanamamıştır. Bu­nun da tek istisnası Fransa'nın terki ile ortaya çıkan boşluğu ve II. Dünya Savaşı öncesi be­lirsizlik konjünktürünü iyi bir zamanlama ile değerlendiren Hatay politikası olmuştur. An­cak bu başarı Ortadoğu politikasının özellikle petrol kaynakları ile ilgili genel kayıplarını karşılayacak düzeyde değildir. 

Türkiye Ortadoğu ile ilgili uygulanage-len sırtını dönme politikasının özellikle jeoe-konomik çerçevedeki kayıplarını farkettiğinde bu bölge ile ilgili kaynak ve güç paylaşımının belirlenmiş statik parametreleri ile karşı kar­şıya kalmış ve ne kültürel anlamda yabancı­laşmış olduğu bölge halkı ne de siyasi elit üze­rinde yeterince etkili olabilmiştir. Halbuki Tür­kiye bu bölgeyi terkettiğinde Osmanlı bakiye­si bir entellektüel siyasi elit ve bu tarihi biriki­min ürünü toplumlararası bir jeokültürel bü­tünlük söz konusu idi ve ara formüller ile bu avantajlar başlıbaşına bir Ortadoğu stratejisi­nin temel taşları olabilecek nitelikler taşıyor­du. Şam ve Bağdat gibi bir çok Arap başşeh­rinde yakın zamana kadar Türkçe'yi rahatlıkla konuşabilen bir toplumsal kesim varlığını sür-düregelmiştir. Türkiye bu kesimler ile bağ­larını iyi kurmuş etkin ve tarihi prestije sahip bir bölge ülkesi imajını yaratmaktansa global güç merkezlerinin Ortadoğu'daki temsilcisi konumunu vurgulamaya özen göstermiş, böl­geye karşı gittikçe yoğunlaşan bir yabancılaş­ma sürecine girmiştir. 

Bu yabancılaşma süreci Türkiye'yi böl­ge üzerinde etkili olmak konumundan çıkardığı gibi Güney Doğu Anadolu'nun savunması gerçeği ile de karşı karşıya bırakmıştır. Sınırlar ötesi avantajlarını ideolojik bir söyleme feda eden Türkiye kendi iç bütünlüğünü ve sınır­larını kontrol edemez bir duruma gelmiştir. Daha da acısı bölgeyi 400 yıl elinde tutan güç­lü tarihi birikimine rağmen, Türkiye, bugün bölge ile ilgili politikalarını 50 yıllık geçmişe sahip İsrail'in stratejilerine endeksleyen bir ko­numa itilerek bütün pazarlık kozlarını kaybet­miştir. Onun içindir ki Türkiye sınırlarından geçen petrol boru hattı ile ilgili kayıpları konu­sunda bile sözü dinlenir bir konumda değildir. 

Bütün bu dış politika zaaflarının oluş­turduğu buz dağının arkasında psikolojik ha­zırlıksızlık, startejik teori ve ufuk yetersizliği, değişen dinamik şartlara intibak etmekte en­gel oluşturan resmi ideolojik söylem ve iç si­yasi kültür ile dış politika arasındaki uyumsuz­luk problemleri yatmaktadır. Dış politika ya­pımcıları her şeyden önce sınırlar ötesi taktik oluşumlar ve iddialar konusunda psikolojik bakımdan hazırlıklı olmak zorundadır. Bu psi­kolojik hazırlık iç kamuoyunu bu yönde etki­leyebilecek bir sosyo - psikolojik kültür meş­ruiyeti temeli ile bütünleşmelidir. 

Bu psikolojik temel Türkiye'nin jeopoli­tik, jeokültürel ve jeoekonomik gerçeklerin­den hareket eden bir stratejik teori çerçevesi­nin hareket noktası olmalıdır. Şu ana kadar eksikliği hissedilen stratejik teori yetersizliğini aşabilmek için araştırma kurumları ile siyaset yapımcıları arasında sağlıklı ilişki kanalları oluşturulmalıdır. Bu stratejilerin uygulama sü­recinde ise her türlü ideolojik söylem bağ­nazlığından kurtulmak en öncelikli şarttır. Bal­kanlardaki müslüman azınlık topluluklarını rejim muhaliflerinin sığınak yerleri, her Rusça öğreneni komünist ajanı, her Arapça bileni re­jim muhalifi ya da gerici olarak gören zihniye­tin bizi olaylara intibakta ne derece hazırlıksız bıraktığı aşikardır. Bu yüzdendir ki seksenli yıllarda Ortadoğu'ya yönelik ihracat seferber­liğinde Arapça bilen eleman yetersizliği çeken Türkiye bugün de Kafkaslar ve Orta Asya ilişkilerinde Rusça bilen elemanların ve Rusya uzmanlarının eksikliğini her düzeyde hisset­mektedir. Rusya ile asırlar süren bir mücadele tarihi olan bir toplumda Rusça bilen uzman kıtlığı Soğuk Savaş dönemi boyunca Türki­ye'nin siyasi elitinin toplumuna duyduğu gü­vensizliğin tipik bir göstergesidir.

 Bu durum iç siyasi kültür ile dış politika yapımı arasındaki uyumun yeniden ayarlan­ması gerektiğinin en önemli delilidir. Halkına güvenmeyen ve içinden çıktığı toplumun kül­türü ile bütünleşemediği için ondan güç ala­mayan bir siyasi elit ne sınırlar-ötesi global ufuklara açılabilir ne de toplumun sınırlar-içi güvenlik ve biriğini sağlayabilir.

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005