Türk Dış Politikasında Stratejik Teori Yetersizliği ve
Sonuçları
Ahmet Davutoğlu
Türk dış politikasının en önemli zaaflarından
birisi stratejik ve taktik adımların tutarlı bir
teorik çerçeve içinde terkib edilememiş olmasıdır.
Bu aynı zamanda siyaset teoris-yenleri ile siyaset
yapımcıları arasındaki kopukluğun da bir işareti
sayılmalıdır. Üniversite ve akademik çevreler ya bu
tür teorik çalışmalarda yetersiz kalmışlar, ya da
siyaset yapımcıları olan bürokrat ve diplomatlar
ile sağlıklı bir ilişki kanalı kuramamışlardır. Bu
sebepledir ki, Mahan ve Spykman'ın Amerikan global
stratejisi, Haushoffer'in Alman yayılım
stratejisi, Mackinder'in İngiliz ve Rus stratejileri
üzerindeki etkilerine benzer tarzda teori-pratik
ilişkisi kuran bir yaklaşım Türkiye'de ortaya
çıkamamıştır. Son olarak Fukuyama ve Hunting-ton'ın
yeni dünya düzeni fikri ve global çatışmaların
Amerikan stratejisi açısından kullanımı konusunda
Amerikan siyaset yapımcılarına sundukları meşruiyyet
sağlayıcı teorik destek bu ilişkinin ne ölçüde önem
taşıdığını bir kez daha ortaya koymuştur.
Bu global yaklaşım ve teori eksikliğinin en önemli
sebebi olarak Osmanlı-Türk dış politika geleneğinin
emperyal/sömürgeci bir strateji yürütmemiş olması
gösterilebilir. Büyük devletlerin klasik
stratejilerini geliştirdikleri 19- yüzyıl bir
sömürge yüzyılı idi ve bu yüzyıl içinde Osmanlı
Devleti'nin tek bir kaygısı vardı : İç bütünlüğü
sağlamak ve daha fazla toprak kaybedilmesini
önlemek. Bu da sınır hatları boyunca savunma
stratejisine dayanan statik bir yaklaşımın yaygınlık
kazanmasına yol açmıştır. Büyük devletlerin teorik
çerçevelere dayalı stratejilerinin sonuçları ortaya
çıkmaya başladıkça bu hatlar geriye çekilmiş ve
yeni bir statik konumu koruma gayreti içine
girilmiştir.
Böylece her kaybedilen toprak parçasından sonra
elde kalanın korunması telaşı içine girilmiş ve
sınır hatlarının ötesindeki
alanlarla ilgiler koparılmıştır. Mehter marşlarının
tekrarlanan "alalım düşmandan eski yerleri"
nakaratının nostaljik havası dışında stratejik
planın iki ifrat ucu arasında tercih yapılmıştır.
Ya mutlak hakimiyet ya da mutlak terk. Hakimiyetin
kaybedildiği topraklar hemen terk edilmiş ve yeni
hatların savunması telaşı içine girilmiştir. Bu da
mutlak hakimiyet ile mutlak terk arasındaki etki
alanları oluşturma, sınır hatlarını sınır-ötesi
diplomatik manevralar ile koruma, kendi
stratejisini merkez edinen koalisyonlar kurma,
terkedilmek zorunda kalınan topraklarda kendi
stratejisine yakın siyasi elit bırakma, büyük
güçler arasındaki çıkar çatışmalarını kullanarak
tatkik manevra alanı oluşturma gibi ara taktik
formüllerin gelişmesini engellemiştir.
Bunun son iki yüzyıl içindeki yegane istisnası II.
Abdülhamid'in takip ettiği sömürgeler
politikasıdır. II. Abdülhamid'in sömürge
müslümanları üzerinde etki kurmak suretiyle
oluşturduğu sınırlar ötesi faktörün büyük güçlerin
Osmanlı aleyhine yayılma politikalarını ne derece
engelleyip geciktirdiği açıktır. Bu nedenledir ki,
Abdülhamid'in 33 yıllık idaresinde 93 harbi dışında
ciddi toprak kayıpları yaşanmamışken bu ara
formülleri terkederek "ya mutlak hakimiyet ya da
mutlak terk" politi-kasını tekrar hayata geçiren
İtttihat Terakki döneminde kısa bir süre içinde
Osmanlı'nın son global güç olma dayanakları olan
Balkan-lar-Orta Doğu ekseni de kaybedilmiştir.
Bu iki ifrat uç arasındaki gidiş - gelişin bir
sonucu olarak Osmanlı-Türk dış siyaset geleneğinin
global stratejik ufku daralmış, taktik opsiyonları
azalmış, yakın bölge üzerindeki etkinliği devre dışı
kalmış ve iç siyasi çekişmeler ile dış tehditlerin
yönlendirdiği kısır bir döngü yaşanır hale
gelmiştir. Daha da önemlisi dış politika
gereklilikleri ile iç siyasi kültür arasındaki uyum
bir türlü sağlanamamıştır. Bu nedenle de iç siyasi
kültürde hakim olan ideolojik söylem ve pragmatizm
dış politika gerekliliklerini devre dışı
bırakmıştır.
Bu konu Osmanlı-Türk dış politikasının son yüz
yıllık uygulamalarından hareketle
örneklendirilebilir. Mesela Osmanlı Türk dış siyasi
geleneği Balkanlar'ı terkettikten sonra bu bölgeye
yönelik yegane ilgi alanı mutlak terkin tipik
göstergesi sayılabilecek göçler olmuştur. Zengin
tabii kaynaklara sahip bulunan Ortadoğu ve Arap
bölgelerinin terkinden sonra ideolojik kurguya da
oturtulan bir sırtını doğuya dönme politikası
uygulanmıştır. Şeyh Şamil'in ardından Kafkaslar'ın
Ruslar'a bırakılması ile Kars, Ardahan ve Erzurum
yaylasının savunulması telaşına düşülmüş, Musul ve
Kerkük'ün uluslararası hukuk açısından bile
şaibeli sayılan terkinden sonra bu bölge üzerinde
ara formülleri hayata geçirmektense tamamen
terkedilen bölgenin mutlak hakimiyetimizi korumaya
çalıştığımız Doğu Anadolu üzerindeki menfi tesirleri
önlenmeye uğraşılmıştır. Nihayet sömürgecilere
karşı verilen şanlı Trahlus-garb direnişi ile Kuzey
Afrika'nın kaybını müteakip bu bölge ile yegane
ilgi elli yıl sonra komünist blok karşısında
Batı'nın sadık üyesi olduğumuzun tescili için
Cezayir müslüman-larına karşı Fransız
sömürgecilerini desteklemek şeklinde tezahür
etmiştir.
Türkiye'nin Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu
politikaları mutlak hakimiyet ile mutlak terk
arasına sıkışmış bu taktik donukluğun en canlı
misalleridir. Balkanlar'ın terkinden sonra Osmanlı
bakiyesinin kültürel ve siyasi anlamda varlıklarını
sürdürmesi konusunda yeterli gayret gösterilmediği
gibi iç siyasi kültür değişimini menfi yönde
etkiler düşüncesi ile Osmanlıca ve İslam kültürünün
özellikle Bulgaristan ve Yunanistan'daki etkisinin
yok edilmesi neredeyse gizli bir şekilde
desteklenmiştir. Bulgaristan'da Osmanlı bakiyesi
kültürün dayanak noktaları olan dini müesseselerin
yok edilmesi karşısında sessiz kalınması
Türkiye'deki dış siyaset yapımcılarının iç siyasi
kültür ile sınır ötesi etki alanları arasında
kurduğu yanlış ilişki tarzının bir sonucudur ve
bunun ortaya çıkardığı menfi neticeler ancak Jivkov
döneminin nihai asimilasyon hareketi sonucunda
faıkedilebilmiştir.
Bu tavrın günümüzdeki uzantısı Bosna politikasında
kendisini göstermiştir. Dış politika üzerinde
etkili plan bazı basın çevreleri Bosna bunalımının
ilk safhasında İzzetbego-viç'in İslami kimliğinden
rahatsızlık duymuş ve Türkiye'nin Fikret Abcliç
benzeri laik kimlikli liderleri desteklemesini
önermiştir. Daha sonra Abdiç'in Sırplar safında yer
alması Balkanlardaki İslam kimliği ile Türkiye'nin
bölge politikası arasındaki kaçınılmaz bağımlılık
ilişkisini ortaya koymuştur. Balkanlar'da yıkılan
her cami, eksilen her İslami müessese, kültürel
anlamda yok olan her İslami gelenek unsuru
Türkiye'nin bu bölgedeki sınır ötesi etkinliğinden
sökülen birer temel taşıdır. Türkiye artık
Balkanlar'da mutlak terkin sembolü haline gelmiş
olan göçler politikasının yerini alacak alternatif
ara politikalar üretmek zorundadır. Bu ara
politikaların temelinde Balkanlardaki Osmanlı-İslam
kültürünün canlı tutulmasının yer alması
kaçınılmazdır. Özellikle Balkanlar'daki Osmanlı
bakiyesi iki temel unsurun yani Boşnak ve
Arnavutlar'ın bağımsız devletler olarak varlıklarını
sürdürme çabaları, bu tabii müttefikler ile Türkiye
arasındaki ortak tarihi kültür bağı temelinin
desteklenmesini gerekli kılmaktadır.
Türkiye artık Balkanlar politikasında Balkan Savaşı
faciasının acı hatıralarının dokuduğu ve Soğuk
Savaş parametrelerinin pekiştirdiği Doğu Trakya ve
İstanbul'u koruma psikolojisinden sıyrılmak
zorundadır. Yeni bölgesel şartlar içinde Doğu
Trakya ve İstanbul'un savunması Doğu Trakya'ya
konuşlandırılmış konvansiyonel birliklerden değil
Balkanlar'da sınırlar - ötesi oluşturulacak etki
alanlarının diplomatik ve askeri anlamda aktif bir
şekilde kullanılmasından geçmektedir. Bugün
Balkanlar'da bölgesel çapta dinamik bir güçler
dengesi yapılanması oluşmaktadır ve bunun tabii
sonucu olarak ara formülleri esnek ve dinamik bir
tarzda kullanma beceresi gösteren ülkeler
etkinliklerini artıracak, statik ve atıl kalan
ülkeler ise bölge üzerindeki belirleyici
niteliklerini kaybederek gittikçe
yalnızlaşacaklardır. Balkanlardaki bölgesel güçler
dengesi ve Türkiye'nin geliştirmek zorunda olduğu
ara formüllere dayalı politikanın en canlı misali
bu sene içinde yaşanabilir. Hırvatistan'ın BM
güçlerinin kalışını uzatmama kararı 1995 yılını
Balkanlar için önemli bir dönüm noktası haline
getirebilir. Türkiye'nin böyle bir döneme hükümet
bunalımları ile giriyor olması büyük bir
şanssızlıktır. Sırp - Yunan koalisyonunun özellikle
Makedonya, Kosova ve Bosna üzerinde artacak
baskısını dengeleyecek diplomatik ve askeri adımlar
acilen atılmalıdır. Bulgaristan, Romanya,
Macaristan ve Hırvatistan ile diplomatik, Bosna,
Arnavutluk ve Makedonya ile hem diplomatik hem de
askeri temaslara hız kazandırılmalıdır. Aksi
takdirde güçler dengesi sisteminin tabii mantığının
gereği olarak Bulgaristan ve Romanya gibi daha
tarafsız görülen ülkeler Sırp - Yunan güç merkezinin
çekim alanı içine girebilirler. Hırvatistan'ın bile
Sırbistan ile Bosna'da bazı tavizler karşılığında
sınırlarını tanıtma temayülü söz konusu olabilir ki
bu Türkiye'yi askeri bakımdan izole edilmiş, Bosna
ve Arnavutluk'tan bağları kopmuş bir şekilde güçlü
bir Balkan koalisyonu karşısında bırakabilir.
Mutlak Hakimiyet-Mutlak Terk açmazı Kafkaslar için
de büyük ölçüde geçerlidir. Erzurum yaylasının
Kuzey ve Doğusu ile irtibatımızın fiilen kesildiği
93 harbinden bu yana Kafkaslar'da da benzeri bir
kader yaşanagel-miştir. O zamandan bu yana Osmanlı
Türk dış politikasının en önemli meselesi Rus-Sovyet
yayılmacı stratejisinin Anadolu'nun jeopolitik
kilidi olan Erzurum yaylasının güney ve batısına
inişine engel olmak şeklinde ortaya konmuştur. Bu
konumun biri başarısızlıkla diğeri başarı ile
neticelenen iki önemli istisnası olmuştur. Enver
Paşa'nın maceracı tutumu Alla-huekber dağları
faciasını doğurmuş, Kazım Karabekir'in Rusya
içindeki kargaşayı değerlendirilerek
gerçekleştirdiği harekat ile ise son iki asır içinde
Kafkaslar istikametindeki yegane ilerleyiş
sağlanmış ve Kars-Ardahan hattı geri alındığı gibi
Nahçivan konusunda belli garantiler elde edilmiştir.
Bu iki misalin ortaya çıkardığı sonuçlar macera ile
basiretli ataklık arasındaki farkı ortaya koyması
bakımından bugünkü dış politika yapımcılarına önemli
bir tarih dersi oluşturmaktadır.
Kazım Karabekir'in başarısı mutlak ha kimiyet
kurmaya çalışan büyük çaplı askeri harekatlar ile
mutlak terki temsil eden geniş çaplı göç hareketleri
arasına sıkışmış dış politika geleneğinin temel
eksikliğini de ortaya koymaktadır. Konjunktürü iyi
değerlendiren, zamanlaması ve kurgusu iyi
oluşturulmuş, diplomatik ve askeri koordinasyonu
sağlanmış, etkin ve basiretli bir tavır alış.
Türkiye bugün bu eksikliği gideremediği için
Kafkaslar ve Orta Asya'da hem prestij hem de zaman
kaybetmektedir.
Türkiye'nin Kafkaslar politikasındaki uzun dönemli
ihmalinin en önemli sebebi Erzurum yaylasının kuzey
ve doğusunda tekrar etkin olunabileceğine dair
inancın kaybolması ve yeni bir 93 harbi faciası
yaşamama kaygısından kaynaklanan psikolojik
çekingenliktir. Onun içindir ki Soğuk Savaş dönemi
boyunca Nato'nun belirlediği askeri strateji
Erzurum yaylasının güney ve batısını müdafa
üzerine oturtulmuş, . ilerleyen Rus birliklerinin
Konya ovasına kadar ne ölçüde yıpratılabileceğınin
hesapları yapılmıştır.
Türkiye bu psikolojik yılgınlık içinde Kafkas
içlerindeki tabii müttefik unsurları ve Ruslar'ın iç
çelişkilerini kullanabilme hayalini bile
kuramamıştır. Kafkaslar ve Orta Asya konusunda
görülen politika çelişkileri ve hazır-- lıksızlığm
en önemli sebebi bu psikolojik yetmezliktir. Türk
Dışişleri'nde ve konu ile ilgili kamuoyunda
Kafkaslar'daki otonom cumhuriyet ve bölgeleri
eksiksiz sayabilecek insanların sayısı hala çok
azdır.
Türk dış politika yapımcıları bu psikolojik
yılgınlığı atarak Kafkaslar'da da dinamik ara
formüllere dayalı atak bir politika izlemek
zorundadırlar. Konya ovasına inebileceği düşünülen
Ruslar bugün Grozni'yi üç aylık acımasız
bombardımana rağmen tam olarak kontrol altına
alamamışlardır. Ama bu durumun ilanihaye
süreceği düşünülmemelidir. Uygun konjunktürel
şartlarda basiretli bir atak politika ile ele
geçirilecek kazanımlar ihmal edilirse gelecekte
Doğu Anadolu'yu savunmak için üstlenilecek masraflar
daha ağır olacaktır. Balkanlar ile bir kıyaslama
yapılırsa artık Doğu Trakya ve istanbul'un
müdafaası Adriyatik
ve Saraybosna'dan, Doğu Anadolu ve Erzurum'un
savunması Kuzey Kafkasya ve Groz-ni'den
başlamaktadır.
Türkiye'nin Ortadoğu politikası da Mutlak
Hakimiyet-Mutlak Terk açmazının ve stratejik
planlama yetersizliğinin izlerini taşımaktadır.
Birinci Dünya Savaşı sonunda Ortadoğu ile bütün
politik, kültürel ve stratejik köprüleri atarak
sırtını dönme politikası uygulayan Türkiye bu
bölgenin bütün global ilişkileri belirleyecek
güçteki tabii kaynaklarının paylaşım süreci içinde
orada 400 sene süren hakimiyetinin getirdiği hiç bir
avantajı kullanamamıştır. Bunun da tek istisnası
Fransa'nın terki ile ortaya çıkan boşluğu ve II.
Dünya Savaşı öncesi belirsizlik konjünktürünü iyi
bir zamanlama ile değerlendiren Hatay politikası
olmuştur. Ancak bu başarı Ortadoğu politikasının
özellikle petrol kaynakları ile ilgili genel
kayıplarını karşılayacak düzeyde değildir.
Türkiye Ortadoğu ile ilgili uygulanage-len sırtını
dönme politikasının özellikle jeoe-konomik
çerçevedeki kayıplarını farkettiğinde bu bölge ile
ilgili kaynak ve güç paylaşımının belirlenmiş statik
parametreleri ile karşı karşıya kalmış ve ne
kültürel anlamda yabancılaşmış olduğu bölge halkı
ne de siyasi elit üzerinde yeterince etkili
olabilmiştir. Halbuki Türkiye bu bölgeyi
terkettiğinde Osmanlı bakiyesi bir entellektüel
siyasi elit ve bu tarihi birikimin ürünü
toplumlararası bir jeokültürel bütünlük söz konusu
idi ve ara formüller ile bu avantajlar başlıbaşına
bir Ortadoğu stratejisinin temel taşları olabilecek
nitelikler taşıyordu. Şam ve Bağdat gibi bir çok
Arap başşehrinde yakın zamana kadar Türkçe'yi
rahatlıkla konuşabilen bir toplumsal kesim varlığını
sür-düregelmiştir. Türkiye bu kesimler ile
bağlarını iyi kurmuş etkin ve tarihi prestije sahip
bir bölge ülkesi imajını yaratmaktansa global güç
merkezlerinin Ortadoğu'daki temsilcisi konumunu
vurgulamaya özen göstermiş, bölgeye karşı gittikçe
yoğunlaşan bir yabancılaşma sürecine girmiştir.
Bu yabancılaşma süreci Türkiye'yi bölge üzerinde
etkili olmak konumundan çıkardığı gibi Güney Doğu
Anadolu'nun savunması gerçeği ile de karşı karşıya
bırakmıştır. Sınırlar ötesi avantajlarını ideolojik
bir söyleme feda eden Türkiye kendi iç bütünlüğünü
ve sınırlarını kontrol edemez bir duruma gelmiştir.
Daha da acısı bölgeyi 400 yıl elinde tutan güçlü
tarihi birikimine rağmen, Türkiye, bugün bölge ile
ilgili politikalarını 50 yıllık geçmişe sahip
İsrail'in stratejilerine endeksleyen bir konuma
itilerek bütün pazarlık kozlarını kaybetmiştir.
Onun içindir ki Türkiye sınırlarından geçen petrol
boru hattı ile ilgili kayıpları konusunda bile sözü
dinlenir bir konumda değildir.
Bütün bu dış politika zaaflarının oluşturduğu buz
dağının arkasında psikolojik hazırlıksızlık,
startejik teori ve ufuk yetersizliği, değişen
dinamik şartlara intibak etmekte engel oluşturan
resmi ideolojik söylem ve iç siyasi kültür ile dış
politika arasındaki uyumsuzluk problemleri
yatmaktadır. Dış politika yapımcıları her şeyden
önce sınırlar ötesi taktik oluşumlar ve iddialar
konusunda psikolojik bakımdan hazırlıklı olmak
zorundadır. Bu psikolojik hazırlık iç kamuoyunu bu
yönde etkileyebilecek bir sosyo - psikolojik kültür
meşruiyeti temeli ile bütünleşmelidir.
Bu psikolojik
temel Türkiye'nin jeopolitik, jeokültürel ve
jeoekonomik gerçeklerinden hareket eden bir
stratejik teori çerçevesinin hareket noktası
olmalıdır. Şu ana kadar eksikliği hissedilen
stratejik teori yetersizliğini aşabilmek için
araştırma kurumları ile siyaset yapımcıları arasında
sağlıklı ilişki kanalları oluşturulmalıdır. Bu
stratejilerin uygulama sürecinde ise her türlü
ideolojik söylem bağnazlığından kurtulmak en
öncelikli şarttır. Balkanlardaki müslüman azınlık
topluluklarını rejim muhaliflerinin sığınak yerleri,
her Rusça öğreneni komünist ajanı, her Arapça bileni
rejim muhalifi ya da gerici olarak gören
zihniyetin bizi olaylara intibakta ne derece
hazırlıksız bıraktığı aşikardır. Bu yüzdendir ki
seksenli yıllarda Ortadoğu'ya yönelik ihracat
seferberliğinde Arapça bilen eleman yetersizliği
çeken Türkiye bugün de Kafkaslar ve Orta Asya
ilişkilerinde Rusça bilen elemanların ve Rusya
uzmanlarının eksikliğini her düzeyde
hissetmektedir. Rusya ile asırlar süren bir
mücadele tarihi olan bir toplumda Rusça bilen uzman
kıtlığı Soğuk Savaş dönemi boyunca Türkiye'nin
siyasi elitinin toplumuna duyduğu güvensizliğin
tipik bir göstergesidir.
Bu
durum iç siyasi kültür ile dış politika yapımı
arasındaki uyumun yeniden ayarlanması gerektiğinin
en önemli delilidir. Halkına güvenmeyen ve içinden
çıktığı toplumun kültürü ile bütünleşemediği için
ondan güç alamayan bir siyasi elit ne
sınırlar-ötesi global ufuklara açılabilir ne de
toplumun sınırlar-içi güvenlik ve biriğini
sağlayabilir.
|