Türk Siyasî Düşüncesinde İngilizperestlik
Doç. Dr. Ali Birinci
Küçük Kaynarca anlaşmasıyla (1774) Osmanlı
Devleti'nden koparılan ve dokuz sene sonra (1783)
Rusya tarafından ilhak edilen Kırım'ı kurtarmak
için açılan 1787 Seferi artık harp meydanlarında
yeni zaferler kazanma ümitlerinin sonunu, diğer
taraftan da ıslahat hareketlerinin kat'î ve kararlı
başlangıcını teşkil etti. Bu harpte 8 bin Rus
askerinin 120 bin Osmanlı askerine karşı yeni
silâhlarla ve askerî düzenle yaptığı harekât
neticesinde elde ettiği galibiyet Osmanlı
zabitlerinde ve yeniçeri ağalarında derin bir ye'se
yol açmıştı. "Madem ki bizim askerimiz hile-i
harbiye-yi cedideyi bilmeyince böyle kıyamete kadar
nusrat olamaz"itirafında bulunmaları pek zor
olmamıştı. Avusturya ile Ziştovi (1791), Rusya ile
Yaş (1792) anlaşmalarıyla harbe son verildi. Ancak
yol açtığı gelişmeler, hiçbir harple
kıyaslanamayacak kadar, büyük ve derin oldu.
Avrupa'da ilk defa Osmanlı İkâmet Elçiliklerinin bu
harbin ertesinde (1793) kurulma-ya başlanması ve
Avrupa'nın ahvâlini daha ya-kından takip edilme
ihtiyacının duyulması bu bakımdan mühim bir
keyfiyettir ve Osmanlıla-rın ehl-i küffara karşı
alâkasızlıklarının sonu olmuştur.
Bir başka yepyeni gelişme ise daha harbin ikinci
senesinde ilk defa bir Hıristiyan devletle, Prusya
ile, başka Hıristiyan devletlere, yâni Avusturya ve
Rusya'ya karşı karşılıklı esaslara dayalı bir
andlaşma yapılmasıydı. Böyle bir şekilde muhtemel
haricî tehlikelere karşı, hem de bir Hıristiyan
devletle yapılan andlaşma Osmanlıların tek başlarına
varlıkları-korumayacaklarının kati itirafından başka
bir şey değildi. Diğer taraftan bu andlaşma içerde
büyük tartışmalara yol açmış, ulema ve ümera'dan
bazıları yapılmasına karşı çıkmıştı. Karşı
çıkanlardan biri de Ordu Kadısı Şânîzâde Ataullah
Efendi'ydi. Şeyhülislâm Ha-midizâde Mustafa
Efendi'nin fetvası üzerine yapılabilen andlaşma (31
Ocak 1790) tatbikatta bir netice vermemiş ise de
yeni ve zarurî bir geleneğin başlangıcıdır. Osmanlı
Devleti artık varlığını, kendi üzerinde farklı veya
zıt niyetlere sahip devletlerin arasındaki
ilişkilerden faydalanarak, sürdürmeye çalışacaktı.
Bu yeni tavrı denge politikası adı ile ders
kitaplarına girdi.
Osmanlı Devleti Paısya andlaşmasıyla nazarî olarak
başlattığı bu yeni diplomasisini Napolyon'un Mısır'a
asker çıkartması üzerine tatbikata koyma fırsatı
buldu. İngiltere ve Rusya'nın yardımıyla Fransız
ordusunu Mısır'dan çıkardı (26.6.1802). Bu arada
harp esnasında 1791'de Rusya'yı Akdeniz'den, yâni
kendisini Hindistan'a bağlayan İmparatorluk
Yolu'ndan uzak tutabilmek için Osmanlı Devletinin
bütünlüğünü muhafazadan yana karar veren İngiltere
de bu tarihten 1880 senesine kadar bu siyasetini
devam enirdi. İngiltere Ka-valalı Mehmet Ali Paşa
isyanında (1831-41) ve Kırım Harbi'nde (1854-56)
Osmanlı Devletini desteklemeye devam etti ve son
defa 1877-78 Osmanlı-Rus Harbinden sonra yapılan
Ayastefanos Anlaşması'nın yumuşatılarak Berlin
Anlaşması hâline getirilmesine katkıda bulundu. Bir
bakıma bu katkısını bahaneyle ve Rusya'nın muhtemel
tecüvüzüne karşı yardım vadiyle Kıbrıs adasının
kendisine terkini sağladı (4 Haziran 1878).
Rusya'nın son harpte Ayastefanos'a (Yeşilköy) kadar
inmesi ve 19 asır boyunca da Orta Asya'daki Türk
hanlıklarını birer birer işgal etmesinin Türk
aydınlarında yarattığı kâbusu bir asır sonra
lâyıkıyla anlayabilmek ve ifade edebilmek pek kolay
değildir. Düşmanların, memleketi "girdab-ı
inkiraza"atmasından bahseden Jöntürk neşriyatında
bu halet-i ruhiye bütün açıklığıyla dikkati
çekmektedir. Bir ifadeye göre Rusya, hükümet
merkezi İstanbul'u, Avusturya Selânik'i, İtalya
Trablus'u, İran Bağdad'ı, Yunan Teselya ve Girid'i,
Bulgar Edirne'yi elde etmek arzusundadır. "Öyle bir
zamanda yaşıyoruz ki Rusya'ya karşı müdafaa değil;
Bulgarlar, Yunanlılar ile bile muharebeye
iktidarımız yoktur" şeklinde ifade edilen bedbinlik
devasız bir sârî hastalık gibi zihinleri sarmıştı.™
Moskof kıyametin bir başka ismiydi.
93 Harbi akabinde yürekler Rus Ordusu İstanbul'a
girecek diye titrerken "akın akın muhacir kafileleri
geliyor, şehri baştan başa dolduruyordu. Camiler,
mescidler, tekkeler, harabeler hep yavaş yavaş
doluyor, bir yandan ölümün dalgalan bunlardan küme
küme alıp götürdükçe boşalan yerler yine kifayet
edemiyerek nerede bir koğuk, nerede bir delik varsa
oraya kucakta çocuklar ile, hasta ihtiyarlar ile,
annelerinin bacaklarını kavrı-yarak sızlayan
küçükler ile bütün o harbin ateşlerinden kaçarak
iltica ederek yer ariyan müslümanları, kışın
merhameti, şefkati inkâr ederek sırtlarına dolanan
kamçıları altında inleye inleye divan diplerine,
yangın yerlerine, metruk arsalara devrilip
yıkılıyorlardı". Bu perişan hâlet-i ruhiye içinde
Pilevne ismi tek teselliydi. "Hiç olmazsa namus
kurtarıldı" diye mırıldanılıyordu
1895 İlkbaharında kurulan Osmanlı İtti-had ve
Terakki Cemiyeti'nin Vatan Tehlikede adını taşıyan
ilk risâlesindeki hâkim endişe de yine Moskof'tu."
Hâttâ Cemiyet'in ilk risalelerinden bir başkasını
münhasıran İstanbul'un Ruslar tarafından işgali
faraziyesine dayandıran siyasî bir rüya metni
halinde neşretmesi meselenin vehametini göstermek
bakımından kâfi bir delildi
Rus baskısının doğurduğu kâbusun ta-hammül-fersa
tesiri. 19. asırda orrava çıkan yeni aydınlar
zümresine içinde yaşadıkları kesif mücadeleli
dünyayı serinkanlı ve doğnı değerlendirme imkânından
büsbütün mahnim bıraktı. Öyle ki İngiltere'de 1880
seçimlerinde Muhafazakâr Parti'nin yerine Liberal
Parti'nin iktidara gelmesini takiben başbakan olan
Gladstone'un Osmanlı Devleti'nin varlığını
tasfiyeye dayanan dış siyasetiyle Rusya'nın
safında yer almasına doğru teşhis koymaktan bile
çok uzaktılar. 1880'e kadar devam eden Osmanlı
taraftarı İngiliz siyasetinin aydınlarımızda
yarattığı derin tesirleri, İngiliz dostluğunun II.
Abdülhamid'e karşı müdafaanâmesi zımnında
yazılanlar da safiyâne ifadelerle tezahür
etmektedir. İngilizlerin Mısır'ı işgali (1882) bile
çok iyimser yorumlara tâbi tutuluyordu.
İngilizperestliğin şahidi olan en samimî itiraflar
Jöntürklüğün en dikkate değer simalarından Hoca
Mehmet Kadri Nasıh'ın (1860-Paris, 1918) kaleminden
çıkmıştır. Ancak bunları bir ferdin değil bir
devrin zihniyetinin temel metinleri olarak görmek
gerekir.
"İngiltere Mısır'a girmiş ise Fransa'nın Tunus'a
girmesini men etmek üzere girdi ve Türkiye ne gibi
tedabir ittihaz eyledi? Kısm-ı âzami ehl-i İslâm
olmak, üzere onbeş milyon nüfus-u idariyeyi bekleyen
Mısır ve Sudan'ı İngiltere devlet-i nasraniyesi
ikibin askerle muhafaza ediyorsa Türkiye devlet-i
İslâmiyesi ahalisi bir milyon Araptan ibaret olan
Yemen vilayetini otuz-kırkbin kişi ile ne için
muhafaza edemiyor? Din-i İslâm'ın emrettiği adalet
devlet-i Nasraniyede mi, yoksa devlet-i İslâmiyede
midir? İngiltere hiç mecbur değil iken Mısır'a
bahşettiği yeni hürriyet sayesinde bugün Mısırlılar
menafi-i İslâmiyeye hizmet fikrine düştülerse
Türkiye'nin zaman-ı idaresinde vahud Hidiviyet
devrinde ne gibi hürriyete ınaiın ıdıict ve din-i
ma ettikleri hiz met nedir?..İngiltere'nin
Türkiye'ye ve Alem-i İslâmiyeye hayırhah ve muhib
olduğu bir asırlık şevahid-i tarihiye ile sabittir.
Bundan maada Kının Muharebesi ve Berlin Muahedesi
Âlem-i Nasrani'nin Âlem-i İslami'ye dost ve muin
olabildiğini gösterir iki beyyine-i tarini-yedir.
Hoca Kadri ümidsizliğin serhadlerinde hâl çarelerini
de aynı vuzuhla ifade etmekten kendini alamıyordu:
"En iyisi İngiliz'i Anadolu'ya getirip, nasihatleri
üzere işlerimizi yavaş yavaş düzeltmeliyiz. Himmet
ve dirayetine muavenet etmeliyiz, başka çaremiz
kalmadı. Hem en sağlam çaremiz budur. İngiliz
Mısır'ı ıslah ettiği gibi bizim. Anadoluınuzu da
ıslah edip terakki ettirirse daha ne
isteyebiliriz?.. Sonra Allah kerim, ilerisi Allah'a
malûm. Biz adam olalım da sonra herşey kolaylaşır.
Ben Mısır'da bulundum, işlerini güzel gördüm.
Herkeste para var, ticaret yolunda, ziraat
ilerliyor, fellâhlar kazanıyor, yüzleri gülüyor.
İngilizler sayesinde biz Türkler Mısırlıları
herşeyden çabuk ve kolay geçeriz.
Madem ki İngiliz dostluğu tek kurtuluş reçetesiydi,
imtiyazlar da Almanya'ya değil, İngiltere'ye
verilmeliydi. Almanya'ya imtiyaz vermek
İngiltere'ye karşı hasmane hareket olurdu
Jöntürk neşriyatının temel hedefi Meşrutiyet değil,
ilk bakışta dikkati çekmemiş olsa da İngiliz
dostluğunu elde etmekti. Meşrutiyet bunun bir ara
menzili veya kolaylaştırıcı âmili olabilirdi.
Abdülhamid'in ters tavırları yüzün-den İngilizlerin
Osmanlı Devletinden yüz çe- virdikleri kanaati
meşrutiyetin ilânından çok sonra da ifade
edilebiliyordu.09 Meşaıtiyet'in iadesi
için ecnebi müdahalesi de mâkûl ve masum bir tedbir
olarak düşünülürken isminin
açıkça ifadesine gerek duyulmayan devlet tabiî ki
İngiltere'ydi. Jön türkler'in nev-i şahsına
münhasır temsilcisi Mehmet Ubeydullah (Hatiboğlu) bu
fikrin taraftarlarını İngiliz Simsarları olarak
isimlendirmektedir.
Türkiye'de Meşrutiyet ilân edildiğinde herkes
İttihatçı, herkes İngiliz dostluğundan yanaydı.
Denebilir ki hemen hemen hiç kimse 1896'da ölen
Gladstoneun Türk düşmanı za rarlı ve kararlı tngiliz
siyasetinin farkında değildi. Öyle inanılıyordu ki
İngiltere ile aramızdaki biricik karakedi İstibdat
idaresiydi. Bu da ortadan kaldırıldığına göre Midhat
Paşa zamanındaki dostluğa, yâni devr-i saadete
dönmemek için hiçbir mania kalmamıştı. Artık
mader-i meşrutiyet olan İngiltere ile yeniden
dostluk tesis ve devletin bekası temin
edilebilecekti. Bu hülyalarla, Edirne'de karşılanan
yeni İngiliz Sefiri Sir Gerard Lowter'in atları
sökülmüş ve arabası Karaköy'den Beyoğlu'ndaki
sefarete kadar "Yaşasın İngiliz kardeşlerimiz,
yaşasın Kral Edward, yaşasın Sir Gerard Low-ter
cenapları" çığhklanyla halk tarafından çekilmişti
İngiltere'ye gösterilen bu aşırı meyil ve muhabbet
diğer devletlerin gözünden kaçmamıştı
Meşrutiyet ilânından önce İngiliz dostluğunun alemi
Midhat Paşa olmuştu; ilânından sonra ise Kıbrıslı
Mehmed Kâmil Paşa oldu. "Her yerde İngiliz
politikası mevzu-u bahis edilerek bir İngiliz
mutemedlisi, birpîr-i siyaset" arandığı zaman
hatırlanan tek isim olan Kâmil Paşa aynı zamanda
"zavallı vatanın dertlerine amik surette vâkıf olan
rical-i devletten" biriydi ve İngiltere nezdinde
itibarı vardı
İngiltere'nin dostluğuna bir davetiye çıkarır gibi
6 Ağustos 1908'de sadârete getirilen Paşa dış
siyaset bakımından henüz bir programları
olmadığını, herşeyden önce idarî meşrutiyeti tesis
ile uğraşacaklarını; Sırbistan'ın, Yunanistan'ın ve
Bulgaristan'ın bir kısım emellerini şüphesiz terk
edeceklerini söyledikten sonra sözlerine şöyle devam
etmişti: "Ben eminim ki Avrupa hükümetlerinin
ınııavene.-tiyle sükûn ve asayiş muhafaza
edilecektir. Şimdiye kadar Avrupa devletleri bizden
cüda duruyorlardı, çünkü hatt-ı hareketimiz muvafık
değildi... Almanya'nın olduğu gibi Fransa'nın,
İngiltere'nin, Avusturya'nın müzaheretini
kazanacağımızı ümid ederim. "Bir başka ifade ile
Paşa'nın dış siyaseti bütün devletlerle iyi geçinme
düsturuna dayanıyordu. Hükümetin Paşa tarafından
kurulması aydınlarda büyük bir nikbinliğe yol
açmıştı
Meşrutiyetin ilk zamanlarında halk her fırsatda
İngilizlere olan muhabbet ve dostluğunu ifadeye
çalışırken) aydınlar da İngiltere'nin
Meşrutiyetten büyük bir memnuniyet duyduğuna ve
kurtuluşumuzun samimî bir taraftarı olduğuna
inanıyorlardı.
Hürriyetin ilânından beri İngilizler gerek hükümet
ve gerekse Osmanlılar hakkında daha ziyade meveddet
ve teveccüh gösteriyorlardı Aynı zamanda İngiltere
hürriyetin naşiri ve müdafiîydi Yine bir diğer
ifadeye göre "siyaset-i cihanın bifiil müdür ve
nâzımı olan İngiltere'dir ki Osmanlılara bugün lâyık
oldukları, muhtaç bulundukları himayet ve muhabbeti
en müfid, en câlib-i kulûb bir surette ibraz"
ediyorlardı Bu aşırı ve dizgini bulunmayan
heyecanlar karşısında İngiliz dostluğundan çok şey
ümid etmemeliyiz diye, adetâ bu gibi şahıslan
itidale davet eden" Hüseyin Cahit bile, anlaşılan
ittihatçıları Rica-lül-gayb şeklinde isimlendirip'
hükümet işlerine karıştırmamaya çalışan Kâmil
Paşa'nın düşürülmesinin konuşulduğu, belki de
kararlaştırıldığı sıralarda dahi İngiltere ile
Osmanlı Devleti dostluğunun devam edeceğini
duyur-muş, bir müddet sonra (13 Şubat 1909) hükümet
bir güvensizlik oylaması ile düşürülünce, bu
hareketin İngiliz düşmanlığı şeklinde yorumlanmaması
için Times gazetesine gönderilen telgrafla eski
dostluk siyasetinin değişmeyeceği, aksine gelişeceği
yolunda İngilizlere, İ.T. tarafından, teminat
verilmişti.) Hüseyin Cahid'e göre
"kalbimizde İngiltere'ye karşı bî-payan bir hiss-i
takdir ve muhabbet" vardı. Doğrusu İngiliz dostluğu
hususunda İ. T. nin mensuplarıyla muhalifleri tam
bir ittifak halinde görünüyorlardı. Tabiî sonraları
İ.T. tekrar, tıpkı II. Abdülhamid'in yapmak zonanda
kaldığı gibi, Alman siyasetine devam ettiği zaman,
karşılaştığı en büyük tenkitlerden biri de
Almanların müstemleke siyasetine al-danıp kadîm
dostlarımız olan İngiltere'yi ve Fransa'yı
gücendirmiş bulunması oldu. "Bu mülkün âtisi ve hâli
İngiliz dostluğu ile temin olunabilecektir" hükmü
gerçeklerden kopuk bir siyasi inanç olarak kimbilir
kaç aydının hissiyatına tercümandı. 18 Kasım 1911
tarihli bir yazısına göre fırkasız muhaliflerden
Refik Halid'in dış siyaset düsturu çok açık ve sâde
idi: "Denize düşerseniz yılancı sarılın,
kurtulursunuz: fakat Almanya'ya satılmayınız,
boğulursunuz".
Meşrutiyetin ilânından önce ve sonra Türk
aydınlarının İngiliz dostluğundan bekledikleri
iyilikler ile İngiliz devlet adamlarının Meşrutiyet
hareketinden duydukları kuşkuların bağdaşabilmesi
kutuplarda narenciye zira-atinden daha zayii bir
ihtimâldi; ama bu çok uzaklardaki bir gerçekti. Türk
Meşrutiyeti'nin İngiltere'nin üzerine titrediği iki
sömürgesinde, Hindistan'da ve bilhassa Mısır'da
örnek alınması ihtimâli derin endişelere yolaçıyordu.
Tabiî İngiltere için asıl felâket Meşrutiyet
hareketinin başarıya ulaşması ihtimâliydi.
Ulaşırsa iki sömürgede örnek ve tahrik sebebi
olabilirdi. Gerçekten de 1908 sonbaharında Mısır'da
kanun-i esası için yapılan mümayişler bu tahminleri
teyid ediyordu.) Daha da vahimi
İngiltere'nin İ.T. nin Mısır'da kendi aleyhine
tahriklerde bulunduğuna kani olmasıydı. Diğer
taraftan İngiltere'nin yanısıra Hidiv'in de
Milliyetçi Mısırlıların cemiyeti Hizbü'l-Vatanî'nin
İ.T. nin samimî alâkasıyla karşılaşmasından şikâyet
etmesiydi.
I. Dünya Harbinde İngiltere ile karşı saflarda
çarpışmanın İngilizperestliğin hararetini
düşürdüğüne dair bir işaret bulunmamaktadır. Aksine
arttığına, mağlubiyetin ve harbin yolaçtığı bütün
sıkıntıların İngiliz dostluğunun kıymetinin
bilinmemesinden doğduğuna dair daha ateşli ve aşırı
yorumlarla dopdolu yazılar dikkati çekmektedir.
Harbin son senesinde ilân edilen Wilson Prensipleri
kısa bir müddet için aydınların son ümidini teşkil
etmiş ve kaçırılmaması gereken son fırsat
sayılmıştı.' Hâttâ Wilson Prensipleri için bir
cemiyet kurulmuş; şiirler yazılmıştı. Bu arada
Osmanlı devleti ile alâkalı olan 12. maddesinin
propagandası için Köprülüzâde Mehmet Fuad'ın
gönderileceği haberi üzerine Fransızca konuşmaya
muktedir olmadığı yolunda tenkidlerde bulunulmuştu.
Misak-ı Millîye benzerliğine pek dikkat edilmeyen bu
maddelerin gerçekleşmesinde İngiltere ve Fransa'nın
hakikî menfaatleri Türkün elinden tutmakta
olduğu yolundaki kadîm inançla bu hususta iki
devletin Amerikan Devletini tenvir etmesi beklenmiş
ve tabiî bu arada Wilson'a sözünü tutması
hatırlatılmıştır
Mütareke devrinin zulmeti içinde, tıpkı Meşrutiyetin
ilânını takib eden günlerde olduğu gibi,
İngilizperestliğin alevi son bir kere daha parlak
ışıklarıyla dalgalandı. Muhakak ki aydınlarından
biri olan Nüzhet Sabit'in (1883-1919) şairane ve
sâfiyâne feryadı bu meyanda çok dikkat çeki-cidir.
N. Sabit'in hitabı ancak bir nakş-ı ber-hâyâl
sayılabilir: "Sen, İngiltere, senin mukadderatını,
islamların ve Türklerin mukadderatından kim
ayırabilir. Milyonlarca Müs-lümanın, kim ne derse
desin, saadet-i müstakbelesini, refah ve saadetini
temin vazi-fe-i tarihiyesi senindir. Sen bu tarihî
vazifeyi elbette ifâ edeceksin. Ey medeniyetin mümee-silleri,
cihan medeniyetine yeni bir devre açmağa
çalışırken, bak ve zulmün bitaraf bir hâkimi olun."
Doğrusu dört senelik I. Dünya Harbinden sonra
İngiltere'yi medeniyet mümessili olarak gören
zihniyeti anlamak pek kolay değildir. Ancak bu gibi
yorumlan bir şahsın veya bâzı şahısların değil, bir
neslin hissiyatının veya bedbinliği ve
bedbahtlığının bir neticesi görmek gerekir.
Ümitlerinin bittiği yerde bir bakıma yeniden, daha
büyük bir heyecanla, İngiliz dostluğuna müracaat
ediliyordu. İfade edildiğine göre iflâs eden İttihad
ve Terakki siyaseti asterî tahakküme dayanıyordu.
Üstelik yalnız bir milletin, yâni Türklerin
hâkimiyetini temine ve diğer unsurların temsil
hakkını ortadan kaldırmak yolunu takip ediyordu. Bu
yapılanlar hür insanların haklarıyla ve insanlık
gayesiyle ters düştüğü için İngiltere tarafından
tasvip göremezdi. Takip edilen siyaset küvetiyle
mütenasip olmadığından harp tehlikesinden başka bir
netice doğurmuyordu. Kaldı ki İngiliz siyaseti
yalnız bir milletin değil, bütün Dünyanın
menfaatineydi. İngiltereyi bir melek, Almanya'yı da
bir şeytanı hatırlatan ifadelerle dolu yazı şöyle
devanı ediyoı: "İngiltere muharebeye
hazırlanmamıştı. Vaziyeti coğrafiyesi, an'anat-ı
siyasiyesi ve menfaati Diınya'da harbin zuhur
etmemesi idî. Zira bir muharebe ile İngiltere'nin
hiçbir şey kazanmayacağı aşikâr idi. Alman
taraftarlarının yüzbinlerce defa tekrar ettikleri
iktisadî hâkimiyet, ticari rekabet maddelerinin
hiçbir ehemmiyeti yoktur. Çünkü İngiltere denizlere
hâkim idi. Bütün dünyanın pazarları İngiltere'ye
açık bulunuyordu. İngiltere'nin ne korkusu vardı ve
ne de ihtiyacı. Alman iktisadiyatının ifnası
hakkındaki propaganda ehemmiyetsiz bir meseledir.
Çünkü gerek İngiliz sanayii ve gerek mamıtlâtı ve
ihracatı bir kıymet-i mahsıısayı haizdir, Alman
mamulâtına her zaman faik bulunuyor. Alman
sermayesi, Alman kabiliyeti, Alman teşkilâtı henüz
ingiliz kabiliyetine tefevvuk edemedi. Binanaleyh
maddeten mağlup olan Alman kabiliyetinin İngilizlere
ne ehemmiyeti olabilirdi. Bir İngiliz çakısıyla, bir
Alman çakısı arasındaki farkı bilmeyen insan var
mıdır?"
Tarih'in on sene sonra tekerrürüne şahit olmak, on
sene önce II. Abdülhamid'e yöneltilmiş tenkitlerin
muhatabı olarak bu defa itti-hadçıları görmek
gerçekten de şaşırtıcıdır. Daha önce Padişah'ın
işlediği cürmün bu defa ki sahibi dünkü ithamcılar,
yâni ittihadçılar olmuşlar ve "Devlet-i Osmaniye'yi
birkaç defa inkırazdan, mukasemeden kurtarmış olan
İngiltere'ye karşı silâh çekmek budalalığında"
bulunmuşlardı. Buna rağmen ümid yine yakınlardaydı.
Osmanlı Hükümetine daima hakkı ve adaleti, merhameti
ve şefkati ve kanun dairesinde meşaıtî bir hayat
tarzını telkin ve tavsiye hususunda ısrarla sebat
eden ve yegâne dostumuz olan İngiltere bu gün de
bizi bu kötü vaziyetten kurtaracak yegane
halaskarımız olabilirdi.) Çünkü İngiltere
hükûmet-i muazzaması ötedenberi Âlem-Î İslâm'ın ve
Türklerin hayırhahıydı ve en müş-kil zamanlarda
onların imdadına yetiştiği malûm olmuştu.
Netice itibariyle denebilir ki İngilizpe-restlik,
devletin kendi imkânlarıyla ayakta tutulamayacağına
dair ümitsizlikle aynı anda doğmuş yeni bir ümitti.
Bu ümidin millî ve milletlerarası siyasî
gerçeklerden doğduğu, yâni bir mazisi olduğu
açıktır. Ancak hâdiselerin, bir taraftan ümidsizliği
artırırken, diğer taraftan da bu yeni ümidin,
İngilizperestliğin gerçeklerle ilişiğini kestiği
bir başka gerçektir. Halk tabiriyle Moskof tazyiki
altında bunalan neslin, pek fazla düşünme imkânı ve
fırsatı bulamadan, bir müddet sonra îngilizpe-restliği
sadece dış değil, aynı zamanda iç meselelerin de
küllî hâl çaresi olarak görmesi, halkdaki muskacı
zihniyetin aydınlar seviyesinde tezahürü olarak
düşünülebilir. Kısaca fikrin veya tefekkürün değil,
hissiyatın semeresi olan bir reçete bahis
mevzuudur. Bu reçetenin câzib yankısına rağmen
tatbik kabiliyeti olmadığını iktidarda bulunanlar,
meselâ II. Abdülhamid ve 1908 sonrasında
ittihadçılar acı bir şekilde öğrendiler ama muhalif
mevkiinde bulunan aydınlar nazarında
İngilizperestlik hep kıymeti bilinemeyen bir hâl
çaresi olarak kaldı. İngilizperestlik son iki
asırlık tarihimizde zayıf bir devletin güçlü
komşularınızdan birinden ödünç alabileceği
zehabında bulunduğu kurtuluş reçetelerinden
birincisinin adıydı. Boynumuzu teslim edebileceğimiz
bir ip veya elden gelen öğündü.
|