Türkiye ve Türk İnsanı Bilgi Çağının
Neresinde?
Dr. Cüneyt Ülsever
insanoğlu son elli yılda insanlığın var olduğu
günden beri "keşfettiklerinden" fazlasını keşfetmiş
ve insanlığın emrine vermiş. Bu arada insanlığın son
elli yılda beynini kullanma kapasitesini %50
arttırdığı söyleniyor. Ancak, bu radikal artıştan
sonra evrenin en gelişmiş ve eğitilmiş bireyleri
beyinlerinin %8'i yerine %12' sini kullanmaya
başlamışlar! Daha ortada kullanılmayan %88 var.
İşte böyle bir oluşuma "bilgi çağı" deniyor Bilgi
çağı da adına "bilimsel düşünce" dediğimiz düşünce
metodları ile gelişiyor. Ben bu makalede Türkiye'nin
bilgi çağının nimetlerinden ne kadar yararlandığını
veya Türkiye'nin "keşiflere" katkısını değil,
Türkiye'nin ve Türk insanının "bilimsel düşüncenin"
neresinde durduğunu irdelemek istiyorum. Görüşüme
göre Türkiye'nin bilgi çağının neresinde olduğuna
Türk insanının ve Türkiye politikalarının ne kadar
"bilimsel düşünce" ile üretildiği karar verecek.
Bu amaçla da 1997 yılını özel bir mercek altına
almak istiyorum.
Önce "yılların" zihnimizdeki anlamını irdeleyelim:
İnsan elle tutamadığı, gözle göremediği, ancak
zilıninde yer verebildiği "olgular bütününü" en
kolay, adına aritmetik dediğimiz bir kavram
sistematiği ile yakaladığı için, akışkan bir kavram
olan yıllan isimlerle değil, rakamlarla anıyoruz.
"Yeni yılın' esas anlamı da insanın düşünce
kalıplarına bir "kolaylık'' getirmesi. Nerede ise
tüm insanlığın paylaştığı kavramsal bir "son" ve bir
"başlangıç" düşünce sistematiğinde bir bütünlük
oluşturuyor.
Zira insan, gündelik akışta kapıldığı olayları
"tasnif ederek ve kategorilere sokarak
kavramlaştırdığı zaman olaylara yön verdiğini
zannediyor. Hatta o dağınık ve belki de birbirinden
kopuk olgulara bir anlam kazandırdığı fikrine
kapılıyor.
"Yıl" kavramı içinde "biten yıl" yaşadığımız
olguları, tüme bakan bir tasnifle, "kontrol" altına
aldığımız duygusunu veriyor ve bu şekilde kendimizi
daha rahat hissediyoruz.
"Gelen yıl" ise genellikle "geçmişe bakarak
geleceği talimin etmeye" şartlandırılan düşünce
kalıplarımız için bu "analiz tarzını" bozma
fırsatını yakaladığımız nadir anlardan birisi.
Hepimiz "geleceğin" yeni yıl gecesi sanki bir
sihirli değnekle diğerlerinden koparılarak "geçmişden"
daha iyi olacağına dair bir umudu kendimizden
esirgemek istemiyoruz.
Ben de bu kavramsal jimnastikten ve tasnifleme
ihtiyacından kendimi kurtaramadım ve kendimce
1997'yi bir "kavram" çerçevesinde simgeleştirmeye
çalıştım.
İleride ne zaman 1997 anılsa, benim zihnim bir
kavramı çağrıştıracak: "Bilimsel düşünce".
Keşke zihnim doğrusal bir ilişki kursa idi ve "1997
yılında bilimsel düşüncede topyekün ne kadar büyük
mesafeler kattettik", diyebilse idim. Maalesef, ben
1997'yi toplum olarak topyekün, bizzat bilim
adamından sokaktaki satıcıya kadar, "bilimsel
düşünceden" ne kadar uzak, ona ne kadar bigane
olduğumuzu en iyi kavradığım yıl olarak anacağım.
Üstelik, derdim bilimsel düşünce karşısında
duyarsız bir yıldan dem vurmak değil.
1997 bu kavramı iğfal ettiğimiz bir yıl olarak
yerleşti zihnime.
"Bilim", "bilgi" ve giderek "çağdaşlık", "muassır
medeniyet", "akılcılık" gibi bilimsel düşünce
ışığında yakaladığımız kavramların 1997'de ırzına
geçildiği düşüncesindeyim.
Ben 1997'yi bilim adına bilimin tecavüze uğradığı
yıl olarak anacağım, "Tecavüzcü Coşkunlar" da koca
koca adamlar, böyyükleri-miz. "Kel başa şimşir
tarak" misali de millet olarak bizler de onlardan
hiç aşağı kalmadık.
1997 "bilimsel düşüncenin" topyekün tecavüze
uğradığı bir yıldır!
1997'de çok önemli bir kesinti yaşadık:
Demokrasi kesintisi.
"Muassır medeniyetler"in bir nimeti olan
demokrasi 1997'de kesintiye uğradı ve buna gerekçe
olarak bazı insanların bizi "bilimsel düşünceden"
koparıp "karanlık" bir döneme sürüklemek için özel
gayret gösterdikle-, ri savı kullanıldı.
Ben şahsım adına bizi karanlığa sürüklemek
isteyenlerin! bu gayretini ciddiye almadım, onların
böyle bir niyette olduklarından da bazıları hariç
şüpheliyim. Ama bu kesimin, en azından bir kısmının,
düşünce sistematiğinin bilimsel olmadığı fikri bende
de yerleşik.
Ancak, beni esas ilgilendiren "onlara" karşı çıkan,
"onların" yarattıkları karanlık tehlike karşısında!
demokrasinin en ilkel kurallarını bile hiçe sayacak
kadar "soaınsalı" büyük gören, üstelik güçlü ve
egemen olanların bilimsel düşünce fukaralığı!
Hele hele "iktidar" mücadeleleri için "bilimsel
düşünce" kavramının arkasına sığınarak onu bir
meşruiyet aracı olarak kullanmaları düş kırıklığımın
en can alıcı noktası. "İşte çağdaş Türkiye!", diye
bağıran, bağırana çığlıkları ile destek veren,
biribirinin "çağdaşlığını" brifinglerde ayakta
muşuılayan, iki uçkur düşkününden "şeriat" korkusu
kapan, iki ne dediğini bilmezin ettiği "sözleri"
hüküm tutarak 6 milyon insanı cezalandıran, oynanan
bir tiyatro oyununa -ne kadar kötü bir oyundu!- tank
yollayan, yıllardır kendileri tarikatların kapısında
oy dilendiği halde onları Başbakanlık'ta iftar
yemeğinde görmeyi haz-medemiyen "zihniyet" 1997
yılında en az "karanlık güçler" kadar karanlıkta
olduğunu tüm bir dünyaya haykırdı.
"Egemenlerin" bilimsel yapısının kargaşa içinde
olmasına o kadar yanmıyorum da bunu bilimsel
düşünce uğaına yaptıklarını, utanmadan ve
sıkılmadan söylemiyorlar mı, buna ifrit oluyorum!
21. yüzyıla girerken bilimin kendi hakkında bulduğu
en önemli "sonsal" -artık bir daha
yenilenmiyeceğine inanılan- tek bulgu "haddini
bilmek".
"Bilim bilmektir, bilim haddini bilmektir".
Bilim 20. yüzyılda "bulgularını" sadece onu red eden
başka bir bulgu ortaya çıkana kadar geçerli görürken
bizim aklı evvel "böy-yük" adamlarımız, onların
yerleştirdiği "eğitim" sistemimiz ve inkar ederek
mirasına konduğumuz geçmişimiz bizi hala "tek
doğrunun" varlığı konusunda zorluyor.
Bilimin verilerini hala 18. yüzyılda parlayan, 19.
yüzyılda ise hükmünü yitirmeye başlayan
"rasyonalizm" felsefesi seviyesinde kav-rıyanlar,
rasyonalizmin o dönem itibari ile "karanlık" bir
din bağnazlığı döneminden sonra zincirlerinden
kurtularak, ilk defa "akla sığınma" coşkunluğunu
yaşadığını ya bilmiyorlar, ya da bilmezden
geliyorlar. Rasyonalizmin zaman içinde, akılcı
felsefenin beşiği Fransa dahil, "her şeyi akıl
yürüterek bulma" iddialarından vaz geçtiği henüz
kulaklarına ulaşmayanlar ne gariptir ki
"ustalarının" haklı bir coşku ile 19. yüzyılda
attıkları naraların benzerini 1997 yılında
Türkiye'de attılar:
"Kahrolsun karanlık dünya isteyenler, yaşasın insan
aklının sonsuz yaratcılığı!"
Üstelik, bu çığırtkanların akılları ile hiç bir şeyi
ömrü hayatlarında bulamadıkları, hep sokma akıl ve
devşirme düşünce ile hareket ettikleri herkesçe
bilindiği halde!
Bu insanlara göre sadece "tek doğru" vardır ve bu
tek ve şaşmaz doğru onların "bilim" dedikleri nesne
sayesinde bulunur.
Bilimi akıl geliştireceğine göre akıl yolu ile
bulunmayan her bulgu sadece "yanlış" değil aynı
zamanda gelişme önünde bir engeldir. Akıl bugün
bulamadıklarını zaten yarın bulacaktır! İnanç
çerçevesinde elde ettiğimiz bilgiler ise çoğu zaman
aklın karşısındadır.
Bu "zihniyet" bilimsel metodolojiden de 19. yüzyılda
geçerli -farkındalar mı değiller mi bilmiyorum-
"bilim metodolojisini" anlıyor. Bu metodoloji
anlayışı bir hipotezin -sınamak istediğimiz tez
veya kuram- doğrulanması için onun doğru olduğunu
gösteren -onu doğrulayan- kanıtlar aramamızı ister.
Bir hipotezi 'doğrulayan" kanıtlar bulduğumuz zaman
artık o tez, bazen teorem seviyesine ulaşan bir
"doğru" haline gelir.
Bu yaklaşım ilk başta mantıklı gözükecektir. Bir
hipotez ancak onu doğrulayarak destekleyen olgular
sayesinde güçlenir ve "teori" veya "kuram" haline
gelir. Suyun 100 derecede kaynadığını göstermek
için suyu 100 dereceye kadar ısıtıp, ne olduğunu
gözlemlemek gerekir.
Genellikle fen bilimlerinin kullandığı bu metodoloji
eğri ve doğrusu ile sadece bilim adamlarını
ilgilendirse idi bu makaleye bile gerek kalmazdı.
Ancak, bu yaklaşım beyinlerimizin her türlü olguyu
değerlendirmesinde egemen bir "metodoloji" olduğu
için, daha ötesi ülkeye yön veren beyinlerin düşünce
sistematiğine yön verdiği için bizi ilgilendiriyor.
Etrafımızdaki "olguları" daha eğitim yıllarının
başından beri zihnimize nakşedilen bu "metodoloji"
ile algılıyor, uğruna kavgalara girdiğimiz bir sürü
bilimsel inancımızı! bu şekilde zihinlerimize
yazıyoruz.
"Bilimsel metodolojinin" son uygulama alanına
eğilelim.-
Hipotezimiz şu şekilde olsun:
Refah partisi laikliği red ediyor ve ülkeye şeriat
gelmesi için politika yapıyor"
Bu hipotezin geçerli olduğunu göstermek için
yapmamız gereken ne?
Hipotezi "doğrulamak."
Birinci doğrulama:
Tarihsel olarak din referanslı öğeler laikliğe
karşı durmuşlardır. Bkz: 19. yüzyıl Fransa.
ikinci doğrulama:
Refah Partisi bazı üyelerinin gerçekten "şeriat"
talep eden sözleri v.b.
Son karar:
Tarihsel veriler ve yaşanan pratik açısından din
referanslı olduğunu zaten gizlemeyen Refah
Partisinin hem laikliğe karşı olduğu, hem de
"şeriat" istediği tespit edilmiştir.
Yaşanan pratik açısından doğrulama yerine,
yanlışlama sonucu veren diğer bazı Refah Partisi
üyelerin sözleri var ise ne olacak?
El cevap: Mümkün değil.
Zaten bir kere doğrulanan bir tespit artık bir daha
yanhşlanamaz. Eğer yanlışlama içeren bazı "sözler"
var ise bu zaten "takiye-dir".
Yeni bir hipotez:
Islamda bazı durumlarda kişi inanmadığını
söyliyerek "takiye" yapabilir.
Doğrulama:
Bazı tarihsel olgular ve Islami kaynaklar.
Bu düşünce metodolojisi topluma o kadar hakim ki,
millet olarak nerede ise hepimiz
için geçerli, "islamcılar" için de hayli hayli
geçerli!
Ters bir hipotez ele alalım:
"Laikler Allahsızdır!"
Aynı doğrulama metodu ile bu tezin de doğru bir
tespit olduğu sonucuna ulaşabilirsiniz.
Doğruluğuna inandığımız "tezlerin" doğru olduğunu
gösteren sonsuz tespitler yapabiliriz.
Benim derdim bu düşünce sistematiğinin topluma
hükmederek onu bir karpuz gibi ortasından bölmesi.
Herkesin kendi "doğrusunu" doğrulamak için tüm
gayretini gösterdiği bir yapıda da herkes "tek
doğrunun" olduğuna, zaten çeşitli vesileler ile
doğrulanan kendi "doğrusunun" da "tek doğru"
olduğuna iman edebilir.
Egemenlerin tek farkı aynı zamanda onların
doğallarının da "egemen doğaı" olması. Yoksa hepimiz
bu zokayı yemeye zihinsel olarak hazırız.
Ancak, bilim dünyasına baktığımız zaman bu
metodolojinin zaman içinde etkinliğini yitirdiğini
görüyoruz. Zira doğrulama işleminin de kendi
doğrulan var. Hatta doğaılanan bir hipotezi -Refah
konusunda takiye diye başımızdan savdığımız gibi-
aynı zamanda yanhşlamak da mümkün.
Evet su 100 derecede buharlaşıyor ama bu belirli bir
rakımda ve basınç altında oluyor. Bu koşulları
değiştirdiğiniz zaman suyun 100 derecede
buharlaşmadığı durumlar da var.
Einstein'in "Relativite teorisini"nin popüler bir
yorumu ile 1 anı l'in 2 etmediği durumlar bile var.
Örneğin 1 litre kaynamış su ile 1 litre kaynamamış
suyu birbirine ilave ettiğiniz zaman 2 litre su
etmiyor.
"Bilimsel metodoloji" artık ortaya atılan hipotezin
doğrulanması için değil yanlışlan-ması için gayret
istiyor.
"...bilim yöntâmi daha çok gözümüzü açıp kuramı
(hipotezi)yanlışlayabilecek olgular aramayı
gerektirir. Buna bir kuramı denetlemek, kusuru olup
olmadığını araştırmak
deriz... her ne kadar olgular, kuram göz önüne
alınarak toplamalar ve kuram söz konusu denetlemeler
karşısında ayakta kaldığı sürece onu doğrulasalar
da, yalnızca önceden tasarlanmış bir kuramın
önceden tekrarından ibaret değildirler. Onlar ancak
kuramın öndeyi-leri yanhşlamak için yapılmış
deneyimlerin olumsuz sonuçlan olursa kuramı
doğrularlar ve kuram lehine değerli belgeler
sayılırlar" (Kari Poppeı: "Açık Toplum ve
Düşmanlar.". Pemzi Kitabevi, Mayıs 1994, s: 227).
Geçerli "bilim metodoloji" bir kuram (hipotez)
ortaya attığımız zaman onun geçerliliğini
kanıtlamak için kendimizin onu yanlış-lama gayreti
içine girmemizi, ancak her türlü yanlışlama
olasılığı karşısında yanlışlamayı yapamadığımız
durumda kuramımızı doğru kabul etmemizi öğretiyor.
Lütfen bu işlemin ne kadar çok geniş olasılıkları
içerdiğini, ne kadar zahmetli olduğunu ve bilim
adamının ne kadar çok haddini bilmeye zorladığını
fark ediniz.
Bu metodoloji ile Refah'ın şeriatçı olup olmadığını
tespit etmek için tüm programını, faaliyetlerini,
ileri gelenlerin tüm sözlerini ve davranışlarını
irdelememiz, gizli faaliyetlerini! yatsınamıyacak
bir şekilde ortaya çıkarmamız gerekiyor.
Aynı şekilde laiklerin Allahsız olduğunu
kuramsallaştırmak için tüm laiklerin aralarında bir
tane "inanır" bulma gayretine girmemiz, bunu
başaramama durumunda hükme varmamız lazım.
Üstelik bir kuram ancak başka bir kuram tarafından
yanlışlanana dek geçerli sayılıyor.
"...bilimsel betimleme de, her ne kadar aynı zamanda
betimlenen gerçeklere de bağlı olsa bile, geniş
çapta görüş açımıza, çoğu zaman da denetlemek
istediğimiz kurama bağlı olan ilgilerimize bağlı
olacaktır... hiçbir kuram ya da hipotez bu anlamda
bir çalışma hipotezi olmaktan öteye gidemez ve her
zaman böyle kalır. Çünkü hiçbir kuram sonul
değildir ve her kuram olguları seçmemize ve
düzenlememize yardım eder. "(ibid)
Ben bu makalede "bilimsel metodolojinin" sadece fen
bilimleri için geçerli olduğu veya bu metodolojiye
göre sosyal bilimlerin bilim sayılamıyacağı
tartışmaları ile ilgilenmiyorum.
Ben geçerliliğini yitirmiş bir metodoloji ile
şekillenen bir zihniyetin, hem de egemen bir
zihniyetin dar kalıplar içinde vardığı yanlış
sonuçların kökenine inmek istiyorum. Kimsenin nasıl
düşündüğü de beni ilgilendirmez.
Beni bu çerçevede ilgilendiren dört mesele var:
1) Devr-i devranını yitirmiş düşünce kalıbı ile
"bazılarının" bulgularının "memleket meselesi"
olarak takdim edilmesi.
2) Onlar egemen oldukları için bulgularının da
egemen sayılması.
3) Milletin büyük bir bölümünün de düşünce kalıpları
farklı olmadığı için bizim "zokayı "yutmamız.
4) Olgu haline gelmeleri için sadece doğrulayıcı
öğeler ile yetinilen "doğruların" bizlere bilimin,
ve de hatta karanlıklara karşı savaş veren bilimin
bir sonucu olarak yutturulması.
19. yüzyıl "rasyonalizmi" çerçevesinde düşünme
sistematiğimize yerleşmiş bir köhnemiş metodoloji
bizi inanç-bilim ikilemine itiyor, bilimin kendi
haddini bilme çabasını görmezden geliyor, en kolay
ve basit düşünme tekniği genellemeye önayak oluyor,
tek-doğru kalıbı içinde hem yaratıcılığın ana motoru
şüpheciliği akıldan ırak tutuyor, hem de "senin ve
benim doğrum "çerçevesinde toplumu palyatif bir
biçimde bölüyor ve de hiç hak etmeyenlere yönetimde
meşruiyet yolunu açıyor.
Peki sadece yöneticilerimiz mi böyle? Yoksa sadece
"Kemalistler" veya "islamcılar" Hayır! Topyekün
-istisnaları dışında-böyleyiz! Zira biz "bilimsel
düşünceden", dolayısıyla bilgi çağından nasibini
almayan bir eğitim sistemi ile yetişip adam
oluyoruz veya adam olduğumuzu sanıyoruz.
Bize ara renkleri öğretmediler. Sadece siyah ve
beyazın varlığını öğrenerek büyüdük ve bu renklerle
yaşıyoaız. Sadece siyah ve beyaz var ve biz siyah,
ya da beyaz olmak zoaın-dayız. Bir taraf' seçtikten
sonra da öbür tarafın mutlak yanlış olduğuna inanmak
durumunda-yız.
Etrafıma bakıyoaım. Zamanında hangi okula gitmiş
olurlarsa olsunlar insanlar aynı eğitim felsefesinin
tornasından geçmiş oldukları için "akıl ve inanç"
konusunda bir karpuz gibi ortadan bölünüyorlar.
Ülkemizde akıl ve inanç sanki tamamen birbirinin
zıttı, hatta birbiri ile çelişen kavramlar gibi ele
alınıyor. Adeta akla inananlar! inancı red ediyor,
inanca inananlar! aklı. Red etmek şöyle dursun,
insanlar tutukları taraf itibari ile diğerini nerede
ise düşman görüyorlar.
Akla paye veren "çağdaş" oluyor ve rasyonalist bir
tutumla aklın herşeyi bulabileceğine inanıyor!
Dikkat edilen kelime "inanmak". Bu tutumla da inancı
hasım görüyor. Zira ona göre inanç akla engel.
Dolayısı iie de gelişmeye engel, inanç sadece
"karanlık günleri" talep ediyor ve akim tüm
nimetlerini red ediyor.
inanca paye verenlerin tutumları farklı mı? Kattiyen
hayır. Onlar da inancın her şeyi bulabileceğine,
nerede ise aklın şeytanın emrinde olduğuna
inanıyorlar. Akıl inancı red edince, inanç da aklı
tanımak istemiyor. Bu kesime göre de inanç bize bu
dünyayı gereği gibi yaşamak için her türlü bilgiyi!
vermiş.
Konuyu abarttığımı söyleyenler çıkacaktır.
Haklılar! Zira her iki tarafın yaşam pratiğine
baktığımız zaman meselenin karıştığını görüyoruz.
Türkiye'de akla paye verenlerin büyük çoğunluğu
kalben dindar, inanç sahibi. Hatta inanamadığını
söyleyenler bile bir işe başlarken "bismillah" diye
başlıyor. İsimlerimize bakalım. Nerede ise
hepimizin adı inanç dünyasının yarattığı bir
"tarihten" alıyor kökenini. Örf ve adetlerimize
döndüğümüz zaman görüyoruz ki büyük bir bölümü
inanç dünyasında şekillenmiş. Hayallerimiz yok mu?
İdeallerimize ne demeli?
İnancı ön plana çıkaranlara dönelim. Onlar aklın
bulunduğu teknolojiden yararlanmıyorlar mı? Herkes
iyi bir arabaya hevesleniyor, herkes fax çekiyor,
telefonla konuşuyor. Telekomünikasyon kanununu,
trafik kanununu inançla yaratılım diyen var mı?
İnanç sahipleri de doktor, avukat, mühendis olmak
istiyorlar. Onlar da iyi bir yaşamın peşindeler.
Yaşam pratiğinde bir sürü ortak paydayı paylaşan
insanlar "ideolojik" platform da birbirlerini
kendilerine zıt görüyorlar. Daha doğrusu zıt
zannediyorlar. Yukarıda tarif ettiğim akıl ve inanç
zıtlığı kendilerini değil, karşılarındakini nasıl
gördüklerini açıklıyor. Akla inanan, inanç sahibinin
karalara büründüğünü ve ülkeyi geri götüreceğine
inanıyor, inanç sahibi de diğerinin kendisine
istediği şekilde bir yaşam biçimi tanımadığını
düşünüyor. Her iki tarafın da "inanç" üzerine inşa
ettiği önyargılar siyasi gürültü ile seslendirilince
de "sahih" oluyor. O zaman da taraflar
birbirlerinin beyninin içini okuma melekesi
kazanıyorlar ve birbirlerinin tavırlarından anlam
çıkarıp, "bak ben dememiş miydim!", diyerek
haklılık kazanıyorlar. En kolay ve en çok yaptığımız
da münferit örnekler yakalayıp, genellememiz. Daha
doğrusu her iki taraftaki yukarıdaki tariflere tam
uyan marjinalleri akıl veya inanç sahiplerinin
tümüne mal etmemiz!
Siyah ve beyazlarla yaşayan toplumumuzda
zamanına göre komünistlerin, Kürtlerin veya
Alevilerin kötülüğünden! korkarak yaşadık. Hep
zıtlaşmayı seçtik. Şimdi de akıl ile inancı bölüyor.
Kimimiz "darbe" olacak diye, kimimiz "şeriat"
gelecek diye ürküyoruz. Daha da beteri nerede ise
şeriattan korkanlar darbeyi ehven-i şer buluyorlar.
Kimse "gelin birbirimizi dinleyelim, belki de çok
farklı şeyler söylemiyoruz", demek cesaretini
gösteremiyor.
Gösterenler de teklifi götürdükleri tarafın hışmına
uğruyor ve hemen karşı taraftan olmakla suçlanıyor.
Beyinlerimiz siyah ve beyaza o kadar yatkın ki ara
renkler teklif edildiği zaman red ediyor. Bırakın
ara renkleri, öbür rengi de görmesi gerektiği
söylendiğinde şartlı refleks ile hemen gözle,
kapatılıyor.
"Düşman" politikaları ile yaşamayı seçen insanlar
bir süre iyi bağırabiliyorlar. Hatta alkış
alıyorlar. Ama olayın üzerinden biraz zaman geçince
birden renkler kayıp oluyor. Bir düşünelim: Hangimiz
Kürt meselesinde üç yıl önce taşıdığımız duyguları
taşıyoruz? Hangimiz artık komünistlerden
korkuyoruz? Hangimiz geçmiş darbelerin iyi olduğunu
düşünüyoruz?
Çok heyecanlandığımız zaman lütfen eskiyi
hatırlayalım. Lütfen ara renklere kulak verelim.
Üstelik siyah ve beyazın beraber var olduğunu, hatta
varlıklarını anlamak için de birbirlerine ihtiyaç
olduğunu kavrayalım.
Bilgi çağının nimetlerini doyasıya yaşadığımız bir
dünyada cep telefonları, faxlar, uydular, internet
vb. ile sonsuz bir bilgiyi toplama ve yayma
fırtınası içinde yaşıyonız. Bilimsel düşüncenin
nimetlerinden fütursuzca ve de hatta hayasızca
faydalanıyoruz. Ancak, "bilimsel düşüncenin" özü
bizi kattiyen ilgilendirmiyor. Bu konuda "maharet
sahiplerimiz" 19. yüzyılın köhnemiş "rasyonalizmini"
hala bilimsel düşünce sanıyor. Bu saikle de "toplum
mühendisliği" yapıp, projeler üretiyorlar.
Peki adına "projeler" üretilen bizler farklımıyız?
Asla! Aynı tornanın tezgahından geçtiğimiz için
sadece "biyad" ettiğimiz otorite farklı olabiliyor.
Tezgah aynı olunca da esasında çok farklı
"düşünceler" birbirini çok iyi anlıyor.
Anlıyacağınız renkler farklı olduğu halde üretilen
kumaş aynı. Onun için de "muzaffer" otorite sonunda,
başta hasmımız da olsa tacımız oluyor!
1997 Türkiye'de "bilimsel düşüncenin" açıkça
katledildiği bir yıldır. 1998'in farklı olacağına
dair bir emare de yok!
|