Türkiye, Bosna-Hersek ve "Tarihle Barışmak"...
Gazeteci, Yazar Cengiz Çandar
Bosna-Hersek ve belki de tüm Balkanlar, çok büyük
çaplı bir askeri çatışmaya doğru hızla ilerlerken,
Türkiye'de Bosna'ya dönük ilginin azaldığı mı göze
çarpıyor?
Soru, aslında, Türkiye-Bosna (dilimizde yeni
kullanılan bir tabir olarak) "sorunsal"ına (veya
alafranga deyişle problematiğine) göz atmamızı
gerekli kılıyor. Türkiye ile Bosna arasındaki
ilişkiler, oradaki durumun aktüalite değerine göre
mi canlanıp alçalmaktadır ya da Türkiye ile Bosna'yı
birbirine bağlayan ve tarihin yıpratmasına
dayanıklı dinamikler mi mevcuttur?
Aslında, Bosna konusunu, Türkiye'de son zamanlarda
giderek yaygınlaşan "tarihle barışmak" eğiliminin
genel çerçevesi dışında mütalaa etmek zordur.
Bosna'nın "milli hafıza" mada canlanmasıyla, sözü
edilen "tarihimizle barışmak" kavramının günlük
konuşma ve yazı hayatımızda sık kullanılması aynı
döneme denk düşüyor.
Dönem, Soğuk Savaş sonrasıdır. Soğuk Savaş'ın
bitimini karakterize eden, cihanşümul iddialar
taşıyan bir sistemin, sosyalist blokun, en başta
Sovyetler Birliği'nin çökmesi ve dağıl maşıdır.
Bu'olgu, dünyadaki siyasi dengelerde muazzam
değişikliklere yol açtığı gibi coğrafi değişimleri
de beraberinde getirmiş ve devlet-lerin yıkılması ve
yerlerine yeni bağımsız devletlerin doğmasına neden
olmuştur.
Çok kısa zamana sığan ve sarsıcı bu büyük oluşum,
ister istemez, Soğuk Savaş'ın dondurduğu ama
besbelli ki yoketmediği düşünce kalıplarını da
kırmış ve bireylerin olduğu gibi toplumların da
bilinçaltlarını harekete geçirmiştir. Örneğin,
Türkiye, birdenbire, "NA-TO'nun ileri
karakolu"olarak elde etmiş olduğu güvenli ama bir
yandan da uluslararası sistem içindeki "silik"
konumundan sıyrılıvermiş-tir.
Sovyetler Birliği dağıldığı ve Türk-Sovyet sınırının
yerini Türk-Gürcü, Türk-Ermeni, Türk-Azeri sınırının
aldığı, Bulgaristan rejim değişikliğinin yaşandığı
bir ortamda; Türkiye'nin yarım yüzyıldır altına
sığındığı ve NATO'nun sağladığı "güvenlik şemsiyesi
'hin pratik anlamı da kalkmıştır. Bu gelişme, bir
yandan "Türk bilinçaltı" na dıştan farkedilme-se de
hayli derin bir "travmatik" etki yaparken, diğer
yandan Türkiye siyasi ve kültürel sınırları
belirsizleşmiş bir üçgenin;
Balkanlar-Kafkasya-Ortadoğu üçgeninin ortasında
kendini buluvermiştir
Tarihin bu sarsıntılı anı, Türkiye'ye, Orta Asya ve
Kafkasya'da (Azerbaycan) doğuve-ren Türk devletleri
sayesinde bir "Türk Dünyasının varlığını öğretmiş;
Irak'ın kuzeyinde Soğuk Savaş Sonrası dönemin bir
yan ürünü olarak Körfez Savaşı'nın yol açtığı "Kürt
oluşumu" ile "etnik boyut" kazandırmış ve
Balkanlar'da Sovyetler Birliği'nin dağılmasına
benzer biçimde Yugoslavya'nın parçalanmasıyla
sahneye çıkan Bosna-Hersek'in, Makedonya'nın ve
Arnavutluk'un yeni hüviyetiyle de "Osmanlı
geçmişi'hi hatırlatmıştır
Tarih, adeta Soğuk Savaş'ın buzullarının erimesiyle,
birdenbire Türkiye'nin karşısına di-kilivermiştir.
Bu ani şoka Türkiye ne kadar direnmek isterse
istesin, Türk siyasi düşüncesi ve eylemi, peşini
bırakmayan tarihle, "milli hafızası "ndan silinmek
istenen kendi tarihiyle beraber olmaya mecbur
kalmıştır.
"Tarihle barışmak", Türkiye'nin bir türlü
üstesinden gelemediği "kimlik sorunu'nu çözebilmesi,
kendi kimliğini yeniden tarif etmesi için gerekli
parametreleri önüne seren bir "sihirli sözcük"
oluvermiştir
Bu "sihirli sözcük" ister istemez, Türkiye'nin,
Milli Mücadele sonucu, Osmanlı İmpa-ratorluğu'nun
külleri üzerinde yükselen Türkiye Cumhuriyeti'nden
önce de beşeri unsuruyla, daha geniş bir coğrafyada
ve bugünkünden farklı bir kültür dokusuyla
varolduğunun anlaşılması ve bunun araştırılması
anlamına geliyor. "Köklere doğru hareket" diye de
tanımlanabilecek olan bu "zihni eylem", Türkiye'yi
kaçınılmaz olarak İslam'la buluşturuyor.
70 yıla yakın bir süredir, "laisizm"in alaturka bir
yorumunun etkisi altında zaptedilen İslam, dünyanın
aldığı yeni şekillenmeyle birlikte Samuel
Huntington'un "Uygarlıklar Çatışması" adlı 1993
tarihli ünlü tezinde vurgulandığı gibi bir tarihi
ve kültürel kimlik olarak "Müslüman coğrafyada
güçlenirken, Türkiye'nin, Osmanlı mirasçısı bir
ülke olarak istisna teşkil etmesi düşünülemezdi.
Türkiye, Hilafet ve sadaret makamına yani İstanbul'a
sahip bulunduğu için, Osmanlı terekesinden sorumlu
konuma, kendiliğinden gelivermişti ve Soğuk Savaş
Sonrasının dağıttığı eski yapıların arasından
sıyrılan "tarihi anti-teler" ve bu arada Bosna'nın
yüzünü Türkiye'ye çevirmesi de tabii idi.
Bu "tabii hale gelen" süreç, Türkiye ile
Bosna-Hersek arasında bir karşılıklı etkileşimi (interaction)
kaçınılmaz kılmıştır.
Bosna-Hersek, üzerinde cereyan eden trajik
gelişmelerle yüzünü Türkiye'ye (İstanbul'a) daha
çok çevirdikçe; Türkiye, tarihi köklerini ve bu
arada Osmanlı geçmişini ve islam'ı daha derinden
hisseder olmuştur...
Bu bakımdan, Türkiye'nin, artık önü zor alınacak
olan yeni dinamiği 'tarihle barışmak" veya "islam'la
barışmak" veya "laisizmin Cumhuriyet jakobenizminden
farklı yorumu" veya "Osmanlı geçmişimize yaslanmak"
sürdüğü, geliştiği ve derinleştiği ölçüde;
Türkiye'yi Bosna-Hersek'le ilgilenmekten, Bosna-Hersek'in
geleceğinden kopartmak güçleşecektir. Dolayısıyla,
Bosna-Hersek'te silahların nisbi olarak susması
hali, Saraybosna'ya getirdiği kısmi ferahlamaya
benzer bir şekilde, Türk halkının zihninin de geçici
bir süre din-lendirilmesini ifade eder.
Mayıs ile birlikte,'bir başka deyimle, 1 Ocak
1995'te başlamış olan ve ömrüne dört ay biçilen '"Muhasematm
Durdurulması Anlaşması"'sona erince, büyük bir
ihtimalle silahlar, Müslüman kimliğini Türklere
borçlu olan Bal-kanlar'ın bu eski Osmanlı köşesinde
tekrar konuşmaya başlayınca Türk, zihnindeki
travmada da eş değerli etki yaratacak; dikkatler ve
gönüller tekrar Bosna'ya dönecektir.
Hırvatistan Cumhurbaşkanı Franjo Tudj-man, ülkesinin
üçte birinin Sırp işgali altında kalmasına yarayan
ya da kendi egemenliğinin ülkesinin tümü üzerinde
yayılmasına engel teşkil etmeye başlayan Birleşmiş
Milletler varlığını (UNPROFOR) 31 Mart itibarıyla
sona erdirmekte kararlıdır. BM askerlerinin
çekilmeye başlamasının, bir değişildik olmadığı
takdirde, Haziran sonuna kadar tamamlanması icap
etmektedir. Böyle bir gelişme, Sırbistan
-Hırvatistan Savaşı'na yol açabileceği gibi, Bos-na-Hersek'teki
üçlü yapı, Müslüman Boşnak-Sırp-Hırvat, nedeniyle
Bosna-Hersek'te de muhasematm en şiddetli biçimiyle
başlamasını muhtemel hale getiriyor. Bosna'da,
Müslümanlar, esasen, siyasi teşkilatlanmalarında ve
askeri hazırlıklarında bir hayli yol katetmiş
oldukları için, savaşmaya, yani kurtuluş savaşla-nnı
tırmandırmaya bir hayli isteklidirler. "Muhasematm
Durdurulması Anlaşması"nın yürürlük süresini hani
harıl savaş hazırlığı içinde geçirmişlerdir.
Bosna'daki gelişmeler, ister savaşın canlanmasıyla,
ister diplomasinin karmaşık labirentlerinde yoğun
faaliyetle yol alsın; Türkiye'nin aktif
mevcudiyetini davet ediyor.
Niçin?
Çünkü, Sırbistan, uluslararası dengeler ve
mihverlerde, Rusya ve Yunanistan'ın seferber etmeye
çalıştığı Ortodoks Dünyası ve Birinci Dünya Savaşı
öncesi müttefikleri Fransa ve İngiltere'ye
dayanabilir; Hırvatistan ve Hırvatlar, başta
Vatikan, Katolik Dünya'ya güvenebilirken, Müslüman
Boşnaklar'ın, tek ve tarihi ve bölgesel ve
stratejik müttefiki-daya-nağı Türkiye'dir.
Objektif kıstasların haricinde, Bosna, Türkiye'yi
böyle gördüğü için, Türkiye sahnede olmak
zorundadır. Ayrıca, bunun böyle olmasını gerektiren
önemli bir olgu daha vardır: O da, Bosna
Müslümanlarının, Bosna-Hersek projesi, "çok
kültürlü, çok dinli ve çok milletli" bir Bosna'dır.
Bizatihi bu proje, bir yanıyla Osmanlı modelinin "mikrokozm"udur,
diğer yanyla ise Türkiye'nin Avrupa içindeki
meşruiyetini sağlamaktadır. Türkiye'siz bir Avrupa
nasıl bir "Hristiyan Kulübü" sayılacaksa ve Türkiye,
ancak ve ancak, "çok kültürlü ve çok dinli'bit
Avrupa'da kendisine yer bulabilecekse, Bosna projesi
yenilgiye uğradığı takdirde; Türkiye'nin
Avrupa'daki meşruiyet temelleri de sarsılacak,
hatta "Avrupa ideali" nin kendisi iflas edecektir.
Bu yönleriyle, Türkiye ile Bosna-Hersek arasında
sadece "geçmiş birliği" ve buradan kaynaklanan bir
aidiyet değil, geleceğe yönelik bir "stratejik kader
birliği" de mevcuttur.
Türkiye, bunu yapabilecek dunımda mıdır?
Türkiye, Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle
birlikte hernekadar NATO'nun anlamsızlaşan "güvenlik
şemsiyesi'hden sıyrılmışsa da, jeopolitik önemi
azalmamış; tersine Balkanlar-Kafkasya-Ortadoğu
üçgeninin "merkez üssü"
karakterini kendiliğinden elde etmesiyle bu önemi
daha da artmıştır.
Türkiye, bir "dünya'hm "uç beyi" olmaktan,
"dünyalardan biri'hin "merkezi" konumuna kaymıştır.
Bir anlamda, "Osmanlı özelliği'hm, yeni tarihi
şartlarda kendisine iadesi haliyle yüzyüzedir...
Bu nedenle, tarih dinamiklerinin kendisine
yüklediği rolü oynamak zorundadır. Söz konusu
dinamikler, "tarihle barışmayı dayatmaktadır.
Barıştığı, barışabildiği ölçüde, Osmanlı görkemini
ihya etmeye, bu ölçüde de Bosna-Hersek ve benzeri
antitelere , "hamilik" görevini üstlenmeye
mecburdur.
Bu yapılmadığı takdirde, Türkiye, bugünkü toprak
yapısında dahi kalamayabilir. Devletlerin dağıldığı,
sınırların değiştiği, yapıların değişerek
yenilendiği şu dönemde, tarih, kendisine "misyon"
yüklediği ülkeler, bundan kaçındığı takdirde, o
ülkeleri bulundukları statükoda tutmak konusunda da
cömert olmayabilir.
O nedenle, Bosna, aslında Türkiye'nin "savaşı" dır.
Türkiye'nin "tarihiyle barışması" Bosna'nın bağımsız
ve egemen bir güç olarak tarih sahnesine çıkmasının
güvencesidir...
|