|
"Türkiye ile Japonya Ortaasya'da Büyük
Yatırımları Birlikte Gerçekleştirebilirler"
Prof. Dr. Mete Tuncoku
Röportaj: Gazeteci Ş. Adnan Şenel
Prof.Dr. Mete Tuncoku, ODTÜ Uluslararası İlişkiler
Bölümü'nde öğretim üyesidir. Tuncoku, Türkiye'de
sayısı üçü, dördü geçmeyen Japonya uzmanlarından
birisidir. Geçtiğimiz ay içinde. Başbakanla
birlikte katıldığı Japonya gezisinden dönen Sayın
Tuncoku'ya, Japonya'nın dış politikası, Japon-Türk
ilişkileri ve son Kobe depremiyle ilgili sorular
yönelttik.
- Sayın Tuncoku, siz uzun yıllar Japonya'da kalmış,
bu ülkeyi, bu insanları ve Japon kültürünü çok iyi
bilen binsiniz. Bu ülkeye yaptığınız son
seyahatinizden de yeni döndünüz. Hafızalarda
tazeliğini koruyan Kobe depremiyle konuşmamıza
başlamak istiyorum. Çünkü bıı üzücü felaket sonrası
yaşananlar, yani Japonların bazı davranışları bile
bu insanlar hakkında bize bazı ipuçları veriyor.
Oradan yeni dönmüş biı~i olarak, Kobe depremiyle
ilgili siz neler gözlemlediniz? Japonlar, -özellikle
ölü sayısının çokluğuna paralel olarak- bir hayal
kırıklığı yaşamışlar mı, ümitsizliğe kapılmışlar mı,
yoksa her felaketten dersler çıkarmasını bilen
insanlar olarak, bu depremden de geleceğe yönelik
dersler çıkarmışlar mır'
- Bildiğiniz gibi, Japonya'da Ocak ayında büyük bir
deprem oldu. Kansai bölgesinde Kobe kenti merkez
olmak üzere Osaka ve Kyoto şehirlerinde büyük
hasarlar meydana geldi. Başbakanla okluğumuz son
gezide Ko-be'ye gitmemekle birlikte, bütün
Japonya'da olduğu gibi, Tokyo'da da bu depremin
psikolojik izlerini görmek, hissetmek mümkün. Bir
kere, televizyonlarda bütün kanallarda hâlâ depremle
ilgili son bilgiler, son gelişmeler anlatılıyor.
İlk yardım kampanyaları açılmış; çeşitli özel-resmi
kuaıluşlar bir kampanya başlatmışlar ve bu sayede
de depremin -ki, televizyondan izlediğim kadarıyla
100 milyar dolara yakın bir maliyeti var- yol
açtığı hasarın giderilmesi için gerekli bu parayı
içlerinde toplamışlar. Hemen hemen 70 milyar dolan
(Yen olarak) derlenmiş durumda. Havaalanına
indiğiniz ilk andan itibaren memleketteki üzgünlük,
keder havasını hissediyorsunuz. Kiminle
karşılaşsanız bir şekilde Kobe depremi gündeme
geliyor. Ama Japonlar, biliyorsunuz, 2.Dünya
Savaşının yolaçtığı büyük yıkımdan sonra çok kısa
bir süre içinde toparlandılar. Ben inanıyorum ki,
Japonlar Kobe depreminin sıkıntılarını da kısa
sürede atlatacaklardır. Depremle ilgili olarak sık
sorulan sorulardan biri de şuydu: Acaba bir
yolsuzluk mu vardı? İnşaatlarda az çimento, az çelik
mi kullanılmıştı da bu kadar çok hasar ve can kaybı
olmuştu? Hayır, oradaki olay depremin türüyle
ilgiliydi. Binalar, yollar, inşaatlar "yatay" bir
olası depreme göre yapılmış; halbuki bu deprem
"dikey" deprem, kaldırıp vuruyor. Ve daha da
olumsuz yönü, merkezinin tam Kobe'-nin altında
oluşu. Yani siz binayı istediğiniz kadar dayanıklı,
esnek yapın; ama bu deprem kaldırıp oturttu mu
dayanmıyor. Bir de, depremin uzun sürmesi var.
Yaklaşık 33 saniye süresince aralıksız bir sallanma
var ve buna dayanmak da pek kolay değil...
Savın Tuncokıı, aslında konn Japonya olunca
konuşulacak çok. şey var... Ama, öncelikli konumuz "dışpolitika"
olduğu için, bilginiz ve gözlemleriniz dahilinde,
Japonya'nın dış politika çizgisini ana hatlarıyla
özetleyebilir misiniz?
- 2.Dünya Savaşı sonrası Japon dış politikasını
şöyle özetleyebiliriz: Biliyorsunuz, 1946'dan
1952'ye kadar Japonya işgal yönetimi altındadır.
Amerika'nın önderliğinde müttefiklerin
işgalindedir. Bu dönemde Japonya'nın bir bütün
olarak askersizleştirilmesi söz konusu. Savaş
öncesi dönemin askeri topluluğunun tümüyle altüst
edildiği ve her yönüyle sivil demokratik ve açık
bir toplumun yaratılmayla çalışıldığı dönemdir. Bir
çok reformlar yapılır. Bunların en başında
parlamenter rejimin oturtulması geliyor. Büyük
şirketler, karteller, tröstler -ki bunlar askeri
çevrelerle çok yakından ilişkilidirler- tümüyle
dağıtılır. Savaş öncesi dönemde militarist
çevrelerle yakın ilişki içinde olan bürokratlar
görevlerinden uzaklaştırılır. En önemli reform ise
anayasa değişikliğidir. 1890 Meiji anayasası
kaldırılır ve yerine yeni (Amerikan McArthur
anayasası da deniliyor) anayasa getirilir. Bu
anayasanın, ülkenin ^demokratikleştirilmesi, çok
partili rejimin getirilmesi, seçim sisteminin
yenileştirilmesi, eğitimde büyük reformların
yapılması gibi getirdiği değişikliklerin yanısıra
en önemli özelliği, bünyesinde bir "9.madde"
barındırmasıdır. Bu madde Japonya'nın ebediyen savaş
ilan etme yetkisinden uzak durmasını öngörüyor. Yani
Japon toplumu Anayasanın 9.maddesi ile ebediyen
savaş yapma yetkisini reddediyor. Bununla birlikte,
ordusu tümüyle dağıtılıyor. Diyeceksiniz ki, "peki
ülkenin güvenliği?".. Ame-rikan'ın güvenlik
şemsiyesi altındadır Japonya.. Bu, nükleer bir
şemsiyedir. Askeri harca-maları neredeyse yüzde
sıfıra yakın bir dııru-ma gelmiştir. Çok az bir
polis kuvveti kurulur, o da, iç asayişi sağlamak
içindir. Ülke, bütünüyle Amerikan güvenlik
şemsiyesi altındadır (Karşılığında ABD ülkede çok
sayıda askeri üs kurma hakkını alır.) Özellikle
savaş sonrası
yıllarda ülke baştan aşağı bir üs görünümündeydi.
Fakat Japonlar çok pragmatik, gerçekçi insanlar.
2.Dünya Savaşının sonunda teslim olmuşladır, ama
bunda Japon imparatorunun radyoda yaptığı konuşma
çok etkili olmuştur. Japon imparatoru radyo
konuşmasında der ki "ben sizden silahı bırakmanızı
istiyorum, olumsuz gelişmelerin, kötü gelişmelerin
olduğu bir dönemi kapattık, yeni bir dönem
başlıyor. Bu dönemde de sizden özveri, çalışma ve
gayret istiyorum". Bu konuşmadan sonra ülke
genelinde hiçbir direnme hareketi olmuyor işgal
kuvvetlerine karşı. Ve büyük bir işbirliği içine
giriliyor. Ama yönelilen alan tek, o da ekonomik
alan. Askeri harcama sıfır. Ondan sonra güvenlik
endişesi de yok. Artı, bölgede patlak veren ve
yüzyıllarca süren iki savaş var ki Japonların
ekonomik kalkınmasına çok yardımcı olmuştur. Kore
Savaşı ve ardından Vietnam Savaşı. Yani bir bakıma
bu iki savaşın askeri yükünü Amerika çekmiştir,
bunun parsasını toplayan Japonya olmuştur. Nasıl
olmuştur? Bir kere, savaş nedeniyle Amerika'nın
hasar gören bütün silahlan, gemileri, uçakları
Japonya'da tamir edilmeye başlanmıştır.
Amerika'nın teşvikiyle bu sanayi dallan yeniden
kurulmuştur. Çeşitli endüstri ve teknoloji dalları
hızla gelişmiştir, eğlence sektörü gelişmiştir,
hizmetler sektörü gelişmiştir Askeri harcama yok,
etrafta savaş çıkıyor ve Japonya savaşın
meyvelerini topluyor. Çok çalışkan, özverili bir
toplum. Böylece Japonya 1952'den 70'li yıllara kadar
barış içinde, uluslararası liberal ekonominin bütün
avantajlarından yararlanan bir toplum oldu. 1964
Tokyo Olimpiyatları da aslında bunun bir
göstergesidir. (Olimpiyatlar genelde ülkelerin
gelişmişliğini dünyaya tanıtma fırsatı olarak da
değerlendirilmektedir.) Yani bir nevi açılım. Tokyo
Olimpiyatlarında bunu gösterdiler tüm dünyaya. Ondan
sonra da Japon ekonomisinde önlenemeyen bir
yükseliş başlıyor.
70'li yılların başına kadar Japonların bir dış
politikası yok. Amerikayla ilişkiler var sadece. Ve
büyük sorunlara bulaşmamış. Japonya'nın bir tek
endişesi var, o da ülkenin yeniden inşası, yeniden
kurulması, gelişmiş bir refah toplumu düzeyine
ulaşması... Ancak 1972'de ilk kez Ortadoğu'da,
Arap-İsrail sürtüşmesinin ardından OPEC kurulunca,
petrol bunalımı çıkınca Japonya da sallanmaya
başlıyor. Hatta buna petrol şoku deniliyor. Ülke
O.D. petrolüne bağımlı olduğu için çok etkileniyor.
Çünkü Araplar şunu diyorlar: "Artık bizden parayı
ver, petrolü al, ama bu Arap-İsrail sürtüşmesine
gelince ben karışmıyorum diyemezsin, yoksa petrol
alamazsın". Japonya yüzde 80 petrol tüketiminde
Körfez'e bağımlı. Başka ülkelerden alamaz mı?
Alabilir ama yalnız bir sorun var; Japonya'daki
rafinerilerin neredeyse tamamı Ortadoğu petrolünü
işleyecek donanıma sahip. Japonya'nın Ortadoğu
petrolü yerine başka bir ülkenin petrolünü ikame
edebilmesi neredeyse imkansız. Bütün rafinerilerin
değişmesi lazım ki bu da büyük bir ekonomik yük
demektir. Böylece ister istemez Japonya Ortadoğu'ya
giriyor; sadece Ortadoğu'ya da değil, dünya
politikasına daha aktif olarak giriyor. Yalnız
burada Japonya'nın bir ikilemi var. Şimdi Amerika
bir taraftan diyor ki, "artık sen kalkınmışssın, 35
bin dolar kişi başına milli gelirin var, yeter artık
serbest kısımdan yararlandığın, biraz müsaade et biz
öne geçelim. Nasıl geçelim? Şu savunma
harcamalarını artır". Büyük baskılarla sıfırlarda
seyreden harcama oranı yüzde l'i biraz geçti. Bu
kadarlık bir artış bile, Uzakdoğu'daki askeri
kuvvetler dengesini etkileyebiliyor. Bu neye yol
açıyor? Bütün o eski Japonya'nın işgal ettiği
devletler ayaklanıyor, tepki gösteriyor.
Tarihte bir şeyi öğrendik biz hep: Ekonomik refah,
sanayi refahı, refah toplumunun kuruluşu beraberinde
bir şeyi de getiriyor: Milliyetçi akımların
güçlenmesini.. Toplumlar daha bir bilinçleniyor,
daha bir kendine güven duyuyor, özgüven kazanıyor ve
bu ister istemez, ülkenin iç politikasına da, dış
politikasına da yansıyor. Yani bir taraftan
uluslararası değişen koşulların yarattığı baskı var;
Japonyanın askerileşmesi, askeri harcamalarını
arttırması yolunda; diğer taraftan içte de yeniden
güçlenen milliyetçi akımın istekleri söz konusu.
"Savaş öncesi iç-dış politikalarımız, hiç te
Amerikanınkinden, İngiltereninkinden kötü değildi"
diyorlar. Hatta Japonya'nın Çin'deki
işgalini işgal değil "ilerleme" olarak tanımlıyor.
- 9-madde de kaldırılsın diyorlar mı?
- Tabii, o da var, ama böyle açık açık değil.
Amerika'ya diyorlar ki, askeri harcamalarını artır
eliyorsun ama, bu anayasa, bu 9.madde var, nasıl
artıralım, ne yapalım' Kaldıralım deyince,
Asya'daki komşu ülkeler ayak lanıyor. Çin, Kuzey
Kore, Tayvan, bütün Pasifik, ASEAN ülkeleri, hatta
hatta Avustralya, Yeni Zelanda... Yani Japonlar bir
taraftan iç, bir taraftan dış gelişmeler ışığında
bir denge politikası izlemektedir. Bir taraftan pek
kurtulmak istemiyor anayasadan. Amerika kalksın
diyor, çünkü hâlâ ekonomisine büyük harcamayı
artırabiliyor; diğer taraftan da bir şeyler yapması
gerektiğini hissediyor ve bunu zorlamaya başlıyor.
Mesela iki örneği var; bir, bu Körfez savaşında
Japonya Körfez'e mayın gemisi gönderdi. Oysa,
Anayasasının 9.maddesine göre bu yasak. Japonya
denizaşırı bölgelere ne kuvvet yollayabilir, ne
asker yollayabilir, ne de donanma gönderebilir. Buna
bir formül buldular ve dediler ki biz "Körfez'e
mayın tarama gemisini Japon bayrağı altında
yollamıyo-ruz, Birleşmiş Milletler bayrağı ve emri
altında yolluyoruz." Yani hukuki bir yorum
getirdiler. Aynı şekilde Kamboçya'ya -Türkiye'nin
Bos-na-Hersek'e gönderdiği gibi- barış gücü
gönderdiler. Yani Japonlar giderek dış koşulların,
artı iç koşulların baskısıyla, daha aktif bir
politika izlemeye başladılar.
-Japonların silahlanmaya bakış açıları bugün nasıl?
- Japonya bugün de silahlanmaya fazla para ayınnıyor.
İktidardaki Liberal Demokrat Parti de bunun
faturasının ağır olduğunu, büyük sorunlar
çıkartacağını biliyor, bunun Japonya'nın dış
ticaretini olumsuz etkileyeceğini biliyor. Niye
silahlanmaya gitsin, niye donanma kursun? Satıyor
ürünlerini, endüstriyel mallarını, Amerika pazarı
da dahil, işleri yolunda. Burada bir denge kurmaya
çalışıyor, hem avantajlı durumunu koruyayım diyor,
hem de dünya hızla değişiyor, globalleşiyor, bir
takım sorunlar var, onlara da hazırlıklı olayım
diyor. Yani, hassas dengelerin oluşturduğu bir dış
politikası var Japonya'nın...
- Japonya'nın gerek iç, gerekse dış politikada
istikrarlı bir çizgi izlemesinin sebebi, Liberal
Demokrat Parti'nin 1951'den bu yana iktidarda
otarması olabilir mi?
- Şüphesiz ki evet. Japonya'da iki büyük parti
var. Biri iktidardaki Liberal Demokrat Parti,
diğeri muhalefetteki Sosyalist Parti. Japon
insanının ilginç bir özelliği var; onların
politikayla pek ilgileri yok. Onlar için varsa yoksa
ekonomi. Çok yoğun tempoyla çalışıyorlar ve
tasarrufa olağanüstü önem veriyor-lar.Ekonomik
eğilimleri çok belirgin Türkiye'de insanlar ne
kadar politikayla içiçeyseler, Japonlar da tam
tersine ekonomiyle ilgileniyorlar. Buna rağmen,
Japonlar her ne kadar politikayla ilgilenmiyorlarsa
da seçim zaman geldiğinde gidiyor oyunu bilinçli
kullanıyor; ama bunu yaparken de iki parti
arasındaki dengeyi şöyle ya da böyle kurabiliyor.
Liberal Demokrat Parti bunca yıldır iktidarda ama,
muhalefetteki Sosyalist Parti de bunca yıldır
muhalefetin bütün gereklerini yerine getiriyor.
Kısacası, bir partinin yarım asra yakn bir süre
iktidarda kalması şüphesiz ki peşinden istikrarı da
getiriyor ve bu hem iç hem de dış politikaya
yansıyor.
- Japonya'dan Türkiye nasıl görünüyor? İki ülke
ilişkileri hangi safhada ve size göre bu ilişkilerin
geliştirilmesi için neler yapılmalıdır?
- Türkiye, Japonya'dan iyi görünüyor. Özellikle
1980'den sonra Japonya'nın Türkiye'ye ilgisi
artıyor. Japonlar istikrara çok önem veren bir ülke
olduğu için, 80 sonrası gerek terörün bitmesi,
gerekse liberal ekonomiye geçilmesiyle birlikte
Türkiye'ye duyulan yakınlık da arttı. Bir de şu
var, petrol bağımlılığıyla birlikte Ortadoğu'ya
ilgisi artan Japonya, bu
bölgenin tarihini incelediğinde karşısına Osmanlı
İmparatorluğu çıkıyor; bu da onların bu
imparatorluğu incelemeye, araştırmaya kadar
götürüyor. Dolayısıyla, Önce Osmanlı ve sonra da
Türkiye konusu Japonya için ilgi alanı haline
gelmiştir. Bugün Japonya'da Osmanlıca, Arapça,
Farsça, Türkçe bilen, çeşitli branşlarda kendini
yetiştirmiş Türkiye uzmanları vardır ve bunların
sayısı tahminime göre 100'ü bulmaktadır.
İki ülke arasındaki ekonomik ilişki konusuna
gelince: Türkiye Japonya için bir potansiyeldir,
bir pazardır. Yatırımlar için önemlidir, artı
Türkiye yoluyla üçüncü ülkelerde, mesela Orta
Asya'da, Kafkaslar'da, ortak yatınm-lar yapmak için
de değişik imkanlar sunmaktadır. Türkler kültürel
yakınlıkları ve teknik imkanlarıyla, Japonlar da
sermayeleriyle Orta Asya'da büyük yatırımlara
birlikte girebilirler. Ancak, Türkiye de Japonya'ya
daha ciddi eğilmek zorundadır, daha yakından
tanımak zorundadır. Japon toplumunu, Japon insanını
incelemek, bilmek, öğrenmek zoaındadır. Japonya'da
bugün Türkiye'yi her yönüyle inceleyen 100'e yakın
uzman vardır. Oysa Türkiye'de Japonya'yı diliyle
bilen, Japonca kaynaklara eğilerek inceleyebilen
araştırmacıların sayısı üçü dördü geçmiyor maalesef,
Türkiye'de Japonya hâlâ dolaylı olarak tanınıyor,
Batılı eserler kanalıyla tanınıyor. Uzun dönemde
ele almak lazım bu konuyu. Planlarımızı,
çalışmalarınızı bu yönde yapmak lazım. Kalıcı
ilişkiler bence bu şekilde daha sağlıklı olur
kanaatindeyim. Yani konuya sadece "alış-veriş"
ilişkisi olarak bakmamak. Sürekli
ve çok yönlü bir işbirliği olarak değerlendinneliyiz.
- Teşekkür ederiz.
|