|
Türkiye'nin Ekonomik Modernizasyonu Üzerine Genel Bir
Değerlendirme
Prof. Dr. Sabri Orman
I. Giriş
Cumhuriyetin 75- Yılında genel bir muhasebesi
yapılabilecek konuların en önemlilerinden bir
tanesi de hiç şüphesiz Türkiye'nin günümüze kadarki
ekonomik modernizasyon tecrübesidir. Burada ekonomik
modernizasyon terimiyle anlatılmak istenen şey,
aslında, çok daha yaygın bir kullanıma sahip olan
iktisadi kalkınma terimiyle anlatılmak istenen
şeylerden çok farklı değildir. Buna rağmen
çalışmamızın başlığında ikincisi yerine birincisini
kullanmamızın amacı, Türkiye'de geleneksel olarak
iktisadi kalkınma meselesinin, daha geniş bir
modernizasyon projesinin parçası olarak ele
alınagelmiş olması gerçeğine telmihte bulunmaktır.
Konunun bu şekilde formüle edilmesi, ayrıca, onu ait
olduğu tarihi bağlam içinde görmeyi sağlaması
açısından daha sağlıklı bir değerlendirmeyi de
mümkün kılacaktır,
iktisadi kalkınmanın modernizasyon hadisesiyle
irtibatlı oluşu aslında Türkiye ile sınırlı bir
durum değildir. İlk modernizasyon hareketlerinin
tarihi adresi olan ve halen de modernitenin asıl
beşiği olan Batı Avrupa ve Kuzey Amerikalı
toplumlann tecrübesinde de ikisi arasında telakkiye
göre tek veya çift yönlü sebep-sonuç ilişkisi veya
hatta özdeşlik ilişkisi olagelmiştir. Türkçe'ye
duruma göre çağdaşlaşma veya çağdaşlaştırma olarak
tercüme edilecek olan modernizasyon kelimesi, genel
olarak bu toplumların modern denen çağlar boyunca
geçirdikleri çok yönlü ve derin transformasyonu
anlatmak için 19. yüzyıldan itibaren kullanılmaya
başlanan bir .terim olmuştur. Konuyla ilgili
çeşitli ve değişik teorilere göre Rönesans, Reform,
Bilimsel Devrim, İngiltere ile Amerika ve
Fransa'daki demokratik devrimler, Aydınlanma
Felsefesi ve Endüstriyel Devrim gibi çeşitli
faktörlerden birinin, birkaçının veya hepsinin bir
bileşkesi olarak ortaya çıkmış olan bu dönüşümün
herhalde tartışmaya en az açık tarafı Endüstri
devrimiyle olan ilişkisidir. Öyle ki modernizasyonu,
toplumlann modern teknoloji marifetiyle
dönüştürülmesi sürecinin adı olarak tanımlayan
teorisyenler vardır. Söylemeye gerek yoktur ki
modern teknolojinin üretim sürecine uygulanmasının
amacı ve çoğu kere sonucu, Endüstri devriminden
beri, kitlesel üretim ve oradan giderek iktisadi
kalkınma ve büyüme olmuştur.
Modernizasyonun Batılı toplumların tarihi
deneyiminde endüstrileşme hadisesi ile olan bu
akrabalığı, onun bazen endüstrileşme veya
sanayileşme gibi, bazen de tarihi olarak ilk
sanayileşmenin Kapitalist bir çerçevede gerçekleşmiş
olması olgusundan hareketle Ka-pitalistleşme gibi
görülmesine yol açabilmiştir. Yirminci yüzyılın
ikinci on yılının sonları ile sondan ikinci on
yılının sonları arasında çok sayıda ve değişik
ölçeklerde Sosyalist modernizasyon deneylerinin
yaşanmış olması, ikinci izlenimin doğru otafadığını
teyid eder nitelikte ise de söz konusu deneylerin
bilinen başarısızlıkları sonucunda Sosyalist
toplumlann içine girdiği piyasa ekonomisine geçiş
süreçlerinin nereye varacağının henüz kesinlik
kazanmamış olması, ihtiyatlı olmayı gerektiriyor.
Birinci izlenimin olgusal dayanaklarının durumu
hakkında sağlıklı bir yargıya varabilmek için ise
galiba modern, post-modern ve post-endüstri-yel
toplumlar konusundaki tartışmaların biraz daha
netleşmesini beklemek gerekecektir.
Birinci ve İkinci Dünya savaşlarından sonra
bağımsızlıklarını elde eden yeni devletlerin
modernizasyon tecrübeleri ise Kapitalist ve
Sosyalist sistemlerin milliyetçi ve anti-em-peryalist
ideolojilerle oluşturduğu rengarenk bir melezlik
manzarası arz eder. Bu tür ülkelerde modernizasyon
fiilen Batılılaşma şeklinde yürüyordu, denebilir.
Bunun lafzen ifade edildiği örnekler de yok
değildi. Ancak büyük kısmı bağımsızlıklarını Batıya
karşı verilmiş şu ya da bu şekildeki mücadelelerle
elde etmiş olan bu toplumların, toplumsal ve
ekonomik kalkınmalarını Batılılaşma şeklinde
formüle etmeleri ve uygulamaları, dramatik ve
paradoksal bir durum ortaya çıkarıyordu. Onlar adeta
Batıya rağmen veya Batıya karşı Batılılaşıyorlardı.
Böylece, Batılı olmayan toplumlann deneyiminde,
modernizasyon teriminin anlam ve çağrışım dünyasına
sanayileşme, kalkınma ve Kapitalistleşme
anlamlarından sonra Batılılaşma anlamı da girmiş
oluyordu.
Daha genel anlamda siyasi, sosyal ve ekonomik
konularda eskiye karşı yeni, geleneğe karşı değişme
taraftarlığı olarak özetlenebilecek olan ve son
tahlilde öyle ya da böyle son zamanların hakim
uygarlığı olarak Batının tarihi tecrübesiyle
ilişkili olan modernizasyonun burada bizi
ilgilendiren yanı, Türkiye'nin ekonomik kalkınma
çabalanyla ilgili tarafıdır. Yalnız hemen
belirtelim ki elinizdeki yazı için geçerli olan
zaman tahditleri sebebiyle burada bu konunun uzun ve
aynntılı bir incelemesine giremeyecek ve konuya
ancak bir genel değerlendirme yapmayı mümkün
kılacak bir mesafeden bakabileceğiz. Böyle olunca,
daha yakın mesafelerden bakıldığında görüş alanı
içinde yer alabilecek çok şey ihmale uğrayacak
demektir. Ayrıca, belirtelim ki, bu değerlendirme
dahi daha çok ekonomik modernizasyon programının
kendi mantığına dayalı bir içsel değerlendirme
olacaktır.
II. Türkiye'nin Ekonomik Modernizasyon Tecrübesinin Kısa Bir
Tarihçesi
Daha Kanuni Sultan Süleyman zamanından itibaren
Osmanlı Devletinde bazı zaafların baş gösterdiği ve
tedbir alınması gerektiği en üst düzeyde fark
edilir ve telaffuz edilir olmuştu. Nitekim,
sadrazamlık da yapmış olan Lütfü Paşa Asa/name adlı
ünlü eserinde diğer hususlann yanı sıra Osmanlı
maliyesinin bazı problemli taraflarına işaret etmiş
ve tedbir alınmasını istemişti. Asafname'yi daha
sonraki zamanlarda re'sen veya talep üzerine başka
Osmanlı entelektüel ve bürokratları tarafından
yazılan çok sayıda benzer eser takip etmiştir. Öyle
ki bu konularda yazmak adeta bir gelenek halini
almış ve neticede Layiha adı altında toplanabilecek
bir literatür çeşidi ortaya çıkmıştır.
Layihalar sadece problemleri teşhis etmekle
kalmıyor, tedavi reçeteleri de öneriyordu. On
sekizinci yüzyılın sonlarına kadar yazılan
layihaların ortak özelliği, bozulmanın sebebi
olarak Osmanlı Devletinin kuruluş aşamasındaki ilke
ve uygulamalardan zamanla uzak-laşılmış olmasını
görmeleri ve çareyi Kanun-i Kadim olarak ifade
ettikleri bu ilke ve uygulamalara dönülmesinde
bulmalarıydı. Başka bir ifadeyle, layihalar çareyi
kadim geleneğe dönmede görüyorlardı. Bunu anlamak
zor değildir. Uzun zamandan beri neredeyse rakipsiz
bir siyasi güç olarak yaşayagelmiş olan Osmanlılar,
bunun verdiği aşın güven duygusuyla,
karşılaştıkları problemlerin kendileri dışındaki
yerlerle de bir ilgisi olabileceğini düşünmek
ihtiyacını pek hissetmemiş olmalılar. Ancak
problemlerin kronik hale gelmesi ve özellikle savaş
alanlarındaki acı tecrübelerin tesadüfi olmaktan
çıkıp sistematik hale gelmesi, zaman içinde, onlara
etraflarında olup-biten-lerle askeri ve siyasi
motifler dışında da ilgilenmeleri gerektiğini
gösterdi. III. Selim zamanından itibaren yazılan
layihalar ve sefaretname-ler bir perspektif
değişikliğinin yazı alanındaki yansımalarını teşkil
eder. Doğal olarak, bu yeni perspektifin odak
noktasında Avrupa veya Batı yer alıyordu. Artık,
öneriler arasında sadece Kanun-i Kadime dönüş yok,
adı geçen yerlerde olup-bitenlerin örnek alınması
da vardı. Böylece Osmanlının, kısmi bir
modernizasyon sürecine girmeye başladığı
söylenebilir. Bu sürecin olgular ve olaylar
bazındaki yansımaları ise, kabaca ifade edilirse,
Nizam-ı Cedid, Tanzimat, Islahat ve Meşrutiyet gibi
gelişmelerde kendini göstermiştir.
Osmanlının modernizasyon tecrübesi kısmi de olsa son
derecepnemli ve dikkate değer bir hadisedir. Bir
kere, bu yöndeki en eski deneylerden biridir. Bu
açıdan Japonya ve Hindistan gibi yerlerde yaşanan
benzeri deneylerle karşılaştırma bakımından paha
biçilmez imkanlar içerir. Gerçi Batılılaşma
anlamıyla alındığında Amerika, Avustralya ve Yeni
Zelanda'nın, bu süreci çok daha önce yaşadıklan
söylenebilir. Ancak, onlardaki fark bundan ibaret
değildir. Onlar sadece zihni ve kurumsal olarak
değil, demografik olarak da Batılılaşmışlardır.
Belki, ironik bir şekilde, işgal edip yerleşme
anlamında Batının Amerikalılaştığı,
Avustralyalılaştığı ya da Yeni Zelandalılaştığı da
söylenebilir. Fakat, Osmanlının modernizasyon
deneyinin asıl önemli tarafı, gerek uygulamaları
gerekse yol açtığı zengin teorik tartışmalar
itibariyle, Türkiye dahil onun etki alanı içinde
yer almış olan sonraki dönemlerin bağımsız
devletlerinin benzer tecrübelerinin ilk tohumlarım
taşıyor olması ve daha iyi anla-şılmalannda anahtar
rolü görebilecek olmasıdır.
Osmanlı modernizasyonunun kısmi olması özelliğine
karşılık, Cumhuriyet Dönemi Türkiye'sinin aynı
yöndeki çabası, topyekun bir modernizasyon projesi
haline dönüşmüştür. Denebilir ki bu çerçevede göz
önüne alınabilecek başka hiçbir örnek, onunkiyle
karşılaştırılabilecek bir radikallik ve
kapsamlılığa ulaşabilmiş değildir. Bu özelliğiyle
Türkiye'nin modernizasyon projesi, başka türlü ifade
edilirse, aslında bir uygarlık değişimi projesi
niteliğini almıştır.
Tabii ki bizi burada ilgilendiren, projenin tamamı
değil, ekonomik kalkınmayla ilgili yanıdır.
Yukarıdaki kadarıyla onunla ilgilenmiş olmamızın
nedeni, konumuzu, çok genel hatlanyla da olsa,
tarihi ve teorik bağlamı içinde görebilme imkanını
elde edebilmektir. Genel modernizasyon projesinin
bir parçası olarak ekonomik modernizasyon, esas
itibariyle, geliştirilen ve uygulanmaya çalışılan
iktisat politikaları vasıtasıyla gerçekleştirilmeye
çalışılmıştır. Bu politikaların tarihi gelişmesini
çok genel hatlanyla aşağıdaki gibi özetlemek
mümkündür.
1923'teki izmir iktisat Kongresini takip eden on yıl
boyunca, ülkenin ekonomik kalkınması konusunda,
genellikle özel sektörü ön planda tutmaya çalışan
bir politik tercihin geçerli olduğu söylenebilir.
1930'ların başlann-dan itibaren, gerek özel
teşebbüsten beklenen performansın elde edilememiş
olması gibi iç nedenlerle, gerekse dünyadaki siyasi
konjonktürün bilinen ekonomik, siyasi ve ideolojik
gelişmelerden dolayı devletçilik istikametinde bir
yörüngeye yerleşmeye başlaması gibi dış nedenlerle,
Türkiye'nin iktisat politikalannda da bu son
yönelişe paralel bir değişme görülmeye başlar.
Devletçilik yönündeki iktisat politikası değişimi,
1933'te Birinci Beş Yıllık Sanayi Planının kabul
edilmesi ve uygulamaya sokulmasıyla zirveye ulaşır
ve kristalleşir. Beş yıllık sanayi planlarının
birincisini ikincisi takip eder, ancak araya 2.
Dünya Savaşı'nın girmesi sebebiyle tam olarak
uygulanma imkanı kalmaz. Savaş halleri olağandışı
hallerdir ve eğer söz konusu olan bir Dünya savaşı
ise bu daha da böyledir. Türkiye savaşa fiilen
katılmamakla beraber bu durumun fazla değişmediğini
söylemek mümkündür.
Cumhuriyet dönemi Türkiye iktisat tarihinin
yukarıda özetlenen evresi, yeni ekonomik
modernizasyon programının ilk hayata ge-' çiriliş
safhasına tekabül etmesi itibariyle son derece
öğreticidir. Türkiye'nin ekonomik modernizasyonunu
karakterize eden bir çok kurumun, bu arada daha
sonra KİT diye bilinen iktisadi devlet
teşekküllerinin önemli bir kısmının temeli bu
dönemde atılmıştır. Daha sonraları pek rastlanmayan
dış ödemeler denkliği ve denk bütçe gibi -sürekli
olmayan- bazı nicel başarılar da bu dönemin
özellikleri arasında yer alır.
Savaş sonrası ile 1960, belki de 1963 arasını, bu
arada gerçekleşen çok önemli siyasi değişmelere
rağmen göreli bir liberalleşme dönemi olarak görmek
pek yanlış olmaz. 1963'ten itibaren ise ikinci bir
planlama dönemi başlar. Yalnız, yeni planlama
döneminin daha öncekinden önemli bir farkı vardır.
Planlar yine beş yıllık olmakla beraber, artık
sadece sanayi ile sınırlı olmayıp, iktisadi hayatın
tamamım, hatta bir ölçüde sosyal hayatı da
kavrayan genel iktisadi planlar halini almıştır.
Günümüzde planlama hukuki bir kurum olarak
varlığını hala sürdürmektedir. Ancak 24 Ocak 1980
kararlarıyla başlayan yeni ekonomik politika
dönemiyle birlikte, o zamana kadarki önemini göreli
olarak yitirdiği söylenebilir. 1980, Türkiye'nin
iktisadi politika tarihinde bir dönemeç olarak kabul
edilebilir. O zamana kadar neredeyse tavizsiz olarak
uygulanagel-miş olan ithal ikameci politikalardan ve
onların teşvik ve himaye ettiği dışa kapalı bir
ekonomik yapıdan, dışarıya daha açık bir ekonomik
yapıya ve bunu destekleyen ihracat ağırlıklı
iktisat politikalarına doğru bir politik tercihin
ortaya çıktığı tarihtir, 1980.
Görüldüğü gibi, Türkiye'nin 1923'ten beriye olan
iktisadi politika tarihi, her biri aşa-ğı-yukan on
ila yirmi yıl süreli, ama düzenli bir kronolojik
sırayı takip eden dönemler halinde, göreli bir
liberallikle daha bariz olan bir devletçilik
arasında gidip-gelen mütereddit bir manzara arz
etmektedir. Neredeyse tıpatıp benzer bir manzara arz
eden siyasi istikrarsızlık sarka-cıyla birlikte
düşünüldüğünde, bunun daha derin bir
istikrarsızlığın arazı olup olmadığı, üzerinde ciddi
bir şekilde durulmaya değer bir husus halini alır.
III.
Genel Bir Değerlendirme
Bu noktada, buraya kadar kronolojik bir özetini
vermeye çalıştığımız Türkiye'nin ekonomik
modernizasyon çabasının ve onun hayata geçiriliş
araçlan olarak iktisat politikalan-nın genel bir
değerlendirmesini yapmaya çalışabiliriz. Yalnız
hemen belirtelim ki bu, kronolojiyi adım-adım
izleyen bir değerlendirme olmayacaktır. Aksine,
daha çok, 75 yıllık çabalar neticesinde geldiğimiz
yerden bakarak durumu değerlendirmeye çalışacağız.
Değerlendirme kriterlerimiz standart modern iktisat
kitaplarında iktisat politikalarının temel amaçları
olarak kabul edilen hususlar olacaktır. Bunlar, ana
hatlanyla makul bir iktisadi büyüme hızı, tam
istihdam, ekonomik istikrar ve adil bir gelir
bölüşümü şeklinde özetlenebilir. Yalmz, şunu da
ilave edelim ki sözü geçen kriterlerle yapacağımız
değerlendirme, bu yazntn yapısı sebebiyle, daha çok
kalitatif bir genel değerlendirme niteliğinde
olacaktır.
Bu dönemde iktisadi büyüme açısından hatırı sayılır
bir gelişme sağlandığı söylenebilir. Milli gelir ile
ilgili göstergeler bunu destekler niteliktedir.
Ekonominin bir bütün olarak büyümesinin yanı sıra,
yapısında da adeta üç sektör teorisine uygun önemli
değişiklikler olmuştur. Yalnız, değerlendirmeyi
sadece sonuçlara bakarak yapmak yeterince anlamlı
değildir. Sonuçları, onları elde etmek için
katlanılan maliyetlerle birlikte düşünmek gerekir.
Bu uğurda harcanan kaynaklar ve zaman, uzun süre
hayli kapalı bir ekonomi içinde yaşamak sebebiyle
toplumun mal ve hizmetlerin fiyat ve kalitesi
cinsinden ve hayat kalitesiyle ilgili diğer
hususlar cinsinden katlandığı maliyetlerle birlikte
düşünüldüğünde ve hele bunlar aynı konularda daha
başarılı olabilmiş ülkelerin örneğiyle
karşılaştırdığında, Türkiye'nin ulaşabildiği
ekonomik performansın hayli mütevazı olduğu görülür.
Sözünü etmekte olduğumuz konu açısından Türkiye,
mevcut devletler listesinin ortalarında bir yerde
yer aldığından, tabii ki listenin daha alt
bölümlerinde yer alan ülkelerle de
karşılaştırılabilir ve göreli olarak çok daha olumlu
şeyler söylenebilir. Ancak tarihi tecrübesi, coğrafi
konumu, tabii ve beşeri kaynaklan göz önüne
alındığında, Türkiye'nin, listenin üst kısmında yer
alan ülkelerle karşılaştı-rılması daha gerçekçi
olur.
Türkiye'nin
ekonomik performansı tam istihdam, ekonomik istikrar
ve gelirin adil bölüşülmesi kriterleri açısından
değerlendirildiğinde hiç de iç açıcı nitelikte
değildir. 1960'lı yıllardan itibaren yurtdışı
istihdam imkanlan-nm artışının hafifletici etkisine
rağmen ülke nüfusunun neredeyse beşte-biri işsizlik
tehlikesiyle karşı-karşıyadır. Bu, son derece vahim
bir durumdur, zira işsizlik modern insanın başına
gelebilecek en büyük felakettir. Eğer durumu
hafifletici resmi veya gayri resmi mekanizmalar
devrede değilsç, işsiz insan için kıyamet kopmuş
demektir. ve eğer işsizlerin nüfus içindeki
oranı makul sınırlan aşmışsa ve uzun süre gerekli
önlemler de alınamazsa, benzer bir kıyameti ilgili
toplumlar için de beklemek gerekir. İşsizlik,
ekonomik olarak başlayan, ancak buna zamanla
eklemlenen psikolojik, sosyo-psikolojik, siyasi ve
sosyal unsurlarla gittikçe vahimleşen son derece
hassas ve çok yönlü bir problemdir. Onun için hiçbir
toplum, gerek insani sebeplerle gerekse güvenlik
sebepleriyle, böyle bir probleme lakayt kalamaz.
iktisadi istikrar açısından da Türkiye ekonomisinin
başarılı bir performans sergilediği söylenemez.
Göreli bir liberalizm ile daha bariz ve sürekli bir
devletçilik arasındaki gelgit hareketlerine daha
önce işaret etmiştik. Burada eklememiz gerekiyor ki
anılan gel-git hareketlerinin kendi içlerinde dahi
yeterli bir istikrar oluşamamıştır. Aslında
ekonomilerde sürekli istikrar diye bir şeyden söz
etmek mümkün değildir. Nitekim, hayli oturmuş
modern ekonomilerde bile iktisadi dalgalanmalar
olarak bilinen hareketler hep olagelmiştir. Onun
için burada dikkat çekilmek istenen şey, daha çok
adı geçen dalgalanmalar çerçevesinde makul ve
taşınabilir nitelikte görülen nisbi bir
istikrardır. Başka türlü ifade edilirse buna
fiyatlar genel seviyesinin istikrarı da denebilir.
Bu açıdanbakıldığında Türkiye ekonomisinin çok uzun
bir zamandan beri, ama özellikle 1970'le-rin
başlarından itibaren enflasyonist anlamda bir kronik
istikrarsızlık hali yaşadığı görülür. Bazen üç ama
çoğunlukla çift rakamlarda seyreden bu enflasyonist
ortam, işsizlikle, mukayese edilebilir vehamette bir
iktisadi felakettir, iktisadi, sosyal, kültürel,
psiko-sosyal, ahlaki ve hatta siyasi tahribatı
öncekinden daha az değildir. Özellikle kaçınılmaz
olarak yol açtığı belirsizlik ve güvensizlik
nedeniyle tahminde bulunmayı, hesap ve plan yapmayı
güçleştirmesi ve buradan giderek enflasyonun uzun
vadeli en önemli çaresi olan yatıranların
yapılmasını zorlaştırması gibi bir açmaza dikkat
çekmek yerinde olur.
Gelirin adil bir şekilde bölüşülmesi, toplumsal
düzeyde herkese maliyetler yükleyen bir süreç olan
iktisadi gelişmenin nimetlerinin, bu oyuna katılan
ve haklı gerekçeler nedeniyle katılamayanlar
arasında (en azından moral açıdan) tatminkar bir
şekilde dağıtılması anlamına gelir. Gelir
dağılımının bozuk olması, çok ciddi ve çok boyutlu
sosyal rahatsızlıkların kaynağı olabileceği gibi,
ekonomik motivasyonu azaltması sebebiyle bizzat
dağıtılabilecek hasılanın miktarı üzerinde de
olumsuz yönde etkili olabilir. Maalesef, gelir
bölüşümü adaletinin gerek dikey gerekse yatay
boyutu bakımından ekonomimizin basan notunun çok
yüksek olduğu söylenemez. Kısacası, iktisadi hayatta
sağlıklı bir nimet-külfet dengesi kurulamamıştır.
IV.
Sonuç Yerine
Görüldüğü gibi, Türkiye, ekonomik kalkınmasını
gerçekleştirmek yolunda hayli çaba sarf etmiş
olmasına rağmen ulaşılan nokta tatminkar olmaktan
uzaktır. Bu amaca tahsis edilen ekonomik
kaynakların kalitesi ve kantitesi değişik
değerlendirmelere konu olabilir ve olmuştur; ancak
yine de genel bir ifadeyle hatırı sayılır ölçüde
olduğuna şüphe yoktur. Neredeyse üç kuşağın, hayat
kalitesi cinsinden ödediği maliyetler de hayli
yüksektir. Diğer taraftan, kuşbakışı bir özetini
verdiğimiz iktisat politikalarının görünen
vitrininde de çok büyük bir eksiklik göze çarpmıyor.
Gerçi, çeşitli noktalardan bakarak, alternatif
iktisat politikası setleri konusunda farklı
değerlendirmeler yapılabilir. Fakat, bütün manüki
imkanlarıyla uygulanabildikleri takürde. her bir
alternatifin va-ad ettiği bir asgari başarı
seviyesinin olduğuna şüphe yoktur ve teorik olarak
aynı şey Türkiye'de uygulanan mütekabilleri için de
geçerlidir. Ancak pratikte, Türkiye'deki iktisat
politi-kalannın, onları tasarlayanların da
beklentilerinin altında bir basan sağladığı
söylenebilir. O halde bu iktisadi performans
düşüklüğünün nedenleri ne olabilir?
Yukarıdaki sorunun düzenleniş tarzının da ima ettiği
gibi problemin tek bir nedeni ve açıklaması olduğunu
düşünmüyoruz. Ancak biz burada daha çok, ihmal
edildiğini düşündüğümüz bir neden üzerinde
duracağız. Öyle görünüyor ki, Türkiye'nin ekonomik
kalkınma çabasının en önemli zaaflanndan biri, kendi
başına ve kendi haürına bir hedef olmaktan çok,
hayli geniş ve radikal bir modernizasyon projesinin
bir alt programı olarak ortaya konması ve
gerçekleştirilmeye çalışılmış olmasıdır. Böylece
hemen-hemen her modernizasyon hareketinin kaderi
olan ve belki de daha değişik bir bağlamda
karşılaşmayabileceği bir toplumsal direnişle
karşılaşmıştır. Halbuki iktisadi kalkınma çabaları
için, direnişle karşılaşmak bir yana, toplumun
olabildiği kadar büyük bir kesiminin desteğini
almak, başarı için hayati bir önem taşır. Başka
türlü ifade edilirse, toplumu iktisadi kalkınma
oyununa katılmaya ikna etmeden, yani, öyle ya da
böyle, gerekli kalkınma motivasyonunu sağlamadan
hedeflenen başanya ulaşmak zordur.
Tartışmakta'olduğumuz ekonomik kalkınma çabasının
da böyle bir handikapla karşılaştığı anlaşılıyor.
Batı Avrupalı toplumların geçirdikleri modernizasyon
tecrübeleri spontane, tedrici ve alttan gelen
hareketler halinde geliştikleri halde
azımsanamayacak bir toplumsal direnişle
karşılaşmışlardı. On sekizinci yüzyılın sonları ile
on dokuzuncu yüzyıl boyunca yaşanan alt-üst oluşlar
buna tanıklık eder. Yukarıdan gelen ve daha kısa bir
zamana sığdırılmaya çalışılan bir modernizasyon
hareketinin de benzer bir muhalefetle karşılaşması
anlaşılır bir husustur. Ayrıca, Türkiye'deki
modernizasyon hareketlerinin göreli olarak önemli
bir zaafı,
tarihteki süreklilik ve değişme dengesini yeterince
kollayamaması idi. Denebilir ki, değişme tarafı
aşırı bir şekilde zorlanmış ve sürekliliğin hatırı
yeterince kollanamamıştır. Halbuki tarih, bu ikisi
arasındaki hassas bir etkileşim dengesi üzerinde
yürüyüşünü sürdürür. Benzer bir zaaf, sosyal
realitelerin yeterince takdir edilmemesinde kendini
gösterir. Bunun zamanla daha belirginleşen bir
sonucu, resmi sektörde ve tavanda olup-bitenlerin
bir kısmında kendini bulamayan toplumun önemli bir
kısmının, kendisiyle devlet arasına bir mesafe
koyması ve bunu sürdürmesidir. Bu tür zaaflarla
malul hamleler nedeniyle Türkiye, daha problemsiz
bir değişme şansım önemli ölçüde zora sokmuştur,
denebilir. Bu genel tahlil, halen toplumla devlet
veya resmi sektörle sivil sektör arasında yaşanmaya
devam eden bazı problemlerin anlaşılmasında da
yardımcı olabilir.
Buraya kadar söylenenlerin iktisadi modernizasyon
alanına tercüme edilmesine yardımcı olabilmek için
iki örnek vereceğiz. Devletin, tarımı desteklemek
ve teşvik etmek için çeşitli yollar denediği
bilinir. Bu yollardan bir tanesi de, çoğu kere
negatife dönüşen, düşük oranlı faizlerle kredi temin
etmektir. Harika değil mi? Negatif faizle kim kredi
almak istemez? Ancak durum hiç de öyle değildir.
Çocukluğu köyde geçen ve hala irtibatı devam eden
birisi olarak gayet iyi biliyorum ki, en azından
benim yöremde, hem de şiddetle krediye ihtiyaçları
olduğu halde, uzun süre, hiçbir köylü kredi almak
cihetine gitmemiştir. Çünkü,
beğenilsin-beğenilmesin, doğru bulunsun ya da
bulunmasın, onlann inançlarına göre faiz haramdı ve
dünyalannı imar etmek için ahi-retlerini harab
etmeye gerek yoktu. Yine en azından benim yaşadığım
yöreyle sınırlı olarak diyebilirim ki, traktörün
tarıma girmesi, yani iktisadi kalkınma
politikalarının önemli bir hedefi olan tarımın
makineleşmesi, köylülerin kendi imkanlarıyla traktör
alabildiği zamana kadar gecikmiştir. Şimdi bu teşvik
aletinin hangi mantığa ve amaca hizmet ettiği
pekala sorulabilir. Neredeyse sıfır ve bazen
negatif faizle sağlanan ve yarısına kadar bir kısmı
geri dönmeyen bu kredileri, belki de ekonomik
maliyeti daha düşük olan faizsiz krediler şeklinde
sağlamak mümkünken, ısrarla gerçekte olmayan bir
faiz etiketi altında sunmanın, ülkenin hangi
ekonomik çıkarına hizmet ettiği açıklan-maya muhtaç
bir husustur. Bu olumsuz örneğe karşılık, yine aynı
yöreden olumlu bir örnek verilebilir. Biraz
yukarıda, köylülerin, ancak kendi ekonomik durumları
elverişli hale geldiği zaman traktör almaya
başladıkları ifade edilmişti. Yine kendi
gözlemlerime dayanarak diyebilirim ki, köylüleri
traktör alabilecek ekonomik duruma getiren
faktörlerin başında, benim çocukluk yıllarımdan
itibaren peyderpey yapılmaya başlanan köy yolları
geliyordu, ihtiyaçlarından fazla bile üretseler
pazara taşıyıp satma imkanları olmayan
köylülerimizin, üretimi arttırmaları için daha
önceleri makul bir sebep yoktu. Köy yollarının
yapımıyla bu engel ortadan kalktığından, önce mevcut
imkanlarıyla üretimlerini arttırmalannı, daha sonra
da elde ettikleri birikimlerle traktör ve üretim
arttırıcı diğer yollara yöneldiklerini görmek benim
için hayli öğretici bir deney olmuştur. Son bir
nokta, faizli krediye ihtiyaçları varken dahi
direnen köylüler, traktöre direnmek şöyle dursun,
onu mümkün olan ilk fırsatta alabilmek için
imkanlannı zorlamış, bunun yetmediği durumlarda ise
ortaklık yoluna gitmişlerdi.
Sözlerimizi şöyle bağlayalım: Günümüze kadar geçen
süre içinde gerek özel olarak ekonomik
modernizasyon, gerekse genel olarak modernleş(tir)me
denemeleri konusunda teorik planda ve uygulamada
daha önceleriyle mukayese edilemeyecek kadar
donanımlı hale gelmiş bulunuyoruz. Bu donanımı
kullanarak şimdiye kadarki tecrübelerimiz üzerinde
daha soğukkanlı bir şekilde düşünmek zamanı
gelmiştir.
|