Türkiye Ekonomisi Nasıl Düzelir?
Türkiye ve benzeri ülkeler, hem enflasyondan
kurtulmak, hem de hızlı büyüme k istiyorlar. Ancak,
imkanları çok daha geniş olan bazı zengin ekonomiler
dahi bu işi beceremediler. Enflasyonu yendiler ama
işsizliği azaltacak hızlı bir büyümeyi
gerçekleştiremediler. Onun için fazla telaşa
kapılmadan nelerin yapılabileceğini iyi düşünmek
lazım. Mesela bir gecede alınan şok kararlarla
ekonomiyi rayına sokmak mümkün müdür?
Şok tedavisinin belli sakıncaları var. En büyük
sakınca, alınan bazı kararların yanlış olması
ihtimalidir. O zaman ekonomi tam tepetaklak gider.
Çünkü, adı üstünde, yanlış tedaviden şoka gireni
yeniden kendine getirmek pek güçtür.
Diğer önemli sakınca, (hatta tehlike) , kararlar ve
ilaçlar doğru olsa bile hastanın bir türlü şoktan
çıkamaması ihtimalidir. Bunun, başta bazı Latin
Amerika Ülkeleri olmak üzere, dünyada birçok örneği
var.
Şu halde en iyisi, orta vadeli bir
istikrar programı hazırlayıp enflasyonu tedricen
frenlerken, ekonominin de büsbütün duraklamamasını
sağlamak. Ancak bunun için büyük sabır, inat ve
irade gerekir.
Tabii orta vadeli bir programda da hata yapma
ihtimali var ama hatadan zamanın kurtulma şansı daha
fazla. Aslında orta vade bir istikrar programının en
büyük güçlü: muhtemel hatalar değil, böyle bir
programın politikadaki dalgalanmaların etkisinde
kalır. dan yürütülebilmesidir.
Bu
tür bir programın başarısı için önerilen yöntemler
ilk bakışta çok basit. Mesela programın yürütüldüğü
süre içinde bütün ücret ve maaş zamları tercihen
enflasyonun bir miktar altında tutulacak. Devletin
öncelikli harcamaları frenleyerek açığı ağır ağır
daraltacak. Ve bu arada toplumun hiçbir kesimi: ödün
verilmeyecek.
Ayrıca, başarı için yalnızca iç politik istikrarın
yetmeyeceğini de algılamak lazım. Hükümetlerin elini
kolunu bağlayacak önemli sorunların da olmaması
şart.
Şu
halde şimdi Türkiye'de toplumu beklentilerini de
dikkate alarak gerçekçi davranıp şok tedbirler
yerine orta vadeli bir istikrar programı hazırlamak
lazım.
Ayrıca böyle bir programın hedeflerin de abartmasız
ve çok gerçekçi olması gerekiyor. Halk, ekonominin
başındaki dertlerin boyutlarını iyi bilmeli. Aksi
takdirde alınabilecek en ılımlı önlemlere dahi
direnme başlar. Başta iyimser rakamlar ve hedeflerle
yola koyulup sonra haksız çıkmaktansa önceden
doğruları söyleme gerekli güveni sağlamak çok daha
iyidir.
Bugünkü verimlilik ve tasarruf (sermaye birikimi)
seviyesiyle yıllık refah art yüzde 4-5'i geçmez.
Zaten yarım yüzyıllık ortalama da öyle.
Anlaşılıyor ki verimlilik ve tasarrufları
yükseltmeden refahı daha hızlı arttırmak mümkün
değil.
Geçmişte de sık sık tekrarlandığı gibi mümkün
olmayanı mümkün kılmak istendiğinde bol para basmak
ve yoğun borçlanmaktan başka çare kalmıyor. O zaman
da ya enflasyona veya döviz darboğazına giriliyor.
Çoğunlukla da her iki bela birlikte kapıyı çalıyor.
Şu
halde milletin önünde üç seçenek var. Bunlardan
birincisi, bugünkü verimlilik ve tasarruf
seviyesinin izin vereceği refah artışıyla yetinip
sık sık enflasyona ve döviz darboğazına girmemek.
Ama o zaman da kişi başına refahın bir çeyrek
artması için en az on yılın geçmesi lazım. Böyle
ağırdan alan bir refah artışına halk razı ise,
mesele yok. Ama, razı değiller.
Onun için de ekonomide istikrarı hesaben
sağlayabilecek böyle bir seçenek, bu kez toplumsal
ve siyasal istikrarı bozuyar.
İkinci seçeneğin, yani bol para basıp rastgele
borçlanarak hızlı kalkınma yolunun çare olmadığı da
geçmişteki tecrübelerle belli.
Tabii birinci seçenek de kabul edilse, tatmin edici
bir refah seviyesine eninde sonunda varılır ama çok
vakit kaybedilir. Üstelik bu vakit kaybı yalnızca
kanaatkarlıktan değil, sık sık içine düşülen
toplumsal ve siyasal çalkantılardan da kaynaklanır.
Geçmişte de hep öyle olmadı mı?
Şu
halde vakit kaybetmek istenmiyorsa, katlanılması
gereken sıkıntı ve özverileri herkese anlatmak
lazım. Yani kısacası halk, refahın daha hızlı
artmasını istiyorsa, daha çok tasarruf etmek ve
daha çok çalışıp verimliliğini yükseltmek zorunda
olduğunu mutlaka bilmelidir.
Eğer bu gerçekler halka açıkça anlatılmazsa ve halk
da durun1un ciddiyetini algılayıp başlangıçta
katlanması gereken sıkıntı ve özverileri göze
alamazsa, toplum ilk iki seçenek arasında sıkışıp
kalmış demektir. Gerisi lafi güzafdır.
Tabii bu iki seçenek arasında sıkışıp kalmanın da
sonu mutlaka felaket değil. Zaten neredeyse yarım
yüzyıldır toplum bu iki seçenek arasında ping-pong
topu gibi gidip geliyor ama batmıyor. Batmadığı gibi
az-çok ileri de yürüyor.
Ama mehter takımı yürüyüşüne benzeyen ve sık sık baş
ağrılarına neden olan bu gidiş de, son derece
dinamik olan Türk toplumuna doğrusu hiç yakışmıyor.
Yakışanı seçmekten başka çare yok.
Nüfusu hızla anan, bu nüfusun yarısına yakın kısmı
hala kırlarda yaşayan, sermaye birikimi ve altyapısı
yetersiz olan, enerji ihtiyacının önemli bir kısmını
ithal etmek zorunda kalan bir ülke, yalnızca doğal
toplumsal yapının kaldırabileceği mütevazi büyüme
hedefleri mi seçelim?
Tabii üçüncü bir seçenek de var; Acaba yapı
değiştirerek mevcut kaynaklarla bunalıma girmeden
daha hızlı büyümek mümkün değil midir?
Tabiidir ki mümkün. Ama bunun kararını vermek ve
hele uygulamaya koyup başarılı olmak, diğer
seçeneklerden çok daha zor.
Türkiye'nin şimdiki siyasal ve toplumsal örgüsüne
bakıldığında, gerekli yapı değişikliğinin
nitelikleri ve boyutlarını tespit etmenin de, tespit
edilen değişiklik önerilerini siyasal karar haline
getirmenin de, bu kararları uygulamaya koymanın da
pek kolay olmadığı hemen anlaşılır.
Yapı değişikliği, önce bir zihniyet meselesi. Açık,
saydam, dürüst, hoşgörülü, adil bir toplumu pek
fazla özlemeyen bir zihniyetle olumlu yönde
işleyecek bir yapı değişikliği gerçekleştirilemez
Onun için yapı değişikliği yapay olarak tepeden inme
kararlarla da oluşturulamaz. Önce halkın ve halk
içinden gelen politikacıların, yapı değişikliğinin
zorunluluğuna inanması lazım.
Kaynak: Prof. Dr. Erdoğan Alkin - İstanbul
Üniversitesi.
|