Türkiye'nin ve
Ekonomisinin Temel Sorunları
Türkiye ekonomisi iç ve dış dinamiklerin güçlü
etkisi ile ciddi bir yeniden yapılanma süreci
yaşamaktadır. Bu süreç küreselleşen dünya koşulları
içinde, ulus-devlet ilke ve oluşumlarını çok
derinden etkilerken, ekonomiyi ve ülkeyi yeniden
yapılanma koşulları ile karşı karşıya
getirmektedir.
Türkiye'nin iç dinamikleri, bir yandan sanayi ve
Üretim altyapılarının teknolojiye yönelik yeniden
yapılanmak üzere yoğun sermaye birikimi gereksinimi,
diğer yandan da sosyal patlama eşiğine gelmiş olan
toplumda gelir dağılımı sorunu baskıları altında
fevkalade gerilimli bir ortamda gelişmektedir.
İthal ikameci ve korumacı dönemlerin olumsuz mirası
olarak günümüze devretmiş olan ekonomik altyapı,
verimsiz ve, büyük bölümü itibariyle, Batı'nın terk
etmiş olduğu ikinci sınıf sanayi yapılarından
oluşmaktadır. Böyle bir yapılanma iç ve dış talebi
güçlü bir biçimde karşılayamadığı gibi, uluslararası
alanda rekabet edebilmek için kamu kesimine ve emek
gücüne dayanmak zorunda kalmıştır.
1980 uygulamaları ile belirgin bir biçimde
şekillenmiş olan, özel kesimi destekleme yönelik
çeşitli vergi ve harcama politikaları yandan emeği
çökertirken, zamanla kamu simini de borç batağına
sürüklemiştir. Ancak o dönemlerin tüm toplumsal
maliyetlerine karşın, özel kesim alanındaki sermaye
birikiminde fazla olumlu bir kıpırdanma görülmediği
gibi, teknoloji hamlesinde de önemli bir gelir
kaydedilmemiştir.
1980'ler yatırımlar ve teknolojik açılarından fazla
başarılı olmamakla beraber tüketim artışı ve ithalat
açılarından oldu yüksek tempoda gelişti. Böylece,
1980'le sonlarında sıcak para operasyonuna yol a
döviz darboğazının niteliği, 1970'lerin sonundaki
"bir cent'e muhtaç" konumdaki darboğazdan farklı
olarak ortaya çıktı.
1970'lerin sonundaki darboğazı, ikameci
politikaların biraz plansız, biraz da kaçınılmaz
sonucu olarak ortaya çıktığı ha 1980'lerin ikinci
yarısındaki döviz darboğazı dünya finans piyasasına
entegre olan bir ekonominin krizi biçiminde gelişti.
Ne var ki finansal ve tüketim serbestleştirilmesinin
yardığı döviz darboğazını, kendi dinamikleri için
yani finansal operasyonlarla bastırmak içerki
siyasilerin opportünitesine olduğu kadar dış
güçlerin de çıkarlarına uygun geldi. Böylece sıcak
para tatlı rüyası tüm hızı ile devam etti.
Sıcak paranın hikayesi de yarattığı sonuçlar da tüm
çevrelerce biliniyor. Hızla kanlık yapan sıcak para
operasyonu, ülkeye döviz kazandırma görüntüsü
altında, asıl ciddi kaynak kaybına yol açarken,
aynı kendisine gerekli yeniden Üretim alanının da
genişleyen bir hızda yaratıyordu.
Sıcak para operasyonu Üç nokta ekonomi Üzerinde
olumsuz etki yaptı. Bunlardan birincisinde, hızla
döviz kaybına uğrama ekonomide, iç aktarım
mekanizmaları yolu toplumun bir kesiminin
yoksullaşmasına yol açtı. İkinci olumsuz etki, faiz
yükü ile bütçenin reel harcama kapasitesinin
kısıtlaması biçiminde gerçekleşti. üçüncü etki ise,
sermaye in üretici Alandan finansal alana kayması
biçimde ortaya çıktı. Bu etki ile, hem iç Üretim
potansiyeli kısılmış hem de ihracat gereği
biçiminde geliştirilememiş oldu. Sıcak para
operasyonunun döviz kurunu yapay olarak düşük
tutarak ihracatı gerilettiği sıkça söylenen
olumsuzluklardan biridir.
Türkiye'nin iç dinamikleri bu olumsuz gelişmelere
neden olurken, dış dinamiklerin Türkiye Üzerindeki
baskıları karşısında Türkiye'nin direnme gücü
zayıflıyordu. Yeni Dünya Düzeni üç merkezli
kapitalist alemde çatışmaları yoğunlaştırırken, ABD
ile Avrupa Birliği Ülkeleri arasındaki güç
çatışmasında Türkiye'yi de odağa taşıdı. A.B.D.'nin
Ortadoğu politikaları bakımından İsrail'in yanında
Türkiye etkili ve aktif bir role doğru itilirken,
Avrupa Birliği ülkelerinin aynı bölgedeki
politikaları ile A.B.D. ciddi güç çatışması içine
girmiş oldu. Siyasal ve ekonomik politikalar
açılarından farklı amaçlarla Türkiye'ye yaklaşan bu
iki güç merkezinin Türkiye'ye biçtiği rol de doğal
olarak farklıdır. Şu anda mücadeleyi önde götüren
A.B.D.'nin, IMF ve Dünya Bankası ile birleşen güçlü
etki alanı içinde seyreden Türkiye, gerek Balkanlar
da gerekse Ortadoğu ve Kafkaslar'da oldukça önemli
bir rol üstlenmiş durumdadır.
Ekonomik açıdan iç dengesizliği yanında belirli bir
güce ulaşmış olan Türkiye'nin, Türki Cumhuriyetler
ağırlıklı olmak üzere dışa doğru açılması, askeri
açıdan önemli konuları da gündeme getirmektedir.
Kısaca ifade etmek gerekirse, Ortadoğu'nun en güçlü
ordusuna sahip olan Türkiye, ekonomisini dışa
taşıdığı sürece ve iç sorunları derinleştiği
derecede tehlikeli bir maceraya sürükleniyor
olabilir. Üstelik böylesi bir macera farklı
açılardan A.B.D.'nin de Avrupa Birliği ülkelerinin
de amaç fonksiyonları içinde yer alıyor olabilir.
Türkiye Ortadoğu'da ve Balkanlar'da etkili oluyor
görüntüsü sonucunda iç ve dış dinamiklerle
sürüklenmemesi için, öncelikle iç dinamiklerin
sağlıklı bir dengeye kavuşturulması kaçınılmazdır.
İç dengelerin aşırı bozulması Türkiye'nin dış
taleplere karşı direncini kırabileceği gibi, iç
sorunların dışarıya taşınmasını da güçlendirebilir.
İç
dengelerin kurulmasında önemli olan sermaye birikimi
ve gerçekleştirilen Üretimin paylaşımıdır. Birikim
için iki kaynak söz konusudur. Bunlardan birincisi,
iç tasarrufların yükseltilmesi, ikincisi ise, dış
tasarruflara yönelmektir. Türkiye anlamlı bir atılım
yapacak ve teknolojiyi yakalayacak ise,
tasarruflarını bugünkünün iki katına çıkarmak
zorundadır. Yoğun emek baskısı altında geçici
siyasal çözüm niteliğindeki emek-yoğun üretim
teknikleri Türkiye'ye bir şey kazandırmayacağı gibi,
tam tersine, zaman kaybı anlamına gelmektedir.
Birikim sadece maddi sermaye alanında değil, beşeri
sermaye alanında da gerçekleştirilmelidir. Ortaçağ
tartışmalarından kurtulup, ciddi ve ileri düzeyde
eğitim amaçlanmalıdır.
İkinci tasarruf kaynağı ise, dış alemdir. Dış
tasarruflar, doğal olarak, çok dikkatle kullanılması
gereken bir kaynaktır. Türkiye'ye teknoloji
getirebilecek ve bu yönü ile ekonomiye önemli değer
bırakabilecek yatırımlara doğru ve seçici olarak
yönelinmelidir.
Günümüzün ekonomi koşulları ise söz konusu seçicilik
alanının çalışmasına olanak sağlamamaktadır. Çok
taraflı Yatırım Anlaşması (ÇTYA) ya da İngilizce
ifadelerin baş harfleri ile bilinen Mali hükümleri
yabancı yatırımlardan ciddi yarar sağlamada önemli
bir engeldir. Bunun nedeni, ÇTYA da yabancı
sermayenin gittiği ülkeye teknoloji götürmeye, o
ülkenin ihracatına katkıda bulunmaya zorunlu
olmadığı yönünde hükümlerin bulunmasıdır. Bunun da
ötesinde, aynı Anlaşma metnine yabancı sermayenin
gittiği ülkeden hammadde almaya ya da eleman
istihdam etmeye zorlanamayacağı yönünde hükümler
koyulmaktadır. Diğer bir deyişle, çevresel konumlu
ekonomilerin, eskiden olduğu gibi, gelişmiş ülke
sermayeleri arasında rekabet yaratarak avantaj
sağlaması yolları tıkanmaktadır. "En fazla Tercihli
Ülke ilkesi" çerçevesinde, bir Ülkeye gelen yabancı
sermayenin tümü aynı avantajlardan
yararlanabilecektir. Hatta, gelen yabancı sermaye o
Ülke sermayesine tanınan özel avantajlara da sahip
olabilecektir. Bu uygulama da "Milli İşlem ilkesi"
çerçevesinde gerçekleştirilmektedir.
Görülüyor ki, Yeni Dünya Düzeni ve küreselleşme
koşulları altında yabancı tasarruf olanakları da
geçmişe göre nitelik değiştirmekte ve giderek, güçlü
sermayenin zayıf sermayeyi yutar bir nitelik kazanma
görüntüsüne bürünmektedir. Eğer bu tahlil geçerli
ise, iç kaynaklara ağırlık vermek toplumsal çıkarlar
açısından daha avantajlı görülür.
Toplumsal kaynaklara ağırlık vermenin
ekonomi-politik koşulu, toplumsal kaynakların ulusal
çıkarlar doğrultusunda yönetilebilir olmasıdır. Bu
koşul ise, siyasal kararlarda sermaye hakimiyetinin
kırılması ile olasıdır. Ekonominin ve Türkiye'nin
önündeki ciddi sorun, tam da bu noktada
düğümlenmektedir. Üretim araçlarının ve ekonomik
gücün sınırlı ellerde toplanması, siyasal, erki de
ekonomik gücün emrine vererek, kaynakların
kullanımında sermaye çıkarlarının her koşulda
toplumsal çıkarın önüne geçirilmesine neden
olmaktadır.
Toplumsal kaynaklar sınırlı kişilerin elinde
toplandıkça ve böylece bunların toplumsal yarar
doğrultusunda kullanımı zayıfladıkça, ortaya çıkan
sosyal sorunları bastırabilmek ve bu durumu
meşrulaştırabilmek için ciddi ideolojik aygıtlar
kullanılmaktadır. Bunları başlıca üç başlık altında
inceleyebiliriz.
Varolan
sermaye mülkiyet biçimini sorgulatmadan, bunu
kutsal bir yere yerleştirmeye çalışan ve böylece
toplumu denetlemeyi amaçlayan birinci akım, çok
derin köklerden uzanan, bireylerin kutsal duygu ve
inançlarını sömüren "dincilik" akımlarıdır. Akli
bilimleri red düzeyine ulaşan ve nakli kaynakları
ilgili ilgisiz tüm alanlarda kendi çıkarları
doğrultusunda genişletip kullanmaya kalkan dinci
kısım, çeşitli sosyal ve siyasal örgütlenmeler için
de topluma hakim olmaya çalışmaktadır.
Bu
bağlamda ikinci tehlike ırkçılık esasına dayanan
şöven akımlardır. İnsanları sır bilinci yerine,
kabilelerde geçerli olan ırkçılık esasına göre
yönlendirmeye çalışan akımlar içeride yoz bir
kapitalizm ve sömürü düzenine çanak tutarken,
sloganlarının tam tersine, ülkenin dış ekonomik
güçler tarafından sömürülmesini
algılayamamaktadırlar. Zira, şu kadarını
düşünemiyorlar ki, dış sömürüye kar çıkmak için iç
sömürüyü de sorgulamak gereklidir. Böyle bir
sorgulama söz konusu şöven ırkçı kesimin işine
gelmediği gibi, bu kesin verilen görev de bunun tam
tersidir, yani konuyu gizlemek ve sorgulatmamaktır.
Sistemin önündeki üçüncü tehlike ise ilk ikisinde
daha rafine ve entellektüel bir görüntü sergileyen,
demokrasiyi sadece bir üst yapı kurumu olarak görüp,
topluma yansıtan çıkar gruplarıdır. Yeni Dünya
Düzeni'nin "bireyselci" düşünce akımı ile kişilik
geliştirme; çalışan ve toplumun gözünü kapatan bu
kısım, sistemden beslendiği sürece bu faaliyeti
sürdürürken, ekonomik sorunları perdelemekte ve
çözümleri ertelemektedir.
Bu
üç tehlikeli akım da, dış ve iç çevrelerce
korunduğundan dolayı, amaçlarına hizmet etmede
başarılıdırlar. Ne var ki, bunlar başarılı olması;
toplumun önünün tıkanma, dış ve iç güçlere teslim
olması ve giderek yoksullaşması anlamına
gelmektedir. İşin daha tehlikeli boyutu şudur
ki, bu üç akım da, farklı derece ve düzeylerde olmak
üzere, devle ait ve özel eğitim kurumlarına el atmış
ve buralarda ciddi biçimde örgütlenmişlerdir.
Toplumsal kanserleşmeden kurtulmadıkça, aydınlık bir
geleceği ummak da güçleşmektedir.
Kaynak: Prof. Dr. İzzettin Önder – İstanbul
Üniversitesi
|