Türkiye'de Gelir Dağılımı
İkinci Dünya Savaşından sonra uygulanan iktisat
politikalarına damgasını vurmuş olan büyük
iktisatçı Keynes, 1936 yılında yayımlanan ve
iktisat biliminde devrim yaratmış olan kitabının
hemen ikinci sayfasında önemli bir mektuptan söz
etmektedir. Bu mektup geçen yüzyılın başlarında
çağın önemli düşünürü Ricardo tarafından pek
tanınmış kötümser nüfus kanunu yazarı Malthus'a
gönderilmiş olup 9 Ekim 1920 tarihini taşımaktadır.
Mektubun bir yerinde Ricardo özet olarak şöyle
demektedir: "Size göre iktisat bilimi ulusal refahın
artış nedenlerini araştırmaktadır. Bana göre ise
bilim, bu refah artışının üretime katılanlar
arasında nasıl paylaşıldığını araştırmalıdır. Gün
geçtikçe birinci tanımın boş ve aldatıcı olduğuna,
ikincinin ise bilimin gerçek amacını yansıttığına
daha çok inanmaktayım".
Bu
cümleler belli bir insancıllığı veya politik görüşü
yansıtmaktan çok mekanik bir endişeyi dile
getirmekteydi: Ulusal refahın artışında, bu refahın
Üretime katılanlar arasında dağılımı en önemli role
sahiptir; bu dağılım uygun değilse ulusal refah
artışı da olanaksız hale gelir.
O
dönemin koşullarında hızla artan nüfusu doyurma
çabaları sonunda toprak sahiplerinin adeta
oturdukları yerde milli gelirden aslan payını alıp
yatırımları yapacak girişimcileri giderek nasipsiz
bırakmaları Ricardo'yu ekonominin geleceği hakkında
karamsar kılmıştı. Aradan 115 yıl geçtikten sonra
büyük dünya bunalımının etkisinde kalan Keynes, aynı
soruna başka bir noktadan yaklaşıyor ve işçi
Ücretlerindeki azalmanın istihdamı arttırmayıp
tersine talebi daraltarak girişimcileri Üretim ve
yatırıma, dolayısıyla fazladan işçi çalıştırmaktan
alıkoyabileceğine dikkati çekiyordu.
Daha sonraları 40 yıl süreyle bu iki görüş adeta
birarada iktisat politikalarına yansıdı: ulusal
üretimin ve yatırımların, sonuç olarak da istihdamın
genişlemesi, üretilenlerin talep edilip satılmasına
bağlıdır. Şu halde kıt olan kaynakların izin
vereceği son noktaya kadar üretimi arttırabilmek
için talebi canlı tutacak her çareye
başvurulmalıdır. Gelir dağılımını düzeltmek de bu
çareler arasında sayılabilir.
Ancak, gelişmekte olan ülkelerde gelir dağılımının
düzeltilmesi, zaten kıt olan sermayenin birikiminde
duraklamalar yaratıp üretimi sınırlarken talebi
alabildiğine uyarıp enflasyona neden
olabileceğinden akılcı bir politika olarak
görülmemiştir. Karşıt görüşler ise zengin
ülkelerde çeşitli gelir gruplarına ait harcama
eğilimlerinin gelişmekte olan ülkeler için geçerli
olmayacağını, bu nedenle düşük gelirlilere
aktarılacak olanakların tasarrufları ve dolayısıyla
sermaye birikimini yavaşlatmayacağını ve talebi
aşırı uyarmıyacağını, ayrıca çok önemli siyasal ve
toplumsal yararlar sağlayacağını savunmuşlardır.
Gelir dağılımı konusu daha uzun yıllar gündemde
kalacak. Bizden çok daha zengin ve gelir dağılımı
hayli düzgün ülkelerde de durum böyle. Çünkü artan
nimetin hakça dağılımı, halkı en fazla ilgilendiren
konu.
Gelir dağılımı konusunu tartışmak için önce
"tanımlama" ile ilgili bazı soruları yanıtlamak
gerekir. Aksi takdirde yanlış noktalardan hareket
edip yine yanlış sonuçlara varma ihtimali artar.
Gerçek teoride, gerek alan
araştırmalarında iki tür gelir dağılımı analizine
dayanılır. Bunlardan birincisi ve daha yaygın
biçimde kullanılanı, gelirin hane halkı arasında
dağılışıdır. Daha basit bir deyişle, milli gelirin
en düşük gelirlerden en ,yüksek gelirlere doğru,
aile grupları arasında nasıl (ne oranda) dağıldığı
tartışılır ve araştırılır.
Diğer analiz ise milli gelirin kabaca emek ve
sermaye sahipleri arasındaki dağılımını ele alır. Bu
analizde "sermaye" kavramı genişletilerek, emek
geliri dışındaki bütün gelirleri de kapsayacak
biçimde ele alınabilir.
İlk analiz "bireysel gelir dağılımı", ikincisi ise
"faktör payları" olarak anılır. Ayrıca son yıllarda
"fakirlik çizgisi" adı altında, her ülkenin kendi
koşullarına göre değişen bir "en az geçim" düzeyi
tespit edilip bu düzeyin altında kalan ailelerle
ilgili araştırmalar da ağırlık kazanmakta dır.Bunlar
dışında, değişik gelir dağılımı tanımları 'yapmak ve
bu tanımlara dayanan rakamlardan sonuç çıkarmaya
çalışmak son derece yanıltıcı olur. Mesela gelirin
üretim sektörlerine göre dağılımı veya kır - kent
arasında paylaşımı biçiminde bir gelir dağılımı
analizi hem teorik hem de pratik açıdan doğru bir
yaklaşım olamaz.
Türkiye gibi hanehalkı gelirleriyle ilgili
bilgilerin çok zor derlenebildiği ve emekçilerin
toplam çalışabilir nüfusa göre nisbeten sınırlı bir
grup oluşturduğu ülkelerde bireysel veya faktörler
arası gelir dağılımını tespit son derece güç
olduğundan, rakamları hazır ve dolayısıyla
tartışılması kolay ama analitik anlamı karmaşık
gelir dağılımı tanımlarına dayanmak hayli yaygındır.
Ancak yinelemek gerekirse bu analizlerden, gelir
dağılımının gerçek durumu hakkında sonuç çıkarmak
mümkün değildir.
Oysa özellikle gelir dağılımı bozukluğu bir takım
sosyal ve sonuçta siyasal sorunlara yol
açabileceğinden, öncelikle ve olabildiği kadar doğru
biçip de, gelirin hanehalkı arasındaki dağılımını ve
bu dağılımın zaman içindeki seyrini tespit bir
zorunluluktur.
Türkiye'de bu konuda yapılan sınırlı sayıdaki
araştırma, gelir dağılımı hakkında ne statik, ne de
dinamik anlamda kesin bulguları ortaya koyamamıştır.
Araştırmaları yöneten, sonuçları analiz eden kişi ve
kurumlardan (ki hepsine sabırları ve üstün
gayretleri için teşekkür borçluyuz) değil, veri
toplama güçlüğünden kaynaklanan bu durumun, Devlet
İstatistik Enstitüsü tarafından yürütülen. son
çalışmaların bulguları kamuoyuna sunuldukça olumlu
yönde değişeceği muhakkakdır.
Ancak hiç ayrıntıya girmeden şu anda Türkiye'de
gelir dağılımının bozuk olduğu, yüksek enflasyon
devam ettikçe daha da bozulacağı ileri sürülebilir.
Bunun diğer anlamı da zaman içinde geriye doğru bir
yargıda bulunarak, enflasyonun hep yüksek gittiği
son yirmi yıl içinde gelir dağılımının sürekli
bozulduğu söy1enebilir.
Burada akla hemen önemli bir soru gelmektedir: Gelir
dağılımı bu kadar uzun bir süre bozulma eğiliminde
olduğu halde neden beklenen toplumsal krizler bir
türlü gerçekleşmemiştir?
Bunun iki nedeni olabilir: Birincisi, gelir dağılımı
bazı gruplar aleyhine nisbi anlamda bozulurken, aynı
grupların mutlak (reel) gelirlerinde aynı ölçüde
bir bozulma olmamıştır. İkinci neden, gelir
dağılımının hem nisbi hem de mutlak anlamda
aleyhlerine değiştiği grupların (örneğin
işsizlerin) hem toplumsal, hem de siyasal anlamda
örgütlenme ve seslerini duyurma gücünün bulunmaması
olabilir.
Ancak her iki ihtimal de, gelir dağılımı
bozukluğunun toplum ve siyaset üzerinde baskılar
yaratmasını. şimdilik engellese dahi, gelecekde aynı
durumun devam etmesi mümkün değildir. Onun için
siyasal partilerin, sendikaların ve devletin gelir
dağılımındaki bozulmayı önce durdurmak, sonra da
olumlu yönde değiştirmek için hangi politikaların
uygulanması gerektiğini tasarlamaları gerekmektedir.
Ayrıca bu politikaların ülke gerçeklerine ve
imkanlarına uygun olması da şarttır.
Bu uzun girişten sonra Türkiye'de gelir
dağılımı ile ilgili bazı pratik sorunları ve
soruları yeniden tartışmaya çalışalım.
Türkiye’de gelir dağılımının son yıllarda
nasıl değiştiğini gösteren istatistikler şimdilik
mevcut değil. Sadece enflasyona göre gelirini
ayarlamayan ailelerin güç durumda oldukları
söylenebilir. Ancak bunların da toplam nüfus
içindeki ağırlığı hakkında en ufak bir bilgi yok.
Oysa gelir dağılımını düzeltmek için önce
adaletsizliğin derecesini ve nereden kaynaklandığını
tespit etmek gerek. Yalnızca ücret ve maaşların
enflasyona ayak uyduramadığını, tarım kesiminin
milli gelirden aldığı,ayın giderek küçüldüğünü
söyleyerek gelir dağılımına doğru teşhis
konulamaz..
Bir kere tarım için verilen rakamlar, kırsal
kesimde çalışanların milli gelirden aldığıpayı
değil, bu kesimin toplam hasılaya oran olarak
katkısını gösteriyor. etkisi birbirinden çok farklı
şeyler. Arada bağlantı kurabilmek için Türkiye'de
şimdilik mevcut olmayan daha birçok ayrıntılı
bilgiye ihtiyaç var.
Öte yandan çeşitli kuruluşlar ücretler hakkında öyle
farklı rakamlar yayınlıyorlar ki hangisinin doğru
olduğuna karar vermek kolay değil. Kaldı ki ücret ve
maaşlar gerçekten enflasyonun gerisinde kalmış olsa
bile, sadece bu bilgiye dayanarak gelir dağılımı
hakkında kesin bir yargı yürütülemez.
Çünkü sosyal sınıfların kesin çizgilerle birbirinden
ayrılmadığı toplumlarda gelirin emek ve sermaye
arasındaki paylaşım bozukluğu ile aileler
arasındaki dağılım adaletsizliği genellikle Üst üste
çakışmaz.
Türkiye'de yaklaşık 2 milyon emekçi ailesinin
kentlerde yerleşmiş olduğu tahmin ediliyor. Bu rakam
kentlerdeki toplam 6 milyon ailenin yalnızca Üçte
birini oluşturmakta.
Hal böyle ise, gelirin aileler arasındaki
dağılımında, emek ile sermaye arasında bölünüşünden
çok daha büyük adaletsizlikler olabilir. Aksi gibi
kentlerde yaşayan emekçiler dışındaki diğer 4 milyon
ailenin gelir durumu hiç bilinmiyor.
Bunların 1 milyonu varlıklı aileler olsun. Yine de
geriye 3 milyon aile kalıyor. Bu 3 milyon ailenin
gelir durumunu bilmeden, yalnızca ücret ve maaşlara
bakarak toplumdaki gelir dağılımı bozukluklarını
tedavi etmek mümkün mü?
Denebilir ki, bu 3 milyon ailenin durumu
emekçilerinkinden de kötü olacak değil ya. Ne malum?
Aralarında esnaf, sanatkar, seyyar satıcı,
işportacı, pazarcı aileleri de var. Bunların durumu
emekçilerden daha iyi olabilir. Ama bu ailelerin de
sayısı bilinmiyor.
Ayrıca sigortalı - sendikalı emekçiler dışındaki
işçilerin sayısı hakkında da herhangi bir bilgi yok.
Şehirlerde sigortasız - kayıtsız düşük ücretlerle
çalışanların sayısı büyük rakamlara ulaşmış
olabilir.
Üstelik kentlerde 2 milyon da işsiz
var. Sadece ücret ve maaşlara enflasyonun üstünde
zam yaparak bunların durumu nasıl düzeltilecek?
Tarım kesiminde sigortasız - sendikasız çalışan
emekçilerin durumu ne olacak?
Anlaşılıyor ki işin kolayına kaçıp gelişi güzel bir ücret -
maaş politikasıyla, gelirin ne aileler arasındaki
dağılışını, ne de emekle sermaye arasındaki
bölünüşünü düzeltmek mümkün. Üstelik işsizleri ve
sigortasız – sendikası işçi ve emekçileri daha da
kötü duruma sokma ihtimali var.
Kaynak: Prof. Dr. Erdoğan Alkin – İstanbul Üniversitesi
|