|
Türkiye'nin IMF ve Dünya Bankası İle İlişkileri Üzerine
Bir Değerlendirme
Bu
ilişkilerin değerlendirilmesinde öncelikle bazı nitelik
sorunları üzerinde durmakta yarar vardır.
Üzerinde durulması gereken ilk
sorun bu kuruluşlarda Türkiye'yi hangi kurumun temsil etmesi
gerektiği sorunudur. Zira, Türkiye' de zaman zaman bu
kuruluşlarda ülkeyi Hazine yerine başka bazı kurumların temsil
etmesi sorunu gündeme gelmektedir. Konuya ilk olarak yasal
açıdan yaklaşmak geneklidir. Her şeyden önce bu kuruluşların
anasözleşmelerinde üye ülkeleri öncelikle Hazine'lerinin temsil
edeceğine ilişkin hükümler bulunmaktadır. Türkiye, bu
anasözleşmeleri TBMM' den geçirmek suretiyle birer yasal
uluslararası anlaşma haline getirmiştir. O halde yasalolarak
Hazine'ye verilmiş olan bu görevin bir başka kuruma verilmesi
şeklindeki tartışmaların altında başka nedenler aramak gerektir.
Bu çerçevede soruna yaklaşıldığında, Hazine'nin bu kuruluşlarla
ülke ilişkilerini başarıyla kurup kuramadığını değerlendirmek
zorunluluğu ortaya çıkmaktadır. Bu açıdan da konuya
yaklaşıldığında, Hazine'nin yıllardır yürüttüğü temsilin ve
Türkiye'ye bu kuruluşlar kanalıyla sağladığı imkanların oldukça
yüksek düzeyde ve başarılı olduğu ortaya çıkmaktadır. Daha önce
de üzerinde durduğumuz bir sorunu burada bu açıdan yeniden
vurgulamak yararlı olacaktır. Türk toplumu, en önemli
kurumlarından biri olan Hazine'si üzerindeki tartışmaları bir
kenara bırakmak zorundadır.
1980 sonrası söz konusu
ilişkileri değerlendirmek açısından uygun bir dönemdir. 1980'1i
yıllarda Türkiye, bir yandan mevcut dış borçlarını, ağır dış
borç servisini rahatlatabilmek için ertelerken, bir yandan da
IMF ile stand-by düzenlemeleri çerçevesinde ekonomik istikrar
önlemleri uygulamaya yönelmiştir. Bu yöneliş hem IMF'nin çeşitli
mali imkanları hem de Dünya Bankası'nın kredileri ile geniş
ölçüde desteklenmiştir. Türkiye uyguladığı makroekonomik
politikalarla, 1985, 1986 ve hatta 1987 yıllarında bu iki
kuruluş tarafından örnek ülke olarak ilan edilmiştir. Uygulanan
politikalardan elde edilen sonuçlar çerçevesinde, Türkiye 1985
yılından başlayarak IMF ile yaklaşık 1O yıl stand-by
düzenlemesine girmemiş ve kendi programını uygulamaya
başlamıştır. 1988 yılına kadar zayıflayarak süren, fakat hala
belli bir disipline sahip olan, makroekonomik politikalar bu
yıldan başlayarak terkedilmeye ve ekonomik - önlemlerin yerini
siyasal yaklaşımlar almaya başlamıştır. Bu gelişmeye karşı
Dünya Bankası'nın tepkisi ise geniş ölçüde ekonomik istikrara
ya da uygun makroekonomik politikaların sürdürülmesine dayanan
uyum kredilerini önce azaltmak daha sonra da tamamen kesmek
şeklinde olmuştur. Böylece Türkiye kullanımı nisbeten kolayolan
Dünya Bankası uyum kredilerinden uzaklaşmaya ve bunların yerine
daha kısa vadeli ve daha pahalı piyasa borçlanmalarını ikame
etmeye yönelmiştir. Bu gelişmede Hazine'nin başarısızlığı değil
daha çok siyasal kadroların tercihleri etkin olmuştur. Nitekim
bu gelişmeyi gören Hazine, dış borç servisini aksatmadan
sürdürebilmek ve dolayısıyla ülkenin kredibilitesini sarsmamak
için yeni piyasalar ve yeni teknikleri deneyerek, diğer
borçlanmaları, uyum kredilerinin yerine ikame etmiştir. Buna
karşın giderek zayıflayan iç denge, 1994 yılında dış dengenin
bozulması ve sonuçta döviz darboğazı ile tekrar karşılaşma
sorununu gündeme getirince, Türkiye, IMF ile yaklaşık 10 yıllık
aradan sonra yine stand by düzenlemesi içine girmiştir. Şunu
söylemek mümkündür; Türkiye'de ekonomik istikrarın gerekliliğne
inanan ve bu yolda makroekonomik politikalar uygulanmasını
isteyen bir siyasal iradenin varlığı halinde, Türk Hazine'si bu
iki kuruluşla ilişkileri en üst düzeyde tutmakta hiç bir
zorlanmayla karşı karşıya değıdir. Böyle bir siyasal iradenin
bulunmaması halinde ise Hazine'nin yerine hangi kurum konursa
konulsun durum değşmeyecek ve hatta o yeni kurumda, Hazine'de
mevcut bilgi birikimi ve deneyim de olmayacağı için, bu iki
kuruluşla ilişkiler muhtemelen daha da kötüye gidecektir.
Bu noktada
kamu oyunda, özellikle IMF konusunda mevcut bazı yanlış
değerlendirmeler üzerinde durmakta yarar bulunmaktadır. Kamu
oyunda IMF'nin Hazine'den çok daha fazla gizemli bir kuruluş
olarak algılandığı açıktır. Bu nedenle yıllık konsültasyon için
Türkiye'ye gelen IMF uzmanlarının siyasal iktidara baskı
yapacağı, ülkenin aleyhine olan bazı politikaları zorla
uygulamaya koyduracağı şeklinde yorumlar yapılmaktadır. Bu tür
yaklaşımlarda siyasal iktidarların ülkeyi bir daha stand-by
düzenlemeleri ile IMF'nin programlarına terketmeyecekleri
şeklindeki açıklamaları da etkili olmaktadır. Önsözde
değindiğmiz gibi Hazine'nin gizemliliği biraz da bu kuruluşla
Türkiye adına ilişkilerden sorumlu olmasından kaynaklanmaktadır.
Oysa IMF, 181 ülkenin üye olduğu uluslararası bir kuruluştur.
IMF'nin temel amacı, üye ülkelerin düşecekleri ödemeler dengesi
kaynaklı ekonomik dengesizliklerden çıkabilmeleri için
hazırlayacakları ekonomik istikrar programlarına hem dünya
uygulamalarının boyutunu katarak, bir başka deyişle danışmanlık
yaparak, hem de mali imkan sağlayarak destek olmaktan ibarettir.
Hiç kuşkusuz asılolan doğru ekonomik politikaları bir ülkenin
kendiliğinden görüp uygulayabilmesidir. Ancak gerek lMF'nin
teorik ve uygulamalı deneyimi gerekse de mali imkan sağlayan bir
kuruluş olması bu kuruluşla birlikte bazı uygulamalara girmenin
daha uygun olabileceğni ortaya koymaktadır. Bu uygulamaları
birlikte yürütmenin bir ülkenin siyasal ya da teknik
kadrolarının becerikliliği ya da beceriksizliği ile hiç bir
ilişkisi yoktur. Nitekim zaman zaman dünyanın en gelişmiş
ülkeleri bile, mali desteğine gereksinme duymadıkları halde IMF
ile danışma yoluna gitmektedirler.Türkiye'nin sağlıklı bir
ekonomik istikrar programı yapabilmesi için bir koşul da IMF
fobisinden kurtulmasıdır.
Değerlendirmenin nicelik yönünden
yapılması halinde sorun Türkiye'nin IMF imkanları ve Dünya
Bankası kredilerinden yeterince yararlanıp yararlanmadığı
konusunda ortaya çıkmaktadır. 1994 yılında yapılan stand by
düzenlemesi ile birlikte Türkiye'nin bugüne kadar IMF ile 16
adet stand by düzenlemesi gerçekleştirdiğ görülmektedir.
Türkiye, lMF'ye üye olduğu tarihten bu yana ortalama her üç
yılda bir stand by düzenlemesi içine girmiştir. Kuşkusuz bu
sonuç bir yandan Türkiye'nin, ekonomik istikrar programını tek
başına uygulamakta başarılı olamadığının bir kanıtı olmakla
birlikte öte yandan her bunalıma girdiğ dönemde IMF'yi yanında
bulmuş olmasının da bir göstergesidir.
Türkiye, Dünya
Bankası'nın kuruluşundan 1994 yılına kadar Dünya Bankası'ndan en
yüksek tutarda kredi alan 6'ncı sıradaki ülkedir. Türkiye'nin
önünde Meksika, Endonezya, Hindistan, Brezilya ve Çin yer
almakta, 140 kadar ülke ise Türkiye'nin arkasında bulunmaktadır.
Türkiye, son yıllardaki gerilernelere karşın Banka'dan yeteri
kadar kredi almayı başarmıştır. Türkiye ile ilgili veriler biraz
daha yakından incelendiğinde, gerçek,Türkiye'nin, katkısı
gerekmeyen uyum kredilerini ekonomik istikrara önem veren
siyasal iktidarlar döneminde rahatlıkla kullandığı, bunun
dışındaki dönemlerde ağırlığı, kendi katkısı da gereken yatırım
kredilerine kaydırdığı yönündedir. Yatırım kredilerine ağırlık
verildiği zaman iç kaynak sıkıntıları gündeme gelmekte ve
projenin gerektirdiği iç kaynak bulunmadığı için Banka kredisi
de tam olarak kullanılamamakta ve, kullanılmayan kredi artık
miktarları büyümektedir. O halde ya siyasal iktidarların
ekonomik istikrara ağırlık vererek uyum ve yatırım kredilerini
bir arada kullanmaları ya da projelere öncelik verilecekse,
yürütülemeyecek projeler için kredi alınmamasının
kararlaştırılması gerekmektedir.
Bu noktada
şunu vurgulamak gerekir; Türk Hazine'si IMF ve Dünya Bankası ile
ilişkilerde, arkasında ekonomik yaklaşımları ön plana alan bir
siyasal destek olduğu dönemlerde başarılı olmuş, bu tür bir
siyasal destek olmadığı zamanlarda başarısını sürdürememiştir.
|