|
Cumhuriyetin 75. Yıldönümü ve Denizcilik Sektörü
Prof. Dr. İ. Reşat Özkan
Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana tam 75 yıl oldu. O
günlere nazaran ülkede çok şeylerin değiştiği ve
bütün alanlarda,daha çok nicelik anlamında, çok
büyük gelişmelerin meydana geldiğini biliyoruz.
Dünyayı paylaşmakta olduğumuz diğer ülkeler de
gelişiyorlar. Hiçbir şey olduğu yerde durmuyor.
Değişim ve gelişme yaşamın en önemli gerçekleri
arasındadır. Durağan olan hiçbir şey bulunduğu yeri
bile koruyamıyor. Başkalan gelişmeye ve büyümeye
devam ederken o, zaman içinde göreceli olarak daha
küçük ve daha az gelişmiş olarak yoluna devam
ediyor. O halde ölçüt bellidir: Çağdaş olandan ne
kadar yararlanılmaktadır? Başka şekilde de
sorabiliriz, elbette: Değerler ve miktarlar
alanlarındaki çağdaş normlara ne ölçüde uygunluk
gösterebiliyor, onlara ne kadar uyum
sağlayabiliyoruz? Ortalama değerlerin neresindeyiz?
Ülkemiz kalkınmış bir ülke mi? modern yaşamın
olanaklarını halkımızın kullanımına sunabilmiş
miyiz? Bireysel ve toplumsal yaşamın nitelikleri
açısından ne durumdayız? Cumhuriyet bir çok
başarılara imza attı ama başaramadıkları da var
kuşkusuz. Daha doğrusu, Cumhuriyet döneminde ulus
olarak başardıklarımız olduğu gibi,
başaramadıklarımızın da önemsenemeyecek ölçülerde
olduğu gerçeğini kabul etmek zorundayız. Toplumsal
yaşamı algılayış ve onu sürdürüş biçimimizde,
nitelik açısından, önemli eksiklerimiz var. Daha
henüz, klasik demokrasinin öngördüğü kurumsallaşmayı
tamamlayabilmiş değiliz. Bu durumda modern
demokrasinin ana unsuru olan siyasal katılım ve
bireyin toplum ve devlet karşısında konumunu
gerçekçi bir şekilde belirlemeyi ve haklarını
korumayı amaçlayan bir sürece geçiş yapabildiğimizi
savunabilmek oldukça zordur. Bunun en temel
gereksinimi olan siyasal sürece katılım konusunda
tıkanıklıklar ve darboğazlar bulunmaktadır ve bunun
da en önde gelen nedeni de gerçek bir sivil toplum
bilinçlenmesini ve örgütlenmesin] henüz
gerçekleştirememiş olmamızdır. Demokrasinin
mekanizması olan çoğunluk ölçüsü, biçimsel olarak,
işlemeye devam etmektedir ama asıl amaç olan
çoğulculuğun gereklerini hayata geçirebildiğimizi
söyleyemeyiz. Hukukun üstünlüğü ilkesini tam ve
koşulsuz olarak özümsemeden, gerçek anlamda bir
hukuk devletine sahip olunamayacağı bir gerçektir
ama bu konuda ikilemleri yaşamaya devam ediyoruz.
Ülkemizde yargının bağımsızlığı ve yargısal
yaptırımların etkililiği konularında ciddi
tartışmaların yapılmakta olduğu da bir vakıadır.
Siyaseti bir hizmet alanı olarak görmek yerine,
daha çok bir ikbal aracı olarak değerlendirdiğimiz
bilinmektedir. Siyaseti, ait olduğu hizmet alanına
çekmeyi bir türlü başaramadık. Bu nedenle siyaset
bir yanı ile, her zaman, "Siyasal Güç -Parasal
Çıkar" ikilisinin içinde kalmaya mahkum
edilmektedir. Siyaseti, her gün meydana gelmekte
olan gelişmelere dayanarak, içine hızla
yuvarlanmakta olduğu sıklıkla iddia edilen şaibeler
bataklığının karanlıklanndan ve pisliklerinden
kurtaramadıkça, devleti olması gerektiği gibi
şeffaflaştıramadıkça ne temiz bir toplum özlemimizi
ve ne de demokrasiyi bir yaşam biçimi olarak
gerçekleştirebilmemiz mümkün olabilir. Yukanda da
değinmeye çalıştık; siyaset bir hizmet alanı
olmaktan çıkarılır da bir rant dağıtım aracı olarak
algılanmaya başlarsa, o zaman en büyük sıkıntıyı
yine de halk çeker ve öyle de olmaktadır. Siyasetçi,
siyasetini halka dayanarak yapmak zorundadır,
tanımlamaya çalıştığımız "Erk-Çıkar" ilişkisi
zemininde değil. Tercih edilen ikincisi olduğunda bu
kesimlerin talepleri, halkın gereksinimlerinin ve
önceliklerinin önüne geçebilmektedir. Bunun sonucu
olarak, devlet ne "Sosyal" kimliğinin gereği olan
eğitim, sağlık, sosyal güvenlik ve altyapı
hizmetlerini tatmin edici bir şekilde yerine
getirebilmekte ne de ülkedeki ekonomik kaynaklann
gerektiği ölçülerde değerlendirilmesine öncülük
edebilmektedir. Türkiye genç bir nüfûsa sahip bir
ülke. O nedenle çok yoğun ve temel ekonomik
taleplerle de karşı karşıya bulunmaktadır. Bu durum
ülkedeki tüm sosyal dengeler üzerinde baskılar
oluşturmaktadır. Bu cümleden olmak üzere, her gün
giderek biraz daha keskinleşmekte olan gelir
dağılımı adaletsizliği ve, tabii ki işsizlik,
ülkenin en önemli sorunlan arasındadır. O halde
sahip olduğumuz ekonomik üretim ve hizmet alanla-n
iyi kullanılmalı ve değerlendirilmelidir.
Denizcilik bunlann en önde gelenleri arasındadır.
Türkiye bulunduğu coğrafya itibariyle, denizlere ve
denizciliğe mutlak önem vermek zorundadır. Bunun
nedenlerini çok kereler yazdık ve söyledik/1'
O nedenle bu kez sadece şunu söylemekle yetindim:
Haritaya bakmak yeterlidir. Türkiye; denizciliğini
geliştirip, geliştirmemek ve denizlerden daha fazla
yararlanıp, yararlanmamak konulannda bir tercih
kullanabilmek lüksüne sahip değildir. Bu konu,
ülkemiz ve ulusumuz için hem ekonomik ve hem de
sosyal, siyasal ve ulusal güvenlik açılarından
vazgeçilemez bir öneme sahiptir. Ülkemiz dış
ticaretini çok büyük bir yüzde ile (%90 gibi) deniz
yoluyla yapmak zorundadır ve yapmaktadır da. Bunun
için limanlara, gemilere ve bunlan inşa edecek
tersanelere, burada çalışacak yetişmiş insan gücüne
gereksinimi vardır. Bu ülke denizlerle içiçedir, üç
tarafından sekiz bin kilometrenin üzerinde
kıyılarla çevrilmiştir. Bunun için denizleri
koruyacak bir çevre bilinci ve onu
işlevselleştirecek bir örgütlenmeye, denizlerdeki
canlı ve cansız kaynakları değerlendirecek bir
anlayış ve fiziksel altyapıya, kıyılanınızda mevcut
deniz turizmi potansiyelinden yararlanmaya
gereksinim vardır. Limanlar ve kıyılar, bir ülkenin
dünyaya açılan pencereleridir. Denizlerimizin ve
kıyılarımızın korunması kadar kıyılanınız yoluyla
denizlerden gelebilecek her türlü tehlikelerden
korunmak devletin birinci önceliği olmak
dunımundadır. O halde, denizlerimizde,
karasularımızda ve kıyılarımızda, can ve mal
emniyetini sağlamak ve kamu düzenini korumak yine
vazgeçilmez bir kamusal faaliyet alanıdır. Türkiye
bütün bu konularda, elbette, bir şeyler yapmıştır,
yapmaya devam etmektedir ve yapacaktır da. Ama
yapılanların hiçbiri yeterli değildir ve böyle
giderse gelecekte de yeterli olmayacaktır. Bir
alanı boş bırakmaya görün. O alan başkaları
tarafından çabucak doldurulur. Denizcilikte de
böyle olmakta, Türkiye'nin ekonomik açıdan yeterince
yararlanamadığı denizcilik olanaklanndan
komşularımız yararlanmaktadır. Türkiye, açık ve çok
belirgin bir gerçeğe ve yine çok duyumsanan temel
gereksinimlerine rağmen denizci bir ülke, maalesef,
olamamıştır, olmamıştır, Cumhu-riyet'in daha ilk
kuruluş yıllarında açıkça vurgulanan önemine
rağmen.
Atatürk, Kasım 1937 tarihinde TBMM'nin açılış
törenine gönderdiği mesajında şöyle diyordu:
"Denizciliği, Türk'ün Büyük Milli Ülküsü Olarak
Düşünmeli ve Onu Az Zamanda Başarmalıyız."
Cumhuriyet'in denizciliğe ilişkin ilk önemli
vurgulamasının tarihi 1 Tem-muz'1926 dır. Osmanlı
İmparatorluğu döneminde ülkenin kaynaklarını ve
halkı sömüren kapitülasyonlar belasının denizlerdeki
uzantılarına bu tarihte son verildi. "Kabotaj
Yasası" olarak adlandınlan bu yasal düzenleme ile
kıyılarımızda, limanlanmtzda ve aralarında her
türlü denizcilik faaliyeti, münhasıran, T.C.
vatandaşı kişilere bir hak olarak tanınmıştır.
Şimdilerde bazıları çıkıp bu yasanın kaldırılması
gerektiğini söylüyorlar. Öncelikle bilinmesi
gerekir ki bu bir devlet tekeli değil ulusal bir
tekeldir. Bir hakkın yeterince iyi
değerlendirilmediği ileri sürülebilir. Gerçekten de
kabotaj hakkını, özellikle son yıllarda, iyi
değerlendiremiyoruz. Ancak bu durum, hiç bir zaman,
ulusal bir hakkımızdan başka devletlerin yararına
vazgeçmemizi gerektirmez. Aksayan yönler vardır ve
bunlar bilinmektedir. Kıyılarımız arasında
denizyoluyla yıllık yük nakliyaü bir milyon ton
civarındadır. Bu miktarı rahatlıkla yılda dört-beş
milyon tona çıkarmak mümkündür. Burada bir "Bedava
Asfalt" dururken, yanlış ulaştırma politikaları
sonunda taşımacılık karaya kaymıştır.
Karayollarında yeterli yük denetimi
yapılamadığından bu durum devam etmektedir. Oysa
deniz taşımacılığı karaya nazaran dört, beş kat daha
ucuzdur. Trafik kazaları ve yollarda sürekli olarak
yitirilmeye devam eden yaşamlar ve maruz kalman
maddi kayıplar gözö-nüne alındığında durumun
ciddiyeti kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bir
gerçeğin alunı çizerek vurgulamalıyız.çünkü bu, aynı
zamanda, kadirşinaslığın da bir gereğidir. Türk
denizcilik sektörü, Kabotaj Yasası'nın sağladığı
ortamda bir büyüme ve gelişme eğilimi içine girmiş
ve bundan, gerçekten, yararlanmıştır.
Denizcilik dünya ticareti açısından vaz
geçilemeyecek ve ikamesi mümkün olmayan bir
sektördür. Dünyada yılda 5 0 milyar ton yük deniz
yoluyla yer değiştirmektedir. Bu en basit bir
hesaplamayla, limanlarda yılda, en az, on milyar ton
yükün elleçlendiğini gösterir. Bu işlemi
gerçekleştiren dünya filosunun toplam tonajı 700
milyon dwt (deadweight ton) dur. (Gemiler hepsi bir
anda doldurulsalar, toplam 650 milyon ton yük
alırlarmış gibi düşünülebilir, ölçü bu). Bunun için
dünyada her yıl 35 milyon dwt gemi inşa ediliyor.
Anlatımı daha da genişletmek mümkün. Ancak sununla
yetinebi-liriz. Bu alanlarda mevcut pastanın dünyada
yılda 300 milyar ABD dolan olduğu ifade ediliyor.
Dünya devletleri de, denize kıyısı olsun olmasın,
bu pastadan pay almaya çalışıyorlar. Türkiye
denizlerinden yeterince yararlanamamakta, kamusal
alandaki görevlerini etkili bir şekilde yerine
getirememekte ve denizcilikte mevcut olan
olanaklarını yeterince değerlendirememektedir.
Denizlere ve denizcilik sektörüne farklı bir bakış
ile yaklaşmamıza yol açabilecek bir "Denizcilik
Bakanlığı" farklı siyasal heaplar nedeniyle bugüne
değin gerçekleştirilememiştir. 10 milyon dwt
üzerindeki ticaret filomuz tip ve dağılım için
Türkiye'nin gereksinimleri ile uyum içinde
değildir. Dış ticaret yüklerinin yüzde altmışı
yabancı bayraklı gemilerle taşınmakta olan ülkemiz,
her yıl bu iş için yurt dışına 1,5- 2.0 milyar ADB
dolan ödemek zorunda kalmaktadır. Son iki - üç
yıldır yaşanmakta olan dünya navlun krizi nedeniyle,
filo bir erime süreci içine girmiştir. Gerekli
önlemler alınmazsa, yukanda sözünü ettiğimiz
rakamın 4.0-5.0 milyar ABD doları düzeylerine
çıkması kaçınılmaz görünmektedir. Türkiye her yıl
ithal etmekte olduğu 25 milyon ham petrolü taşıyacak
bir tanker filosuna sahip değildir. Bu ülkenin
güvenliği açısından stratejik içerikli önemli bir
soruyu da, kuşkusuz, hatırlara getirmektedir.
Yılda, toplam bir milyon dolar gemi üretme
altyapısına sahip gemi inşaatı sektörü, yıllık 60-70
bin dwt ile yetinmektedir. Ülkeye yılda en azından
ilave 500 milyon ABD dolarının ötesinde bir döviz
girdisi ve 200 trilyon TL.lik ek bir kaynak
sağlayabilecek kapasiteye sahip gemi inşaatı
sektörünün mevcut çok düşük üretim düzeyi üzerinde
ciddi olarak durulması gerekmektedir.
Türkiye'de denizcilik alanında faaliyet gösteren oda, dernek ve
vakıf gibi çok sayıda demokratik sivil toplum
örgütleri vardır. Yapılması gerekenler, aşağı
yukarı, bellidir. Buna ilişkin en güncel belge Eylül
1997 tarihinde düzenlenen Birinci Ulusal Denizcilik
Şurasının tutanakları ve "Sonuç - Eylem Raporu"
dur, ancak bu raporun hayata geçirilebilmesi için şu
ana kadar hiç bir ciddi girişimde bulunulamamıştır.
Denizlerden ve denizcilikten elde edebileceğimiz
nice fırsatlar ve olanaklar ortada ve orada
dururken, bu sorunu çözemememizin kabul edilebilecek
haklı bir gerekçesi de yoktur. Hiç vakit
kaybetmeksizin bu konu üzerine kararlılıkla gitmek
sadece sektörel bir sorumluluk değil, aynı zamanda
yurtseverliğin ve ulus-severliğin de bir gereğidir.
Bizi yöneten siyasetçiler ve millet olarak, bu tür
gerçekleri son dönemlerde çok sıklıkla ihmal eder
olduk İşte insan asıl buna üzülüyor.
|