Türkiye'de Bankacılık Sektörü
Genel
2000'lere gelinceye kadar bankacılık
sektörünün denetim ve gözetimi Türkiye'de
Hazine tarafından yapılıyordu. Hazinenin
siyasi otoritenin izin ve talimatlarıyla
hareket etmesi bir ölçüde bankacılık
sektörünün gözetim ve denetimine de siyasi
tercihlerin etkili olmasına neden
olmaktaydı. Zaman içinde gözetim ve denetim
mekanizmasının objektif kriterlerle
çalışmasının zorlaşması, çeşidi mali
sorunlar yaşayan bankalar hakkında gerekli
önlemlerin alınmasında gecikmelere yol
açtı.
Yeni banka kurma konusunda siyasi tercihlere
göre hareket ediliyordu. 1994 yılındaki
krizle beraber bankalardaki tüm tasarruf
mevduatlarına devletin sınırsız garanti
vermesiyle birlikte bankacılıktaki rekabet
şardan bozuldu. Bankaların sağlığının
gözetilmesi, mevduat sahibi açısından hangi
bankanın iyi olduğunun değerlendirilmesi
önemli olmaktan çıktı. En yüksek mevduat
faizini veren banka mevduat sahipleri
açısından en iyi banka konumuna geldi.
Türkiye'deki bankalar tarihsel olarak düşük
sermayeyle çalışan kuruluşlardır. Her ne kadar 1988
yılında sermaye yeterliliği konusunda bir düzenleme
getirildiyse de, bu sınıra uymayan bankalar hakkında
caydırıcı önlemler alınmadı. Dolayısıyla, 2000lere
geli-ninceye kadar sermaye yeterliliği sınırının
uygulamada bir anlamı olmamıştır.
Yetersiz sermayeyle çalışmanın yanında, bankacılık
sektöründeki rekabet şartlan bankacılık sektörünün
kâr potansiyelini önemli ölçüde azaltmıştır. Bağlı
oldukları grubun sanayi şirketlerine kredi
açabilmek için bankaların büyüme arzusu rekabeti
artırmış ve kâr marjlarını düşürmüştür. Daha çok kâr
edebilmek ancak çok daha fazla risk alarak mümkün
olmaya başlamıştır. Alınan en büyük risk de,
"dövizde açık pozisyon" riskidir. Bankaların döviz
borçlanıp Türk Lirası'na döndükten sonra döviz
kurlarının yavaş yükselmesi ve Türk Lirası
faizlerinin göreli olarak yüksek olması sonucu ek
kârlar etmeleri mümkün olmuştur. Aynı dönemde, kamu
borçlanma ihtiyacnın hızla artması nedeniyle
bankaların döviz satarak elde ettikleri Türk
Lirası'nı plase etmeleri zor olmamıştır.
2000 yılındaki istikrar programı çerçevesinde döviz
kurlarının gelişiminin önceden açıklanması
bankaların dövizde açık pozisyon alma arzusunu daha
da artırmıştır. Açık pozisyon riskinin yasal
sınırları olduğu halde, bu sınıra da uyulmamıştır.
Uymayanlara caydırıcı yaptırımlar uygulanmamıştır.
Gözetim ve denetim otoritesi mevzuatın etrafından
dolaşmaya yönelik bu uygulamaları görmezden
gelmiştir.
Bankaların mali gücünün iyi olmadığı bir ortamda,
Türkiye ekonomisi Asya ve Rusya krizlerinin
(1997-1998) etkisi altında kalmıştır. Bu krizlerin
etkisi, iç dinamiklerin de katkısıyla, ekonominin
yüzde 6'yı aşan bir biçimde küçülmesine neden
olmuştur. Bu süreçte birçok şirket bankalara
kredilerini geri ödeyemez duruma gelmiştir. Bankalar
batık kredileri nedeniyle bilançolarında zarar
göstermemek için kredileri batmamış gibi
göstermişlerdir. Buna karşılık kredi faizlerini
tahsil edemeyen bankalar likidite sıkın tısına
düşmüştür.
2000 yılı ekonomik programı uygulamaya konulduğunda
bankacılığın durumu kabaca bu şekildeydi. İstikrar
programının bir bankacılık kriziyle kesintiye
uğramaması için 1999 yılının ortasında yeni bir
Bankalar Yasası yürürlüğe konmuş ve bu çerçevede
bünyesi zayıflamış bazı bankalar Tasarruf Mevduatı
Sigorta Fonu'na (TMSF) devredilmiştir. IMF ile
yapılan program çerçevesinde bankacılık sektörünün
gözetim ve denetiminden sorumlu hükümetten bağımsız
bir kuruluşun işlemeye başlaması ise ancak 2000
yılının ekim ayında gerçekleşebilmiştir.
2000 yılı kasım ayında faizlerin yükselmesiyle
istikrar programının başarısız olabileceği
beklentileri ve 2001 yılı başında yaşanan tarihin
en büyük ekonomik kriziyle bankacılık sektörünün
aldığı tüm riskler gerçekleşmiştir. Yüksek boyuttaki
kur riskleri döviz kurlarının fırlamasıyla
bankaların sermayelerinin çok üzerinde zarar
etmelerine neden olmuştur. Aynı zamanda şirketler
kesiminin işlerinin bozulmasıyla bankaların kredi
portföyleri de sağlığını yitirmiş ve banka
bilançolarında kötü krediler artmıştır.
Bankacılık Sektörünün Yeniden Yapılandırılması
Bankacılık sektörünün yeniden yapılanmasına yönelik
ilk ciddi adım 2000 yılı istikrar program inin
başlamasından önce Uluslararası Para Fonu'nun ön
şart olarak öne sürdüğü için çıkarılan 18 Haziran
1999 tarih ve 4389 Sayılı Bankalar Kanunu'dur.
Yeni yasada mali güçlükler içinde yaşayan bankaların
nasıl ele alınacağı ayrıntılarıyla yer almış ve
durumu düzeltilemeyecek hale gelmiş bankaların
faaliyetlerinin nasıl durdurulacağı veya TMSF'nin bu
çeşit bankalara hangi usullerle el koyabileceği
hükme bağlanmıştır.
Yasanın getirdiği en önemli yenilik idari ve mali
olarak siyasi otoriteden bağımsız işleyecek ve
bankacılık sektörünün gözetim ve denetiminden
sorumlu yeni bir kurumun, Bankacılık Düzenleme ve
Denetleme Kurulu'nun (BDDK) kurulmasıdır.
BDKK, kurulduğu ilk günden beri geçmişin
sorunlarını kucağında bulmuş bir kurumdur.
Kuruluşunun hemen ardında 2000 yılı kasım kriziyle
sektörde yaşanan likidite darlığının yarattığı
sorunlarla karşı karşıya kalmış ve büyük bir
bankaya TMSF tarafından el konulmasını
kararlaştırmıştır. Ardından 2001 yılı şubat krizi
yaşanmış ve bankacılık sektörü büyük bir enkazın
altında kalmıştır.
Sektörün yeniden yapılanmasının ilk adımı olarak tüm
bankaların 2001 yılı sonu itibariyle bilançoları
önce bankanın çalıştığı bağımsız denetim
kuruluşunca denetletilmiş, daha sonra BDDK'mn
atadığı bir başka bağımsız denetim kuruluşunca aynı
bilançolar bir kez daha denetlendikten sonra
sonuçlar BDDK'mn bünyesinde çalışan bankalar
yeminli murakıplarına da denetletilin iştir. Bu
çalışmalarla bankaların gerçek durumları tespit
edilmeye çalışılmış ve sermaye yeterliliğini
gerçekten tutturamayan bankaların hissedarlarından
sermaye artışları talep edilmiştir. Sermaye
yeterliliği noksanı büyük boyutlarda olan
bankalarda hem devlet sermaye benzeri kredi yoluyla
destek sağlamış hem de sermayedarın sermaye
artırması talep edilmiştir.
2001 yılı sonu itibariyle bankacılık sektörünün cari
yıl zararları toplam sermayelerinin yüzde 58'ine
ulaşmıştı. Sektörün likit varlıkları toplam
bilançolarının ancak yüzde 265sı kadardı.
Karşılığı ayrılmamış batık kredileri toplam
kredilerinin yüzde 20'sine ulaşmıştı. 2001 kriziyle
birlikte reel sektörün de içinde olduğu durum
dikkate alınarak bankalar yoluyla yaşayabilecek
şirketlere nefes aldırmak amacını taşıyan istanbul
Yaklaşımı uygulamaya kondu. Bu yaklaşıma göre,
bankalar kredilerini geri ödemekte zorlanan, fakat
belli bir finansman olanağı sağlanırsa ayakta
kalabilecek müşterileriyle yeni bir ödeme planı
üzerinde anlaşacaklar ve kurtarılması olası sorunlu
kredilerin tahsilatı zamana yayılacaktır. Yaklaşık
300 kadar şirket, 5 milyar doları bulan banka
borçlarım bu yolla yeniden yapılandırma olanağına
kavuşmuştur.
Ekonominin göreli bir istikrara kavuşmasıyla
bankacılık sektörü de 2001 yılında aldığı ağır
darbenin izlerini 2002 yılı içinde yavaş da olsa
silmeye başlamıştır. Sektör 2002 yılında
özkaynaklarının yüzde 1 l'i kadar kâr edebilmiş ve
istanbul Yaklaşımı'nın bilançolarına yansımasıyla,
karşılığı ayrılmamış sorunlu kredilerin toplam
krediler içindeki payı yüzde 7'ye düşmüştür.
Bankacılık Sektörünün Denetimi
2001 yılının deneyimleri ve BDDK'nın yürürlüğe
koyduğu yeni kurallarla bankacılık sektörü riski
dikkate alan bir yaklaşım içine girmiştir. Artık
bankaların risk yönetim ve denetim birimleri
vardır. Bankaların BDDK tarafından yapılan
denetlemeleri risk odaklı olmakta, banka
idarelerinin iş kararlarının da risk odaklı olması
istenmektedir. Bu amaca yönelik olarak, sermaye
yeterliliği yalnızca kredi riskine bakarak
hesaplanmamakta, kur ve piyasa riskleri de sermaye
yeterliliği hesaplanmasında dikkate alınmaktadır.
Bankalar bu konudaki raporlarını haftalık, aylık, üç
aylık ve yıllık dönemlerde BDDK'ya göndermek
zorundadırlar. Ayrıca, yarı yıl ve yıl sonu
bilançoları bağımsız denetim kuruluşları tarafından
denetlendikten sonra BDDK'ya gönderilmektedir.
Bankacılık sektörünün ekonomide kendinden beklenen
katkıyı yapabilmesi için en önemli unsurlardan
birisi bankaların kamuoyuna güven verecek bir
ortamda çalışmalarıdır. BDDK bankaların sağlığı ve
aldıkları riskler konusunda, bugün, geçmişe göre,
çok daha bilgilidir, idari olarak bağımsız bir
konumda olması BDDK'nm aldığı kararları
çabuklaştırmakta ve objektif kriterlerin
uygulanmasını kolaylaştırmaktadır. Bankaların off-shore
faaliyetleri çok daha yakından takip edilmekte ve "back-to-back"
krediler ile hâkim sermayedarın, bankasından
kullandığı kredilerin takibi çok daha yakından
yapılmaktadır.
Türkiye, yılların ihmaliyle bankacılık sektöründe
biriken sorunları çözme yönünde çok önemli adımlar
atmıştır. Fakat, sorunların çözümü oldukça pahalıya
patlamıştır. Bankacılık sektörünü yeniden
yapılandıran ülkeler arasında, milli gelire oranla,
en büyük maliyeti yüklenen ülkelerden biri
Türkiye'dir.
|