Türkiye'de Fiskal
Sistemin Krizi
Dünyayı iki yıldır etkileyen ancak etkileri
özellikle ABD ve AB ülkelerinde belirgin bir
biçimde azalmaya başlayan global kriz ve bu
krizin Türkiye'ye yansıması ülkemizde
devlet-ekonomi ilişkilerinin yeniden
düşünülmesi için uygun bir zemin hazırladı.
Global krizin Türkiye'ye yansıması
dediğimizde aslında bizim yaşadığımız
kronik krizin faillerini bir ölçüde aklar
gibi bir ifade kullanmış oluyoruz. Türkiye
anımsamakta zorluk çektiğim bir süreden
beri zaten ağır bir ekonomik ve toplumsal
krizin pençesinde. Geçen seneki Güney Doğu
Asya krizi patlamadan önce de, sonra da
Türkiye'de bütçe açıkları milli gelirin
yüzde onu civarında dolaşıyor, uygar
dünyanın unutmaya başladığı enflasyon "bizde
yüzde 80'ler dolayında, reel faizler
ortalama yüzde 30. Global krizin etkisi
daha çok emek piyasalarında ve kapanacak bir
dizi şirkette görülecek. Uzun lafın kısası
kriz bizim için yeni bir şey değil.
Kronik krizimiz global kriz ile birleşince ortaya
çıkan durum ülkemizde devlet-ekonomi ilişkileri
konusunda çok öğretici bazı noktalan bizlere tekrar
hatırlatmaya başladı.
Unutulmaması gereken çok önemli bir nokta global
krizin dahi kökeninde devlet müdahalelerinin oluşu.
Krizin ilk oraya çıktığı ülkelere tekrar bir göz
atıldığında tüm bu ülkelerin batı tipi olmayan bir
kapitalizm uygulamaya çalıştıkları anlaşılıyor.
Japonya, Güney Kore, Tayvan, Malezya gibi
ülkelerde, biraz da si-yasal-toplumsal geleneklerin
bir uzantısı olarak devlet aygıtı kapitalizm adını
verdikleri bir düzende ekonominin hemen her
noktasında söz sahibi idi. Kapitalist model ile
bağdaşması olanaksız bir emek piyasası örgütlenmesi,
garip diyebileceğimiz bir devlet-kapitalist-banka
sistemi ilişkisi, özellikle ihracata yönelik büyük
bir teşvik mekanizması bu ülkelerin temel
belirleyicileri olmuş idi.
Bu tür bir ortamda patlayan krizin etkilerini
azaltmak için aynı yöntemlerin daha da ağırlıklı
kullanılmasının nasıl bir sonuç verebileceği çok
tartışmalı.
Kapitalizmi kurallarına göre işletmeye çalışan batı
ülkeleri ise krizden doğal olarak en az etkilenen
ülkeler.
Türkiye'de de global krizin etkilerinin hissedilmesi
ile birlikte özellikle sözde kapitalistlerin ilk
aklına gelen korunma mekanizması yine devlet
müdahaleleri ile krizin etkilerinden bir ölçüde
korunmak.
Hem Türkiye'ye özgü kronik krizin hem de global
krizin kökenlerinde kapitalist üretim tarzına uygun
olmayan kamu politikaları yatarken, krizden kamu
müdahalelerinin dozajını arttırarak çıkmak istemenin
ekonomik rasyonelini bulmak mümkün değil.
Türkiye'ye özgü sözde kapitalist işadamı tipinin
maalesef aklına her zaman olduğu gibi devlet
rantlarından biraz daha yararlanmak dışında bir
çözüm gelmiyor.
Bu komedilerden ilki Türkiye'nin vergi reformu adı
altında son bir yıldır yaşadığı garabet;
Adına komik bir biçimde vergi reformu denilen yasal
düzenlemenin T.B.M.M.'de kabul edileli daha bir yıl
olmadan düzenlemenin gözden geçirilmesi gündeme
girdi.
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in de aralarında
bulunduğu bir grup, yasanın belirli maddelerinin
aradan geçen on iki ayda piyasalarda belirgin bir
rahatsızlık yarattığı, güven sorunu nedeniyle söz
konusu maddelerin mutlaka gözden geçirilmesi
gerektiği fikrindeler.
98 Temmuzundan önce dönemin Maliye Bakanı Sayın
Temizel'in arkasından ayrılmayan, kendisine
yağcılık yaparak bürokraside yada politikada ikbal
bekleyen bazı sözde bilim adamlarının bugün "biz
uyarmıştık ama kimse dinlemedi, kral çıplak
dediğimiz için suçlandık" gibi komik laflar etmesi
de maalesef ülkemizdeki insan manzaraları açısından
çok acıklı.
Yasanın mimarı Sayın Temizel en azından geçen sene
yaptığı büyük yanlışların bugün de arkasında
durarak, iyi bir maliyeci olmasa bile dürüst,
sözünün eri bir kişilik sergiliyor. Yasanın
kabulünden on iki ay sonra ortaya çıkan temel
eleştiriler bir-iki noktada odaklanıyor; bu
noktalar şöyle özetlenebilir: yasa İle global krizin
çakışması yani yasa konusunda büyük bir zamanlama
hatası yapıldığı, mali milat uygulaması ve "nereden
buldun" gibi konularla piyasalarda büyük bir
tedirginlik yaratıldığı, peşin vergi uygulaması,
vs. Kanımca yasaya bugün getirilen eleştiriler çok
da ciddiye alınabilecek türden eleştiriler değil.
Zamanlama konusu ciddi bir konu olmakla birlikte,
diğer eleştiriler Türkiye ekonomisinin bugün akut
bir biçimde kara paraya ihtiyaç duymasından
kaynaklanıyor. Kara para konusunda getirilecek
düzenlemeler Türkiye'nin siyasi yapısını dahi
olumsuz etkilemeye aday. Mali milat ve "nereden
buldun" gibi prensiplerin dört yıl için ertelenmesi
kanımca Türkiye'yi ekonomik olmaktan çok siyasi
açıdan etkileyecek.
Yasa çıkmadan önce de, çıktıktan sonra da sürekli
üstünde durduğum konu, yasanın temel yöneliminin,
felsefesinin yanlış olduğu ve getirilen
düzenlemelerin çağdaş maliye teorisindeki ve açık
piyasa ekonomilerindeki uygulamalar ile taban
tabana çeliştiği. Herkes Mersin'e giderken, sayın
Temizel tersine gitmeye çalıştı ve hâlâ çalışıyor.
Ancak en azından Sayın Temizel bugün dahi
yaptıklarının arkasında durma medeni cesaretini
gösterirken, yardakçıları "biz kral çıplak demiştik"
gibi "bel kemiği" yoksunluğu örnekleri veriyorlar.
Allah’tan, herkesin ne yazdığı, TV'lerde ne
söylediği kayıtlarda duruyor.
1998 Temmuzunda yürürlüğe giren vergi yasasının
üzerinden daha on iki ay yeni geçmişken
düzenlemelerin olumsuz sonuçlan alınmaya başlandı;
aslında tüm kabahati de yeni yasaya bağlamak biraz
haksızlık olacak çünkü son düzenlemeler zaten büyük
ölçüde yanlışlarla dolu olan sistemde marjinal
değişiklikler yapmış, ancak buna rağmen DSP ve ANAP
tarafından topluma vergi reformu diye tanıtılmıştı.
Mevcut sistemin ve son düzenlemelerin olumsuz
yapılanmasının son derece net bir aynası vergi
gelirlerindeki azalma ile ortaya çıkıyor.
Vergi sistemine getirdiğimiz bu eleştirilerin
anlamlı olabilmesi için gerçekten reform diye
adlandırabileceğimiz bir çerçevenin de, bugün tüm
hatları ile uygulanması olanaksız bile olsa,
sunulması gerekiyor.
Kafamızdaki gerçek bir vergi reformunun ana
hatlarını şöyle özetleyebiliriz:
* İlk dikkate alınması gereken konu yapılacak
düzenlemelerin çağdaş kamu ekonomisi teorisi ve
batı dünyasındaki mali uygulamalardan kopuk
olmamasıdır.
* Türk vergi sistemine yapılacak ilk somut
müdahale, sistemin temel matrah tercihinin gözden
geçirilmesi olacaktır. Yurttaşların, kamu
hizmetlerinin finansmanına katılımlarında kıstas
elde ettikleri gelir yani yarattıkları değer değil,
gerçekleştirdikleri tüketim temel olmalıdır. Daha
başka bir ifade ile, çok kazanandan çok değil, çok
tüketenden çok vergi alınması ilkesi
benimsenmelidir. Bu yeni formulasyon sanıldığı gibi
adalet ilkeleri ile de ters düşmemektedir
(detaylarına burada girmek olanaksız),
•
Daha bir süre gelir vergisi kanunu yürürlükte
kalacağından, bu kanunla ilgili yapılması gereken
temel düzenleme vergi tarifesinin oran yapısının
radikal bir biçimde değiştirilmesidir, ideal olan
yüzde 15 gibi bir oranın tüm gelirlere
uygulanmasıdır; artan oranlılığın sakıncaları
ortadadır. Bir süre orta gelir gruplarına yüzde 15.
yüksek gelir gruplarına yüzde 20 yada 25'lik bir
oran da düşünülebilir. Asgari ücret tümü ile vergi
kapsamı dışına alınmalı, belirli bir miktarı aşan,
yani tasarruf eğiliminin yüzde yüz olduğu gelir
dilimine de sıfır oran uygulanmalıdır.
•
Kurumlar vergisi mükerrer vergilemeye yol açığından
tümü ile kaldırılmalıdır.
•
Sistemdeki tüm muafiyet ve istisnalar (gelir
vergisindeki alt ve üst gelir dilimlerine
uygulananlar hariç) kaldırılmalıdır.
Daha kapsamlı bir öneriler bütününe burası uygun
değil; ancak unutulmaması gereken temel bir konu
da, harcamalarını denetle-yemeyen bir kamu
maliyesine hiçbir vergi reformunun çare
olamayacağıdır.
Bilindiği gibi Türkiye Cumhuriyeti kamu maliyesi
yaklaşık yirmi senedir büyük bir bunalımın içindedir
ve söz konusu bunalımın ortaya çıkış nedenleri de
artık kimsenin yabancısı değildir.
Ancak, 1999 yılında yüzde onikiyi (diğer bir hesaba
göre de yüzde onaltıyı) aşma eğiliminde olan kamu
açıklarının milli gelire m oranının
düşürülmesi ve sorunun kökten bir biçimde
çözülebilmesi için ortaya atılan öneriler farklıdır
ve bu önerilerden bir bölümü mevcut durumun tüm
sorumluluğunun iç borç yüküne ve dolaylı olarak da
bankacılık sistemine ait olduğunu öne sürmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti kamu maliyesinin iç borç yükü 40
milyar ABD doları dolayındadır ve söz konusu borç
yükü milli gelirin yaklaşık yüzde onyedisine eşittir
ve bu yük uluslararası standartlarda çok yüksek
değildir. Sorun iç borçların vade yapısındadır ve
şirin bir benzetme ile aslında kamu maliyesinin iç
borç stoğu sıfırdır, söz konusu olan 40 milyar ABD
dolarlık bir iç borç akımıdır. Vadesi bir yıl
dolayında olan bir borç stoğunu, borç akımı diye
nitelendirmek belki daha gerçekçidir.
Bir kamu maliyesi krizinin iç borç krizi olarak
nitelendirilebilmesinin olmazsa olmaz koşulu söz
konusu ülkenin birincil bütçesinin yani faiz
ödemelerini dışlayan bütçesinin fazla
verebilmesidir. Diğer bir anlatımla geçmiş
günahların sıfırlandığı varsayımıyla bütçenin
sağlıklı işlemesi ve fazla vermesi esastır. Her yıl
birincil bütçesi fazla veren bir bütçenin de zaman
içinde borç stoğunu sağlıklı yöntemlerle geri
ödeyebilmesi olanaklıdır.
Türkiye'de ise büyük bütçe açıklarının yanı sıra,
1999 yılı sonu itibariyle birincil bütçenin dahi
gerçek bir muhasebe mantığı ile açık vermesi
beklenmektedir.
Bugünkü manzara faiz yükünün sadece bir mazeret
olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Türkiye kamu maliyesinin diğer bir önemli sorunu da
KİT sorunudur.
KİT sorunu Türkiye'nin ilginç bir sorunudur. En
azından yirmi yıldır çok yoğun tartışılmakla
birlikte, konuya ilişkin önemli bir ilerleme
görülmüyor. Özelleştirme konusunda, kamu
mülkiyetindeki KİT'lerin iktisadi çalıştırılmaları
konusunda ne kadar beceriksizlik yaptığımız da
ortada. Türkiye 1999 senesine hala KIT sorununu
çözemeden girmiş bir ülke konumunda.
1990'lı yılların başında KİT sisteminin bir bütün
olarak açığı yada borçlanma gereği milli gelirimizin
yüzde 5'ine yaklaşmış durumda idi. Bu oran toplam
kamu açığının da yaklaşık yarasına yakındı. Bu
kabul edilmesi olanaksız manzarada geçtiğimiz beş
yıl içinde önemli değişiklikler yaşandı ve KIT
sisteminin açığı yada borçlanma gereği 1995 ve 1996
senelerinde sıfıra yaklaştı. 1996 senesinin ikinci
yarısından itibaren tekrar yükselme eğilimine giren
KİT açıklarının 1998 senesi sonu itibariyle
açıklanan yada borçlanma gereğinin milli gelire
oranı yüzde ikiye yaklaşmış durumda.
Bu aşamada iki noktanın çok önemli olduğunu
düşünüyorum; bunlardan birincisi çoğu tekel
durumunda olan KİT’lerin yüksek fiyat politikası
sonucu açıklarının kapanmış gibi gözükmesinin pek
bir anlamı olmadığı. Rekabetçi olmayan koşullarda
etkinsizliğini yüksek fiyatlarına yansıtan KİT'lerin
yaptığı aslında açıklananı başka yerlere
yansıtmaktan öte bir anlama gelmiyor. İkinci çok
önemli bir nokta da KIT statüsündeki Ziraat Bankası
ve Halk Bankası'nın muazzam boyutlara ulaşmış görev
zararlarının sistemde görünmemesi. İki sözde
bankanın Hazine'den alacağının dört katrilyon TL'yi
aştığı tahmin ediliyor. Bu miktar, ABD doları
cinsinden yaklaşık 10 milyar $, yani milli
gelirimizin yaklaşık yüzde beşi. Diğer bir
anlatımla, kamu bankacılığı alanında yapılan
katakulli hem KİT açıklarını, hem de toplam kamu
açıklarını ciddi boyutlarda saptırıyor, gözden
kaçırıyor.
Seçim sonrası (eğer gerçekleşir ise) gündeme
gelebilecek bir kamu kurumlan arasında
konsolidasyon yani borç ve alacakların silinmesi
operasyonu, milli gelirin yüzde beşi mertebesindeki
bir açığın gözlerimizin önünde buharlaşması,
hesabının verilmemesi anlamına gelecek.
Rekabet Kurulu, Bankalar Birliği gibi konu ile
doğrudan ilişkili kurum ve kuruluşların bu büyük
açık (on milyar $) konusunda sessiz kalmaları da
ayrı bir konu.
Ziraat Bankası, Halk Bankası gibi sözde bankaların
sosyal işlevlerinin olduğu iddia ediliyorsa, bu
işlevlerin hızla bu bankalardan alınıp bütçe içine
çekilmeleri, dolayısıyla hesapların incelenmesinin
kolaylaşması gerekiyor. Denetlenemeyen 10 milyar
dolar açık insanın burnuna kötü kokuların gelmesine
neden oluyor.
Türkiye'nin temel sorunlarından biri mevcut ekonomik
sistemin verimlilik, kaynak değil rant yaratan bir
sistem oluşu. Bu rant mekanizmasının direksiyonuna
da ülkede iktidarı ele geçiren siyasiler oturuyor.
Bu siyasilerin sağcı yada sosyal demokrat olmasının
pek bir önemi yok, tümü aynı direksiyona aynı
kaygılarla geçmek istiyorlar.
Bu rant yaratan mekanizmaların yaklaşık tümü kamu
maliyesi ile ilintili ve iki temel gruba ayırmak
mümkün: Konsolide bütçe ile ilintili olanlar ve KİT
sistemi ile ilintili olanlar. Kamu maliyesinin
açıklan sürdürülebilir olduğu sürece rant kollayan
siyasi sınıf bu iki mekanizmaya da radikal önlem
almaya direndi.
Ancak günümüzde artık denizin bittiği yere çoktan
gelmiş bulunmaktayız; bu rant mekanizmalarının aynen
geçmişte olduğu gibi sürdürülmesine imkan
kalmadığını herkes ve siyasiler çok iyi görüyorlar.
Temel işi rant peşinde koşmak olan siyasilerin epey
bir süredir özelleştirme meselesine dört elle
sarılması bana oldum olası tuhaf gözükmüştür. Bugün
ise taşların artık yerine oturduğunu görüyoruz.
Mevcut siyasi sınıf ya KİT sisteminin avantasından
vazgeçecek yada harcamalarını kısarken şimdiye kadar
vergi mükellefiyeti içine girmemiş kesimleri vergi
kapsamına alacak. Görünen o ki, siyasi sınıf rant
tercihini ikincisinden yana yapmış ve KİT'leri,
zorunluluktan, gözden çıkarmış durumda. Şimdilik
işlerine böylesinin geldiğini düşünüyorum ve bunu
dahi yaparken yani KİT'leri elden çıkarırken satış
aşamasında ne vururuzun hesapları yapılıyor. Ama bu
küçük hesap yüzünden şimdilik özelleştirme konusu
kamuoyunda meşruiyetini yaklaşık tümü ile yitirmiş
durumda. Halkın özelleştirme meselesine bakışı
1980'lerin sonuna oranla çok daha olumsuz. Adı
Çakıcılarla birlikte anılan bir sistemin meşruiyeti
doğallıkla kayboluyor. Bu nedenle Türkiye'nin
1999'da özelleştirme adına önemli bir atılım
yapacağını hiç ama hiç zannetmiyorum.
Kaynak: Prof.
Dr.
Eser Karakaş
|