Cumhuriyet’ten Bugüne Türkiye’nin
İktisat Politikaları
Sayın okuyucularım, bu makaleyi Cumhuriyetimizin 75. yıl
kutlamaları hatırası için 1998 yılında kaleme
aldım. Bildiğiniz gibi, son 75 yıllık dönemde
Türkiye'de uygulanan iktisat politikalarındaki temel
değişiklikler 1923-1950 döneminde ve özellikle
1930'larda KİT'lerin kurulması, 1950-1980 ithal
ikamesi dönemi, 1980'den itibaren uygulamaya konan
dışa dönük sanayileşme stratejisi ve nihayet
1996'dan beri Avrupa Birliği (AB) ile Türkiye'nin
Gümrük Biriliği'ne (GB'ye)girişi şeklinde ortaya
çıkmaktadır.
Biz bu araştırmada bu dört dönemde uygulanan iktisat
politikalarının temel özelliklerine ve neticelerine
ayrı ayrı değindikten sonra son 75 yılda Türkiye'de
ortaya çıkan başlıca sosyo-ekonomik gelişmeleri ve
nihayet bugünkü durumu istatistiki verilere
dayanarak analiz etmeye çalışacağız.
1. 1923-1950 Dönemi İktisat Politikası ve KİT'ler
İstiklâl mücadelesinden çıkan ülkemizde Cumhuriyet'in ilanından
sonra her işin devletten beklendiği uzun ve zor bir
dönem geçirilirken üretim ve sanayi durma noktasına
gelmişti. Devlet, bir taraftan okul, hastane, yol
yaparak ülkeyi imar etmeyi; diğer taraftan şekeri,
basmayı, çimentoyu üretecek fabrikalar kurmayı
planlamaktaydı. 1920'li yıllardaki bu olumsuz yapı
içinde dahi idari kademede hakim olan düşünce,
piyasa mekanizması esas alınarak, sermaye
birikiminin özel sektör eliyle gerçekleştirilmesi
istikametindeydi. Cumhuriyet'in kuruluşunun ilk
yılı olan 1923 yılında İzmir İktisat Kongresinde
özel sektör ağırlıklı ve piyasa ekonomisine yönelik
bir iktisadi kalkınma modelinde karar kılınmıştı.
Bu düşünceye rağmen, bu durum 1929 yılında dünya
ekonomisinde ortaya çıkan büyük iktisadi krizin de
etkisiyle piyasa ekonomisine ve özel sektöre dayalı-
bir sermaye birikiminin ve sanayileşme modelinin
ertelenmesine yol açmış, neticede sadece sanayi
sektörü için planlı kalkınma başlatılmıştır.
Ülkemizin kalkınma sürecinin başladığı 1930'lu
yıllarda her sahada vasıflı eleman kıtlığı, sermaye
birikimi ve özel teşebbüs gücünün yetersizliğinden
dolayı, Cumhuriyetin ekonomik alanda beklenilen
sıçramayı yapamaması üzerine, devlet zorunlu olarak
ekonomik alanda faaliyet göstermeye başlamış ve
kalkınma tercihini, "geçici olarak devlet
öncülüğünde kalkınma" olarak belirlemiştir.
Devletin bu geçici tercihini, 1933 yılında toplanan
Ali iktisat Meclisinin, aldığı karar gayet açık ve
net olarak göstermektedir:
"Devletin kendi teşebbüsü veya iştiraki ile vücuda gelecek sanayi
hareketlerinde (KİT'lerde), halkın kuruluş
sermayelerine iştiraki teşvik edilmeli ve
teşebbüs kökleşip kâr temin etmeye başladığı zaman
tesisler ilk fırsatta özel teşebbüslere ve halka mal
edilmelidir." (Ali iktisat Meclisi, 1933).
Bu kararla birlikte geçici olarak devlet öncülüğünde sanayileşmeye
hız vermek, müteşebbis ve kalifiye eleman
yetiştirmek üzere bir okul vazifesi görecek olan ve
bu görevini belirli bir süre mükemmel şekilde yerine
getiren KİT'lerin kuruluşunun ilk adımı atılmış
oluyordu.
1933 yılında Sümerbank'ın kurulmasıyla başlayan KİT sistemi,
Eti-bank, Şeker Fabrikaları, Toprak Mahsulleri Ofisi
ve benzeri kuruluşlarla büyümeye başlamış, bunun
yanı sıra henüz mevcut olmayan Türk özel sektörünün
de aynı paralelde gelişmesi için kaynak temini
maksadıyla İş Bankası kurulmuş ve Teşvik-i Sanayi
Kanunu yürürlüğe girmiştir. Buna rağmen İş
Bankası'nın o tarihlerdeki kredi dağılımı, özel
sektörden çok, başta dokuma, maden, şeker, pamuk ve
tütün iş kollarında faaliyet gösteren devlet
kuruluşlarının, kuruluş finansmanlarının sağlanması
için kullanılmıştır.
1933 yılından itibaren devletçilik ilkesinin kabulü,
KİT'lerin kurulması, devletin kalkınmaya daha çok
kamu yatırımları ile müdahale etmesinin tabii
neticesi olarak, günümüze kadar gelen yapı içinde,
ülke ekonomisi sosyalist ülkeleri hiçte aratmayacak
bir yapıya dönüşmüştür. 1945'li yıllara
gelindiğinde yapılan tercih yanlışlığı farkına
varılmış, ancak geri dönülememiştir. 1948 yılında
toplanan İktisat Kongresi'nin almış olduğu karar
dikkate şayandır:
"Devlet
bundan böyle amme (kamu) hizmetine haiz olmayan (kamu
hizmeti dışındaki) işletmelere devam etmemeli, yeni
tesisler yapmamalı ve mevcut tesisleri
peyderpey hususi (özel) teşebbüslere
devretmelidir." (Türkiye İktisat Kongresi Sonuç
Raporu, 1948).
Görüldüğü üzere, devletin o tarihlerde kamu hizmetine yönelik
olmayan sektörlerden çekilmesi zarureti
(zorunluluğu) ortaya, konulmuştur. Çünkü devlet
öncülüğünde kalkınma tercihi, sosyalist bir ülkeye
benzer şekilde, devlet kapitalizminin genişlemesi
neticesini doğurmuştur.
2. 1950-1980 Dönemi Uygulanan İktisat Politikaları
Türkiye
birçok gelişmekte olan ülkeden 20 yıl önce ve 1930'lardan itibaren
sanayileşmeye ağırlık vermeye başladı. 1930-1979
döneminde Türkiye'de uygulanmış olan dış ticaret
ve sanayileşme stratejileri, belli
dönemlerdeki liberalleşme girişimlerine rağmen,
içe dönük bir özellik taşımaktadır.
İkinci Dünya Savaşı sonundan 1953 yılına kadarki dönemde oldukça
liberal bir dış ticaret ve sanayileşme stratejisi
uygulayan Türkiye, 1953 yılından itibaren ortaya
çıkan ağır döviz darboğazı sonucu ithalat ikamesinin
aletleri olan kotaları, ithalat yasaklarını, yüksek
gümrük duvarlarını uygulamaya koydu. Enflasyonist
politikalar ve aşırı değerlenmiş kur politikası
(döviz fiyatlarının düşük tutulması) da,
şiddetini giderek arttırarak 1958 operasyonuna kadar
sürdürdü. 1953-1960 döneminde iktisadi şartların
gereği bilinçsiz olarak ithal ikamesi stratejisini
uygulayan Türkiye, 1960 başlarından itibaren 1980
yılına kadar içe dönük stratejiyi bilinçli, planlı
ve programlı olarak sürdürmeye çalıştı.
Bu arada Türkiye'de 1970 devalüasyonu ile ilk defa dış ticaret
rejimini liberalleştirme girişimi de yapıldı ise
de, bu politikaların sürdürülememe-si sonucu
1974'den itibaren içe dönük stratejiye dönüldü. 1977
yılına kadar, dış borçlanma ve işçi dövizlerinin
katkılarıyla da, büyük bir başarıya ulaşan
Türkiye'deki sanayileşme politikası bu tarihten
itibaren başarısız bir döneme girdi. Nihayet 1980
başından itibaren Türkiye'de dış ticaret ve
sanayileşme stratejisinde dışa dönük bir
sanayileşme stratejisini uygulamaya koymak
kaçınılmaz hale gelmiştir.
Türk ekonomisi 1960-70 arasında çeşitli aşamalardan
geçtiği halde, dış ticaret stratejisinde bazı
değişmeyen özellikler vardır. Bunlardan birisi daha
önce ithal edilen malın Türkiye'de üretimine
geçilince bu malın ithalatı derhal yasaklanmıştır,
ikincisi de, 1960-79 döneminde, Türk sanayi için
kredi maliyeti hiç hesaba katılmamıştır. Çünkü,
alınan sabit ve düşük faizli kredilerin, 1960
ortalarından itibaren, enflasyonun hızlanmasıyla,
negatif faize (enflasyon hızı altında bir faiz
oranına) dönüşmesi, sanayicileri bu yola itmiştir.
Üçüncüsü de, yerli üretimin yetmediği durumlarda kota sisteminin
uygulanmasıdır. Ayrıca, döviz tasarrufu taahhüdünde
bulunan firmalara düşük (negatif) faizli kredi ve
ithalat izni verilmesi de yaygın bir şekilde
kullanıldı. Güya, anti-enflasyonist bir politika
aracı olarak KİT ürünlerinin düşük fiyatla
satılması da Türk sanayicisine verilen en büyük
teşviklerden biri idi. KİT'ler ise özel sektörden
daha düşük faizle kredi kullandıkları gibi,
genellikle vergilerini bile ödememişlerdir.
1980'den önce Türkiye'nin en büyük üç sorunu, hızla yükselen
enflasyon, fiyat mekanizmasına ve faiz hadlerine
aşırı müdahale ve yanlış kur politikası idi.
İşte geçmişte bu üç soruna doğru teşhis konulamaması Türkiye'de
ihracatın yeterli düzeyde gelişmesini engellediği
gibi, sanayide yapısal bozukluklara da yol açtı.
Her ekonomide ve özellikle gelişen ekonomilerde ihracat artış hızı
iktisadi gelişmenin ve büyümenin sınırını tayin
eder. Enflasyon hızlanınca iç piyasa canlı ve cazip
hale gelmekte, ihracat frenlenmekte ve neticede
sanayi ürünleri lehine, fakat bu malların ihracatı
aleyhine bir ayırım yapmak ve aşırı himaye (koruma)
politikaları uygulamak kaçınılmaz hale gelmektedir.
Geçmişte Türkiye'de de yapılan bundan farklı bir şey
değildir
1980 öncesi Türkiye'de özel sektörün ürettiği birçok dayanıklı
dayanıksız tüketim mallarının fiyatlarının Sanayi
Bakanlığınca tespiti, KİT mamullerinin maliyetinin
altında, zararına satılması, enflasyonun hızlandığı
bir ortamda, birçok malın karaborsaya düşmesine,
vergilenmeyen haksız kazançların doğmasına, gelir
ve kaynak dağılımındaki etkinliğin bozulmasına,
enflasyonun daha da hızlanmasına ve iç tasarrufların
azalmasına yol açıyordu.
1980 öncesi geciktirilerek yapılan yüksek oranlı
devalüasyonlar ise devalüasyon beklentilerinin
yoğunluk kazandığı aylarda ithalat ve dolayısıyla
döviz talebini arttırıyordu. ihracatçılar ise eldeki
stoklarını devalüasyon sonrasına erteledikleri,
yurtdışındaki işçiler de aynı şekilde davrandıkları
veya dövizlerini karaborsadan gönderdikleri için,
devalüasyon beklentisi aylarında, döviz darboğazı
şiddetini giderek arttırıyordu. Ayrıca, yüksek
oranlı devalüasyonları takiben KİT ürünlerine %
100-300 arasında zam yapıldığını bilen herkes mal
ve döviz stoku ve karaborsasına başlıyor, bu durum
ise enflasyonu daha da körüklüyordu
Bu dönemin diğer bir özelliği de Türk ekonomisinde KİT'leşmenin
daha yaygın hale gelmesidir. 19601ı yıllara kadar
geçen süre içinde, daha önce yalnızca temel sanayi
sektörlerinde üretim yapan devlet, artık basit
tüketim mallan üretimine yönelmiştir. Devletin
ekonomi içerisinde bu kadar kapsamlı ekonomik
faaliyetler üstlenmesi devletin, geleneksel etki
alanı çehresini de değiştirerek her alana müdahale
etmesi sonucunu doğurarak devletin zayıflamasına yol
açmıştır. Bu yeni kurumlaşma süreci içerisinde
KİT'ler ayrıcalıklı bir konum kazanmıştır. 1960
yılından sonra iktisadi devlet işletmelerinin
içinde bulundukları şartlar ve bu kuruluşların
problemleri, değerlendirilerek bazı yasal
düzenlemelere de gidilmiştir.
1960'lı yılların ikinci yansından itibaren
Türkiye ile aynı seviyede bulunan Güney Doğu Asya
ülkeleri ve bir çok Latin Amerika ülkesi, ithal
ikamesine dayalı sanayileşme modelini terk ederek
ihracata dönük sanayileşme modeline yönelmişlerdir.
Türkiye'de aynı yıllarda her şeyi ülke
topraklarında üretelim tezine dayalı ithal ikamesi
terk edilerek, kaynakların daha verimli ve etkin
kullanıldığı ihracat öncelikli sanayileşme modeline
geçilemediğinden, Türk sanayi yüksek koruma
duvarları arkasında büyümüş ve bunun tabii neticesi
hem kamu hem de özel sektörümüz büyük bir kaynak
israfına yol açmış, dış rekabetten yoksun olan Türk
sanayii 1970'li yılların sonunda ekonomimizi döviz
darboğazına sürüklemiştir.
3- 1980-1998 Dönemi İktisat Politikası Soruları
a) 24 Ocak 1980 Kararları
İşte yukarıdaki olumsuz neticelerin önüne geçmek
ümidiyle, 24 Ocak kararlarını takiben fiyat
kontrollerine son verilmiş, KİT ürünlerine mini zam
politikası, mini devalüasyon politikası, I
Temmuz 1980'den sonra da faiz serbestisi
politikası uygulamalarına geçilmiştir. Ayrıca,
yatırım teşviklerinde ve dış ticarette
bürokratik engeller azaltılmış, kota
uygulamasına son verilerek ithalat bir ölçüde
libere edilmiş, ihracatı özendirmek için kapsamlı
bir ihracatı teşvik politikası paketi
uygulamaya konmuştur.
1980'de uygulamaya konan 24 Ocak Kararlan ile birlikte iktisadi
lü-gatımıza, verimlilik, gerçek kâr, alternatif
maliyet gibi kelimeler girmeye başladı. Aşırı
sübvansiyon, aşırı değerlenmiş kur (düşük döviz
kuru) ve düşük KİT ürün fiyatlarından oluşan ithal
ikamesi politikası yerine gerçekçi kur, gerçekçi
fiyat politikaları ve sübvansiyonların asgari düzeye
indirildiği, gümrük vergilerinin kademeli olarak
düşürüldüğü dışa dönük sanayileşme stratejisi
politikalarının uygulanması sonucu, KİT'ler
ihtiyaçları olan parayı öz kaynaklarından ve
devletten karşılayamadıkları için, finansal
kuruluşlardan maliyetine katlanmak suretiyle
borçlanarak temin etmeye zorlanmaları sonucu, zaten
var olan ancak bütçe üzerinde gizli kalmış
zararları, KİT'lerin bilançolarına yansıdığı için
verimsizlik ve hantallık ortaya çıkmıştır. Demek ki
KİT'lerin 1980 öncesi kâr ettikleri iddiası doğru
değildir.
1980 yılı başında ekonomik alanda getirilen yeni politikalar,
piyasa mekanizmasının kamusal düzenlemelere gerek
olmadan serbestçe işletilmesini temel almıştır. Bu
politikalar aynı zamanda kamu kesiminin
daraltılmasını, özellikle sanayi alanındaki kamu
yatırımlarının azaltılmasını öngörmüştür. Bu
dönemde, Türk ekonomisinin içinde bulunduğu yapısal
sorunların çözümü amacıyla başlatılan çalışmalar,
KİT'leri de kapsamına almıştır. Ancak bu
çalışmalar, KİT'lerin bünyesel özelliklerinden ve
ülke şartlarından kaynaklanan idari ve yapısal
sorunların çözümü konusunda yeterli olmamıştır.
24 Ocak 1980 kararlarının özüne uygun olarak imalat sanayii
yatırımlarından devletin çekilmesi doğru ise de, bu
açığın özel sektör tarafından doldurulamaması
iktisat politikamızın en büyük eksikliğidir.
Bunun başlıca sebebi ise son yıllarda enflasyon hızının giderek
artmasıdır. Özel sektörün hızlı enflasyonist ortamda
yatırım yapması beklenemez. Çünkü bu ortamda kredi
maliyetleri (faiz hadleri) çok yüksektir ve
geleceğe ait tahminler yapmak çok güçtür. Faiz
hadlerinin yüksek seviyelerde seyretmesinin en büyük
sebebi ise, devletin bütçe açıklarını asgari düzeye
indirememesi sonucu aşırı iç borçlanmaya gitmesidir.
Bütçe açığının giderek artmasının başlıca sebebi
ise, devlet harcama ve yatırımlarında israfın
önlenememesi ve devletin yeteri kadar vergi
toplamayı becerememesidir.
24 Ocak Kararları ile uygulamaya konan dış ticaret
ve ihracatı teşvik politikaları, para politikası ve
gerçekçi kur politikası (döviz fiyatlarının
aylık/yıllık enflasyon oranı dolayında arttırılması)
Türkiye'nin döviz
darboğazından çıkıp döviz gelirlerini artırmada
1988yılına kadar büyük bir basarı sağlamış,
enflasyonla mücadelelerde de büyük mesafeler
alınmış-tır.Ancak, 1998-1993 döneminde Türkiye'yi
yöneten iktidarlar bir taraftan popülist politikalar
uygularken, diğer taraftan da, güya enflasyonla
mücadelenin bir aracı olarak, aşırı değerlenmiş kur
politikası uyguladıkları için Türkiye'yi döviz
darboğazına soktular.
b) 5 Nisan Kararları
Türkiye'nin karşılaştığı başlıca ekonomik krizler 1958,1980 ve 1994
krizleridir. Bu krizlerin sonuçları ise döviz
darboğazı ile birlikte aylık/yıllık enflasyon
hızının giderek artmasıdır
4. Sosyo-Ekonomik Gelişmeler 1950-1997
Bir ülkede iktisadi büyümenin iktisadi kalkınmaya etkilerini
sağlıklı bir şekilde değerlendirebilmek için
iktisadi gelişmelere ilaveten sosyal gelişmeleri de
ele alıp incelemek gerekir. İktisadi kalkınma ile
iktisadi büyüme terimleri çoğu zaman birbirinin
yerine kullanılır. Gerçekte, bu iki ifade ayrı
şeylerdir, iktisadi büyüme, milli gelir veya
milli hasıla (üretim) ile fert başına gelir
artışını ifade eder. Milli gelir ise bir yıl içinde
üretilen toplam mal ve hizmet miktarının parasal
olarak değeridir. Yıllık milli gelir artışı ile
yıllık nüfus artışı arasındaki fark da bize fert
başına gelir artışını verir.
İktisadi kalkınma
ise, fert başına gelir artışına ilaveten,
iktisadi yapıda ve toplam üretimde (milli gelirde)
sanayiin payının artması, tarımın payının düşmesi,
toplam nüfusta şehirli nüfusun artması, köylerde
yaşayanların nisbi olarak azalması, reel (gerçek)
gelir seviyesinde ve dağılımında iyileşme, ve
nihayet tüketim kalıplarının gıda maddelerinden çok
dayanıklı tüketim, eğitim, sağlık ve eğlence
harcamaları lehine değişmesidir.
İktisadi kalkınmada esas olan yukarıda belirttiğimiz
bütün değişmelerin büyük ölçüde o ülke vatandaşları
tarafından başarılmış olmasıdır. Mesela, birçok
petrol zengini ülkede iktisadi büyüme sürekli olarak
artmış ise de, bu ülkelerin ekonomileri ve
ihracatları hâlâ % 90 civarında petrol üretimine
bağlı olduğu için bu zengin ülkeler, iktisadi
kalkınma yönünden Türkiye'den daha geri ülkelerdir.
Özellikle son 50 yıldır Türkiye iktisadi kalkınma
yönünden küçümsenemeyecek mesafeler almıştır. Ancak,
önümüzde aşılacak daha çok uzun bir yol vardır.
a) Ekonomik Göstergeler
Tablo 1'deki
ekonomik (iktisadi) gelişmelere göre 1950-60 döneminden
1990-1997 dönemine yıllık ortalama büyüme hızı
gerilemiş, enflasyon hızı ise giderek artmıştır.
Türkiye'nin ihracatı ise cari dolar cinsinden
yaklaşık 100 misli bir artış göstermiştir.
Tablo 1: Başlıca Ekonomik Göstergeler, 1950-1997
|
1950 1960 1970 1980 |
1990 |
1997 |
|
|
|
|
|
|
|
GSMH Büyüme Hızı, % Ortalama Artış
(10'arYıl) |
7.1 5.7 4.0 5.3 4.2 |
Enflasyon, (TÜFE), % Ortalama Artış (10"ar
yıl) |
11.0
5.2 36.0 50.0 85.0 |
İhracat (Milyon Dolar) |
263 |
321 |
588 |
2910 |
12959 |
26245 |
Ihracatda tarımın %'si |
93 |
77 |
75 |
57 |
18 |
11 |
ihracat'da sanayi'nin %'si |
1 |
3 |
17 |
36 |
79 |
87 |
Ihracafda madenciliğin %'si |
6 |
20 |
8 |
7 |
3 |
2 |
Ihracat/GSMH Oranı, (%'si) |
7.6 |
3.7 |
3.1 |
4.2 |
M |
13.5 |
TARIMSAL VE SINAİ ÜRETİM |
Buğday (Milyon Ton) |
3.9 |
8.5 |
10.0 |
16.5 |
20.0 |
18.7 |
Saf Pamuk (Bin Ton) |
118 |
176 |
400 |
500 |
655 |
741 |
Pamuklu Dokuma (Milyon metre) |
13.0 |
527 |
610 |
735 |
1100 |
1360 |
Şeker (Bin Ton) |
- |
643 |
518 |
1049 |
1579 |
1842 |
Cam Üretimi (Milyon ton) |
- |
31.4 |
193 |
272 |
948 |
1400 |
Elektrik Üretimi (Bin GWh) |
0.8 |
2.8 |
8.6 |
23.3 |
58 |
100 |
Çimento Üretimi (Milyon ton) |
0.4 |
2.0 |
6.7 |
13 |
24.4 |
36.5 |
Pik Demir (Bin Ton) |
- |
83 |
132 |
230 |
481 |
490 |
Sıvı Çelik (Bin Ton) |
102 |
310 |
1600 |
2380 |
9322 |
13750 |
Otomobil (Bin Adet) |
- |
- |
3.7 |
31.5 |
168 |
240 |
Traktör (Bin Adet) |
- |
0.5 |
7.5 |
16.9 |
30 |
15 |
Çamaşır Makinesi (Bin Adet) |
- |
- |
60 |
231 |
744 |
1482 |
Buzdolabı (Bin Adet) |
- |
- |
127 |
629 |
987 |
1946 |
Televizyon (Bin adet renkli) |
- |
- |
- |
0.01 |
2130 |
4500 |
Elektrik Süpürgesi |
- |
- |
- |
170 |
516 |
1297 |
|
|
|
|
|
|
|
|
Yine 1950'den 1997'ye;
- Toplam ihracatımızda sanayi mallarının payı % 1 'den % 87'ye
fırlamış,
- İhracat/GSMH oranı yaklaşık ikiye katlamış,
- Buğday üretimi 3.9 milyon ton'dan 18.7 milyon ton'a çıkmış,
- Saf pamuk üretimi 6 mislinden fazla artmış,
- Elektrik üretiminde yaklaşık 120 misli ve
- Çimento üretiminde de 90 misli bir artış sağlanmış,
b) Sosyal Göstergeler
Tablo 2: Başlıca Sosyal Göstergeler, 1950-1997
|
1950 |
1960 |
1970 |
1980 |
1990 |
1997 |
Nüfus (milyon kişi) |
21.0 |
27.8 |
35.6 |
44.8 |
56.5 |
63.7 |
Kent Nüfusu %'si |
25.0 |
31.9 |
32.4 |
42.1 |
54.0 |
66.0 |
Kır Nüfusu %'si |
75.0 |
68.1 |
67.6 |
57.9 |
46.0 |
34.0 |
Okuma Yazma Oranı %'si |
33-6 |
39.5 |
56.2 |
67.5 |
80.5 |
87.0 |
Okullaşma Oranı (%)'si |
|
|
|
|
|
|
- İlkokul |
69.5 |
81.1 |
99.7 |
97.7 |
100 |
100 |
- Ortaokul |
4.8 |
15.8 |
30.7 |
40.6 |
60.3 |
64.3 |
- Lise |
5.2 |
13.2 |
20.1 |
28.4 |
38.5 |
54.7 |
- Yüksek Öğretim |
1.3 |
3.1 |
5.7 |
6.4 |
15.7 |
23.1 |
Sigortalı Nüfus %'si |
3.9 |
5.8 |
26.9 |
48.9 |
72.7 |
83.6 |
Sağlık Kap. Nüfus %'si |
3.9 |
5.8 |
26.9 |
38.4 |
54.4 |
67.1 |
Hastane Yatak Sayısı (Bin) |
18.8 |
45.8 |
87.6 |
114 |
138 |
159 |
Yatak Baş. Nüfus Sayısı |
1100 |
600 |
409 |
394 |
412 |
402 |
Doktor Baş. Nüfus Sayısı |
3038 |
2825 |
2572 |
1652 |
1121 |
876 |
Sağlık Ocağı Sayısı |
- |
- |
851 |
1827 |
3454 |
5185 |
ORTALAMA ÖMÜR (YİL) |
44 |
49 |
54 |
60 |
65 |
68 |
Telefon Abonesi (Milyon) |
0.1 |
0.2 |
0.4 |
1.2 |
6.9 |
11 |
Not:
Türkiye'nin Nüfusu 1927'de 13.7 milyon,
1940'da ise 17.8 milyon idi. 1935'te okuma
yazma oranı % 19.2'dir. |
- Sıvı Çelik üretimi ise 136 katlık bir artışla 102 bin ton'dan
13.8 milyon ton'a ulaşmıştır.
- Türkiye'de dayanıklı tüketim malları sanayii 1960'lı ve 1970'li
yıllarda kurulmuş olup 1980'den 1997'ye;
- Çamaşır makinesi üretimi 231 bin adet'ten 1.5 milyon'a
- Buzdolabı üretimi 10 bin adet'den 4.5 milyona,
- Elektrik süpürgesi üretimi de 170 bin adet'den 1.3 milyon adete
çıkmıştır.
Tablo 2'de başlıca sosyal gelişmeleri gösteren sosyal göstergeler
yer almaktadır. 1950'den 1997'ye;
- Nüfusumuz 22 milyondan 63.7 milyona çıkmış,
- Toplam nüfusumuzda kent nüfusu % 25'ten % 66'ya fırlamış, kır
nüfusu % 75'ten % 34'e gerilemiş,
- Okuma-yazma oranımız % 34'ten % 87'ye ulaşmış,
- Okullaşma oranlarında büyük gelişmeler sağlanmış,
- Sigortalı nüfus ve sağlık kapsamındaki nüfusun toplam nüfusa
oranında büyük bir patlama olmuş,
- Yatak başına ve doktor başına nüfus adetlerinde büyük azalmalar
olmuş,
- Telefon abone sayısı da 100 binden 16 milyona çıkmış,
- Hayat standardındaki artışın en güzel göstergelerinden biri olan
ortalama ömür (yaşama süresi) ise 44 yaşından 68
yaşına ulaşmıştır.
c) Bugünkü Durum
(Bugünkü ekonomik durum ile ilgili bakınız Makale Nu: 20-21,
Gümrük Birliği ve Neticeleri ile ilgili de bakınız
Makale Nu: 30).
d) Rusya'daki Ekonomik Kriz ve Türkiye
1998 yılında ortaya çıkan Rusya krizinin esas sebebi
makro dengesizliktir. Bunlar;
- Rusya'da Vergi Gelirleri/GSMH oranı % 10'dur. Bu oran Batılı
ülkelerde % 30-35, Türkiye'de % 18ve fonlarla %
21'dır. Faiz dışı bütçe açığı bizde (+), Rusya'da
ise negatiftir.
- Rusya'nın ihracatında petrol ve doğal gaz % 50paya sahiptir.
1998 başından beri petrol fiyatlarının üçte-bir
oranında düşmesi Rusya'nın döviz ve bütçe
dengelerini altüst etmiştir. Bizde ise ihracatın %
88'i sanayi mallarından oluşur. Ayrıca Türkiye'de
döviz rezervleri kıtlığı yoktur. Not: 2000 yılında
petrol ve doğalgaz fiyatları yaklaşık ikiye
katlanınca Rusya ekonomik krizinin etkileri büyük
ölçüde atlatmış oldu.
- Rusya iç borçlanma anapara ve faiz ödemeleri için daha çok kısa
vadeli dış kaynak kullanmıştır. Rusya'nın toplam iç
borç stokunda dış kaynakların payı % 50 dolayında,
bizde ise % 10 dolayındadır.
- Bizde döviz rezervlerimizin yaklaşık % 85'i kendimizin, Rusya'da
ise yaklaşık sadece % 50'sidir.
- Rusya'nın yıl sonuna kadar döviz cinsinden iç borç geri ödemesi
ve dış borcu 20 milyar dolar. Bizde bu konuda bir
sorun yok. Ancak, döviz fiyatlarımız % 10 düşük
tutulduğu için yakın gelecekte, ihracatın
gerilemesi ve ithalatın patlaması sonucu, Türkiye'de
döviz sıkıntısı baş gösterebilir.
Sonuç:
Rusya krizi Türkiye'de bir kriz doğurmaz. Ancak, bu yıl 1.5 milyar
dolar seviyesinde bir ihracat geliri azalmasına yol
açabilir. Fakat 1999 yılında Türkiye Rusya'ya
beklenenden daha fazla ihracat yaparak kârlı
çıkabilir. Çünkü, Rusya % 30-50 oranında bavul
ticaretine koymuş olduğu gümrük vergisini kaldırmak
üzeredir.
Kriz Türkiye'yi belli ölçüde negatif etkiler. Zaten, başta imalat
sanayi olmak üzere Türkiye'de bu yılın (1998) ikinci
yansında büyük bir durgunluk yaşanmaktadır, bu
durgunluk Rusya krizinden önce başlamıştır.
Neticede 1998yılında büyüme hızının %4 dolayına,
tüketici fiyatlarına göre yıllık enflasyon da
sadece %70 dolayına inebilir.
Not:
1998'de büyüme hızı %3,8, TÜFE'ye göre de yıllık enflasyon hızı
%69,7 olarak gerçekleşmiştir. Tam isabet!
Sonuç
Türkiye, sürekli uyguladığı ithal ikamesine dayalı ekonomi
politikasından vazgeçerek, 1980'li yılların
başından itibaren dışa açık, ihracata dönük bir
sanayileşme stratejisi takip etmeye başlayarak
Osmanlı İmparator-luğu'nun gerileme ve çöküş
dönemlerinden bu yana Türk ekonomisinin ezeli
meselesi olan ödemeler dengesi sorununu önemli
ölçüde çözmüş-tür.Uygulanan politikalar ile dışa
dönük bir müteşebbis sınıfı yetişmiş, ancak gelinen
seviye için gerekli olan bünyesel değişiklikleri
başaramamış ve son derece önemli yılları kaybetmiş
ve kaybetmeye de devam etmektedir. Günümüzde
yaşanan ekonomik sorunlar, kamu kesiminin küçülmesi
(özelleştirmenin tamamlanması) ile ilgili gerekli
reformların yapılamamasından kaynaklanmaktadır.
Makro açıdan bakıldığında Türkiye ekonomisi, kamu kesimi çıkmazı
ile karşı karşıya bulunmaktadır. Devletin klasik
görevleri olarak kabul edilen eğitim, sağlık,
güvenlik, yargı, altyapı gibi alanlarda yapılan
faaliyet sonucu üretilen hizmetlerin son derece
yetersiz, nitelikleri de düşük ve topluma olan
maliyeti çok yüksektir. Hatta bu maliyetleri
hesaplamak bile mümkün değildir.
Kamu kesimi bir taraftan da özel sektörle birlikte bizzat üretim
faaliyetlerine katılarak mal ve hizmet üretmekte ve
pazarlamaktadır. Bu şekilde faaliyette bulunan
kamu kesiminin ekonomideki ağırlığı % 50 dolayında
olup, rekabetçi serbest piyasa ekonomisini
benimsemiş hiç bir ülkede bu oranı görmek mümkün
değildir.
Kamu kesimi bu haliyle ekonomide kaynak tüketen, makro dengeleri
bozan, büyüme hızını düşüren, enflasyona sebep olan
en önemli unsur haline gelmiştir. Kamu kesiminin bu
haliyle topluma yüklediği maliyetleri, ekonomimizin
uzun süre taşıması mümkün görülmemektedir.
Ekonomide kaynakların verimli kullanılabilmesi, makro dengenin
tesis edilebilmesi için özelleştirme gerçeği
ülkemizde de kendini dayatmıştır ve bu doğrultuda
özelleştirme konusu, uzun zamandan beri ülke
gündemini işgal etmektedir. Özelleştirmede yapılan
icraat ise hiç denecek seviyede kalmıştır).
Türkiye'nin AB ile GB'ye girmesi sonucu direkt
yabancı sermaye (DYS) yatırımlarının artacağı ümit
ediliyordu. Oysa, bu açıdan Türkiye'nin
durumu pek iç açıcı değildir. Bu durumun çaresi ise
özelleştirme iptallerine zemin hazırlayan ve yap
işlet devret (YİD) modelini sabote eden, başta 155.
madde olmak üzere, Anayasamızın devletçi
maddelerinin bir an önce liberalleşmesi
gerçekleşmelidir. Not: Bu yasalar nihayet 2000
yılında çıkarılabildi.
Anayasamızın liberalleşmesi bir yandan özelleştirme ve YİD
modelinin uygulanmasını hız vererek DYS girişlerini
artıracak, öte yandan bir an önce Türkiye'nin enerji
darboğazından çıkmasını sağlayarak 100 milyonlarca
dolarlık enerji ithali israfını sona erdirecektir.
Çünkü, mevcut hukuki durum ve uygulamalar
Türkiye'nin enerji santralı yatırımlarına YİD modeli
ile ilgi duyan özellikle ABD'li ve Fransız
yatırımcıları ürkütmektedir.
Son üç yıldır Bütçe Açığı/GSMH oranı % 8-9 arasında değişmektedir.
Geçmiş tecrübeler göstermiştir ki, Türkiye'de bütçe
açıklarının GSMH'ya oranının % 3'ü aştığı yıllarda
bütçeler enflasyonist bir baskı doğurmuştur. Çünkü
açığın kapatılması için yapılan iç borçlanma, bir
yandan faiz hadlerinin düşmesini engellemekte, öte
yandan özel sektöre akabilecek fonları yutmakta,
ayrıca, emisyon (para basma) artış hızı da iç borç
stoku artış oranına paralel bir artış göstererek
enflasyonu körüklemektedir.
Yıllık Bütçe açıklarının giderek artmasına yol açan sebepler ise,
önem sırasına göre;
- Son 5 yıldır her yıl 5-6 milyar dolar açık veren SGK açıkları
- Yine her yıl 6 milyar dolar seviyesinde bir masrafa yol açan
anarşi ve terörle mücadele, nihayet.
- Devlet, KİT'ler, Belediyeler ve BİT'lerde aşırı israfın
önlenememesi sonucu ortaya çıkan açıklardır.
Son yıllarda SGK açıkları KİT açıklarını 10'a katlamış olup 5
yıldır SGK reformu edebiyatı yapıyoruz.
Bu köklü reformların yapılması ve anarşi ile
mücadelenin sona ermesi ise politik istikrara
bağlıdır. Koalisyon hükümetlerinin bu reformları
yapamayacağı ortaya çıktığına göre yapılacak iş bir
an önce bir Milli Mutabakat Hükümeti kurularak Nisan
1999 seçimlerine kadar gerekli iktisadi ve mali
reformların yapılması, 1999 seçiminde seçim
ittifaklarına fırsat verecek yasal düzenlemelerin
çıkarılmasıdır. Aksi halde Türkiye 21. asır
başlarındada iktisadi ve siyasi çalkantılardan ve 20
yıldır süren kronik enflasyondan kurtulamayacaktır.
(1)
Kaynak: Prof. Dr. Emin Çarıkcı
|