Türkiye'nin Az
Gelişmişliği Üzerine Sohbet
Az
gelişmişlikle ilgili iki temel yaklaşım mevcut:
Modemleşme kuramı ve dünya sistemi kuramı.
Modemleşme, Türkiye'de Osmanlı'dan bu yana hemen
bütün reform çabalarının dayandığı çok yaygın ve
köklü bir görüştür.
Modernleşme kuramı kalkınmayı "geleneksel toplum"dan
modem topluma bir intikal süreci olarak görmektedir.
Modemleşme sürecinin hedefi ve sonucu, bugünün
gelişmiş Ülkelerinin siyası, iktisadı, sosyal,
kültürel yapılarıdır. Siyası alanda modernleşme,
pederşahi siyasi yapılardan ve ilişkilerden
demokrasi anlayışına ve demokratik kurumlara
geçiştir. Tebanın yurttaşa dönüşmesidir. Toplumsal
alanda modemleşmenin çeşitli yönleri vardır: geniş
aileden çekirdek aileye geçiştir, erkek
egemenliğinden kadın erkek eşitliğine geçiştir.
Zihniyette modernleşme, hurafeden rasyonel ve
bilimsel düşünceye, skolastik nakli bilim
anlayışından akli bilim anlayışına geçiştir.
İktisadi alanda modernleşme yirmi otuz yıl öncesine
kadar tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiş
olarak algılanmakta idi. 20. yüzyılın sonunda bir
kısım az gelişmiş ülkelerin milli hasılalarında ve
istihdamlarında sanayinin payı gelişmiş
Ülkelerinkine yaklaştı. Bu sebeple sanayileşmeyi
iktisadi modernleşmenin ana unsuru olarak görmek
imkanı kalmadı.Günümüzde iktisadı alanda
modemleşmeyi teknolojik yenilikler Üretir hale
gelmek, teknolojide kendine yeterliğe ulaşmak olarak
yorumlamak mümkündür.
Modernleşme kuramına göre bütün toplumlar
modernleşmektedir. Sadece modernleşme hızları
farklıdır. Az gelişmiş toplumlarda bazı kuvvetler,
eğilimler, menfaatler, kafa yapıları modemleşmeye
direnmekte ve hızını kesmektedir. Sonuç olarak,
modemleşmeyi yani az gelişmiş toplumun gelişmiş
toplumlar safına geçme hızını belirleyen, az
gelişmiş toplumun kendi özellikleri ve iç
dinamikleridir.
Modemleşme kuramına göre, az gelişmişlikte gelişmiş
ülkelerin dahil yoktur. Bilakis, gelişmiş Ülkeler
ile siyası, İktisadi ve kültürel temas sıklaşmasının
az gelişmiş toplumların modemleşmesini
kolaylaştırdığını, hızlandırdığını iddia eder.
Örneğin modemleşme kuramcılarından Rostow'un aşamalı
modernleşme kuramına göre "kalkış-öncesi" aşamanın
başlaması birçok ülkede dışardan gelen bir uyarı ile
gerçekleşmiştir (Rostow 1961,6.s.).
Günümüzde Türkiye'nin Avrupa Birliğine tam
Üyeliğinin Ülkemizi demokratikleştireceği ve
kalkındıracağı yolundaki savlar bu modernleşme
anlayışını yansıtmaktadır.
Modernleşme kuramının önemli bir zaafı mevcuttur.
Kuram, gelişmiş ülkelerin 16. asrın başından 20.
asrın ortasına kadar dört buçuk asır süren
merkantilizminin ve müstemlekeciliğinin az gelişmiş
toplumlar Üzerindeki olumsuz iktisadi ve siyası
tesirlerini göffi1ezden gelmektedir. Bu tesirlerin
Üzerinde duran, dünya sistemi kuramıdır.
Kapitalizme geçmekte öncü olan Ülkeler, 16.-20.
yüzyıllarda merkantilist ve sömürgeci siyasetleri
yoluyla diğer Ülkelerde yerli seffi1aye birikimini
ve yerli sanayileşmeyi kösteklemiştir. Kapitalizmin
ilk döneminde tüccar seffi1ayedarlar Avrupa'da şehir
devletleri kurdu tedricen feodal devletleri nüfuzu
altına aldı. Bu devletlerin dış siyaseti kendi
Ülkelerinde sermaye birikimini desteklemeyi
hedefledi. Asya, Amerika ve Afrika Ülkelerine
yönelik siyaset yeni piyasalar bulmak, buralara mal
ihraç etmek, ucuz tabii kaynaklar bulmak ve
kullanmak, ucuz işgücü bulmak ve çalıştırmak öncü
kapitalist Ülkelerin dış siyasetinin temel
doğrultusu idi. Bu siyaset, sermayedar sınıflarının
devleti henüz nüfuzu altına alamadığı Asya, Afrika
ve Amerika Ülkelerinin toplumsal ve iktisadi
evrimine damgasını vurdu.
Dünya sistemi, az gelişmiş ülkelerin sadece iktisadı
alanda gerilemesine katkı yapmakla kalmamıştır.
16.-19. yüzyıllarda gelişmiş Ülkelerin az gelişmiş
Ülkelerle iktisadi ilişkilerini şekillendirebilmek
için yerli pederşahı, gelenekçi veya müstebit
unsurlar ile işbirliği yaparak ve destekleyerek
birçok az gelişmiş ülkede potansiyel demokratik
gelişmeyi de kösteklemiştir.
Dünya sistemi kuramı 16. yüzyıldan itibaren bir
dünya kapitalist sisteminin organik bir bütün olarak
teşekkül ettiğine başladığını iddia eder. 19.
yüzyılda ikinci sanayi devriminden sonra, aşağı
yukarı birinci dünya harbinden önce, dünya ülkeleri
gelişmiş ülkeler ve az gelişmiş ülkeler şeklinde iki
sınıfta toplanmıştır.
Dünya sistemi yaklaşımına göre sistemin "merkezini"
teşkil eden ülkeler halen de az gelişmiş Ülkelerin
yani sistemin "çevresinde" yer alan Ülkelerin
iktisadı ve toplumsal evrimini siyası ve iktisadı
ilişkileri aracıyla etkilemeğe devam etmektedir. Bu
etkilemede, gelişmiş Ülkelerin sosyal bilimlerdeki'
hâkimiyeti, dünyaya haber ve kültür yayan kitle
iletişim araçları üzerindeki kontrolü, önemli birer
araçtır. Modernleşme kuramı gibi görüşler de bu
etkilemede vasıta olmaktadır. Nihayet az gelişmiş
Ülkelerde, gelişmiş ülkelerin devletleriyle ve
şirketleriyle menfaat birliği kuran kişiler,
zümreler, sınıflar da bu etkilemede kritik bir rol
oynamaktadır.
Modernleşme ile dünya sistemi görüşleri arasındaki
fark "Az gelişmişliğin sebebi içselmidir, dışsal
mıdır?" sorusuna verdikleri cevapta değildir. Zira
dünya sistemi kuramı, az gelişmişliği münhasıran
ülke dışından gelen yabancı etkenlere hamletmemekte,
tersine dünya sisteminin, onunla bütünleşmiş yerli
zümrelerle, kurumlarla, davranışlarla etkili
olduğunu söylemektedir.
Bence bu iki kuramın günümüzde asıl önemli olan
çatışma noktası, içinde yaşadığımız
toplumsal-iktisadı sistemin, kapitalizmin ilk
geliştiği toplumlar ile, bunda geciken toplumları
zamanla benzeştirip benzeştirmediğidir. Dünyayı
homojenleştirip homojenleştirmediğidir. Bu sorunun
cevabını tarih vermektedir. Kapitalizmin 16.-19.
yüzyıllar arasında dünyayı nasıl şekillendirdiği
ortadadır. Son yıllarda çok sayıda araştırma 20.
yüzyılın ikinci yarısında da dünya nüfusu arasında
gelir dağılımının devamlı bozulduğunu tartışmasız
bir şekilde saptamaktadır. Zengin ile fakir
arasındaki uçurum büyümektedir. Bu konuda her yerde
yayınlanan bulguları ve rakamları burada aktarmama
lüzum yok. Burada bu olgunun sebeplerini, işleyiş
mekanizmasını irdelemek istiyorum. Dikkati Türkiye
üzerinde toplayacağım, ama Türkiye'nin tecrübesi
çoğu az gelişmiş ülkeler için tipiktir. Önce az
gelişmiş toplumların iktisadı kalkınmasında temel
etkenin ne olduğunu saptamak gerekir.
İktisadı kalkınmanın temeli sabit sermaye
birikimidir. Gelişmiş ekonomileri az gelişmiş
ekonomilerden ayırt eden en önemli ve en belirgin
özellik, fert başına düşen üretim araçları
miktarıdır, sabit sermaye stokudur (fabrikalar,
makina, teçhizat, ulaştırma ağları, taşıma araçları,
enerji üretim tesisleri ve dağıtım şebekeleri,
iletişim ağları vs.). Fert başına düşen üretim
araçları miktarı, çalışan insanların emeğinin
verimini ve dolayısıyla fert başına milli hasılayı
belirler.
Gerçi toplumun eğitim seviyesi de emeğin verimini
etkiler. Ama sermaye stoku kadar belirleyici
değildir. Zira işgücü becerilerini kısmen formel
eğitimde edinir, kısmen de üretimde sabit sermayeyi
kullanarak edinir. Avrupa'da çalışmaya giden
yurttaşlarımızın ilave eğitim görmeden
Türkiye'dekine kıyasla çok daha yüksek ücret
istihdam edilmesini, Avrupa ülkelerinde daha yüksek
bir sabit sermaye stoku ile çalışma fırsatını
bulmalarına ve böylece emeklerinin veriminin artmış
olmasına bağlamak mümkündür.
Dünya Bankası verilerine göre 1999 yılında
Türkiye'de fert başına yaklaşık 700 dolar yatırım
yapıldı. Bu Türkiye
GSYİH'sının %24'Üne eşit idi. Aynı yıl Almanya
GSYİH'sını % 21 'ini yatırıma ayırarak fert başına
5300 dolarlık yatırım yaptı. Fransa GSYIH'sının %
17'sini yatırıma ayırarak fert başına 4000
dolarlık yatırım yaptı. İtalya GSYIH'sının %18'ini
yatırıma ayırarak fert başına 3550 yatırım yaptı (World
Bank 2000, 274-275, 298-299.s.). Bu rakamlar
gelişmiş ülkeler ile Türkiye arasındaki fert başına
sabit sermaye stok farkının açılmakta olduğunu
göstermektedir. Gerçi Türkiye'nin bu zengin Ülkeler
kadar yatırım yapamayacağı açıktır. Ama Ülkemiz
Üretim araçlarını arttırmak için kendini zorlamakta
mıdır?
Yatırımın seviyesini belirleyen yatırım talebidir
ve tasarruf arzıdır. Türkiye'de yatırımın azlığının
bir sebebi yatırım talebinin zaafıdır. Bir kere
"devletin ekonomiden el çekmesi", "devletin
küçülmesi" yolundaki anlayışı benimseyen
iktidarlar, kamu yatırımlarına son
vermektedir. Özel sektör ise bunu telafi edecek bir
yatırım gayreti içinde değildir. Zira dünya
sisteminin dayattığı ve iktidarların benimsediği
finansal serbestleştirme politikaları özel sektör
yatırımlarını caydırıcı bir ortam yaratmaktadır.
Serbestleştirilen uluslar arası sermaye
hareketlerinin etkisi altında Türk Lirasının dış
değeri istikrara kavuşamamaktadır, kavuşamaz. Reel
faiz hadleri de olağanüstü yüksektir. Reel faiz
hadlerini yüksek tutan sadece bankaların Hazine
karşısında tefecilik yapması değildir. Reel faiz
had yüksekliğinin sebebi aynı zamanda faiz
hadlerinin yabancı fon yöneticilerinin kafalarında
beliren subjektif riskleri karşılamak zorunda
kalmasıdır. Kurun istikrarsız ve faiz hadlerinin
yüksek olduğu şartlar, özel firmaları yatırım
yapmağa özendirmek için ideal şartlar değildir.
Dünya Bankasının toplulaştırılmış verilerine göre
1999 yılında zengin Ülkelerde milli hasılanın
ortalama yüzde 21'i yatırıma ayrıldı. Türkiye
%24'ünü ayırdı. Doğu Asya dışındaki az gelişmiş
bölgelerden hiç birinde bu oranın ortalaması yüzde
22'yi aşmadı (World Bank 2000). Bu yatırım seviyesi
ile az gelişmiş Ülkelerde emeğin verimini,
Üretkenliğini, ve fert başına hasılayı gelişmiş
Ülkelere yakınsatmak mümkün değildir.
Yatırım seviyesinin düşüklüğünün bir sebebi de yurt
içi tasarruf yetmezliğidir. Yatırımın maddi
kaynağını tasarruf, yani Üretilen malların
tüketilmemesi sağlar. Ne var ki dünya sisteminin
telkin ettiği politikalarla az gelişmiş ülkelerin
tasarruf oranlarını, yüksek yatırımın gerektirdiği
seviyelere çıkarmak mümkün değildir. Zira
kapitalizmin kültürü tüketimi kışkırtmakta,
tüketimi fiziksel gereklerin ötesinde psikolojik ve
sosyal bir ihtiyaç haline getirmektedir. Tüketim
kredilerini serbestleştiren finansal politikalar ve
zaruri olmayan lüks tüketim mal ithalatını
serbestleştiren ticaret politikaları, 'pekala
tasarruf yapabilecek olan sınıfları zaruri olmayan
tüketime teşvik etmektedir. Sonra da düşük tasarruf
oranları, az gelişmiş ülkelerin yabancı sermaye
cezbetmek için tavizler vermesine gerekçe
kılınmaktadır.
Dünya Bankasına göre 1999 yılında zengin ülkelerde
milli hasılanın ortalama yüzde 22 'si tasarruf
edildi. Latin Amerika ve Karayipler, Orta Doğu ve
Kuzey Afrika, Güney Asya ve Sahra güneyindeki Afrika
bölgelerinin her birinde ortalama tasarruf oranı
zengin ülkeler ortalamasından az idi. Zengin
ülkelerin tasarruf oranını orta veya az gelirli
Avrupa ve Orta Asya ülkelerinin ortalaması (yüzde 25
ile yani az bir farkla) aşmakta idi. Doğu Asya ve
Büyük Okyanus ülkelerinin ortalaması ise yüzde 37
idi (World Bank 2000).
Az
gelişmiş ülkelerde yatırımların sektörler arası
dağılımı da iktisadi kalkınmanın gerektirdiği
şekilde gerçekleşmemektedir. ithalatın
serbestleştirildiği ve kapıların yabancı yatırımlara
ardına kadar açıldığı şartlarda ülkede neyin
üretilip neyin Üretilmeyeceği geniş ölçüde gelişmiş
Ülkelerin şirketlerinin kararlarına kalmaktadır.
Gelişmiş ülke şirketlerinin ihracat stratejileri bir
ülkede neyin Üretilmeyeceğini, bunların yatırım
kararları ve fason Ürettirme kararları bir ülkede
neyin Üretileceğini belirlemekte etkili olmaktadır.
Gelişmiş ülke iktisatçıları, mukayeseli Üstünlükler
kuramına atıfla, dünyada her ülkenin ucuza
Üretebildiği meta üretiminde ihtisaslaşmasının
faydasını öne sürerek, bu ilkeye göre Ülkeler arası
iş bölümünü savunmaktadır. Ülkelerin en ucuza
ürettikleri metaların Üretiminde ve ihracatında
ihtisaslaşmasının, nispeten pahalıya Ürettikleri
metaları Üretmekten vazgeçip bunları ithal etmesinin
dünya genelinde üretim faktörlerinin en makul ve
tasarruflu kullanımını ("etkin" kullanımını)
sağlayacağını iddia etmektedirler. iddiaya göre
dünya çapında faktör kullanmada etkinliğin artması
dünyada toplam Üretimi artıracak, ve bütün ülkeler
bu üretim artışından az veya çok nasiplenecektir.
Etkinliği artırıdığı savı, Dünya Bankası
raporlarından Güçlü Ekonomiye Geçiş Programına kadar
küreselleşmeci politikaları savunan hemen hemen tüm
belgelerde önerilen politikalara gerekçe teşkil
etmektedir.
Bu suretle belirlenen iş bölümü, az gelişmiş
ülkelerin zamanla (koruma altında ve devlet desteği
ile) üretimde tecrübe kazanarak ucuza ve kaliteli
olarak üretebileceği metaların üretimine
başlamasına mani olmaktadır. Serbest ticaret
ortamında oluşan uluslar arası iş bölümünde az
gelişmiş Ülkeler, belirli tür üretim
faaliyetlerinde ihtisaslaşmak durumunda
kalmaktadır. Bunlar, ana maddelerin yani işlenmemiş
tarımsal ve madencilik Ürünlerinin üretimi,
vasıfsız işgücü ile üretilen sınai mamullerin (yani
giysi, ayakkabı, gıda gibi mamullerin) Üretimi,
standart teknoloji ile sermaye yoğun tesislerde
üretilen standart (demir çelik gibi) ürünlerin
Üretimi ve nihayet yüksek teknolojili meta
Üretiminin vasıflı işgücü gerektirmeyen, basit
işlemlerinden ibaret faaliyetler (örneğin elektronik
ürünlerin montajı, paketlenmesi). Çok sayıda az
gelişmiş ülkenin bu tür Üretim faaliyetlerinde
yoğunlaşması, bunları, ihracat yapabilmek için kıran
kırana bir fiyat rekabetine koşmakta, ihraç
ürünlerini düşük katma değer ile satmağa mecbur
etmektedir. Buna mukabil yeni teknolojilere dayanan
yeni mamuller gelişmiş Ülkelerde üretilmektedir,
yeni Ürün tasarımları gelişmiş ülkelerde
yapılmaktadır. Bunların piyasalarında rekabet daha
az olmakta ve teknolojik kıtlık randan ya monopol
karları bu mamullerin fiyatlarını şişirmektedir.
Gelişmiş ülkelerle az gelişmiş ülkeler arasındaki
ticaret hadlerini bu fiyatlandırma farkları
etkilemektedir.
Az
gelişmiş Ülkeler arası fiyat rekabetinin Üzerinde
biraz daha durmak gerekiyor. Fiyat rekabetinin
araçlarından biri kur ayarlamalarıdır. Az gelişmiş
ülkelerin hemen hemen tümünde milli paranın dolar ve
diğer rezerv paralar karşısında değeri, ülkesinde
satın alma gücüyle orantısız şekilde düşük
seyretmektedir. Milli paraların dolara göre satın
alma gücü paritesi günümüzde itinalı bir çalışma ile
hesaplanmaktadır. Türk Lirasının dolar karşısında
"aşırı değerlendiği" söylendiği zamanlarda bile,
aslında mal satın alma gücü ölçüsüne kıyasla dolar
karşısında liranın değeri düşüktür. Örneğin 2000
yılında bir doların piyasa değeri kabaca 600 küsur
bin lira iken, satın alma gücü paritesine göre
değeri 270 bin lira civarında idi. Başka bir ifade
ile, o yıl Türkiye'de 270 bin liralık malın ABD'de
değeri bir dolar idi. Ancak 270 bin liralık Türk
malının ihraç fiyatı cari kurla belirlenerek elli
sentten daha ucuza ihraç edilmekte idi. Türk
lirasının aşırı değerlendiği dönemde bile Türkiye
mamullerinin TL maliyetleri, cari kurla dolara
çevrilip dışarıya satıldığında; gelişmiş ülke
piyasalarındaki benzerlerinin değerlerinden ucuza
ihraç edilmekte idi. Ama Bangladeş, Meksika veya
Vietnam'a karşı ihracat rekabet ortamında, TL aşırı
değerlenmiş olmakta idi. Çünkü bu ülkeler de kendi
mamullerini çok ucuza, gelişmiş Ülkelerdeki
emsallerinin maliyetinden çok daha ucuza ihraç
etmekte idi.
Kısaca, az gelişmiş ülke paralarının piyasalarda
belirlenen kurları, bu Ülkelerin ihraç ettikleri
metaların gelişmiş ülkelerdeki benzerlerinden (yani
ikame mallarından) çok daha ucuza ihraç edilmesine
yol açmaktadır. Bunun bir sebebi az gelişmiş
ülkelerin ihracatlarını planlı bir şekilde
çeşitlendirememesi ve döviz kazanmak için önünde
sonunda kurlara yansıyan çetin bir rekabete
girmesidir.
Az gelişmiş Ülkelerin milli paralarının piyasa
kurlarının satın alma gücünden sapmasının üçüncü bir
sebebi mevcuttur. Az gelişmiş ülkelerde yaygınlaşan
konvertibilite politikası sonucu, bu ülkelerde
rezerv paralar toplum tarafından tasarruf saklama
aracı olarak kullanılır olmuştur. Türkiye misali
müzmin enflasyonlu Ülkelerde parasal tasarruflar
daha da çok dövize yönelmektedir. Bu da, ticaret
dengesiyle, ihracatla ithalatla hiç alakası olmayan,
ayrı bir döviz talebi teşkil etmektedir. Tasarruf
maksadıyla döviz talebi, milli paranın dış değeri
Satın alma gücünün çok altına düşmesine ilave katkı
yapmaktadır.
Sonuç olarak az gelişmiş Ülkelerde yerli paraların
dÜşük değerlenmesi bunların gelişmiş ülkelere
mallarını ucuza (gelişmiş ülkelerdeki değerinin
altında) ihraç etmek, buna mukabil gelişmiş ülkelerden
ithalatı gelişmiş Ülkerdeki fiyatlardan yapmak
durumunda bırakmaktadır. Bu mekanizma, serbest
ticaret yoluyla az gelişmiş Ülkelerden gelişmiş
ülkelere bir reel kaynak transferi teşkil
etmektedir. Yaptığım bir kaba hesaba göre 1980-1996
yıllarında Türkiye'nin. bu yoldan OECD ülkelerine
toplam döviz gelir kaybı (reel transferi) satın alma
gücü paritesi ile 190 milyar doları aştı.
Bu
manzarayı bir benzetme ile özetlemek gerekirse,
koşuda yarışan atletlerin bir grubu çok öndedir,
bir grubu çok geridedir. Geride kalan koşucuların
her birinin ayakları birbirine zincirlenmiştir. Zira
ticaret ve finans politikaları yüzünden tasarruf ve
yatırımlarını artıramamaktadırlar. İlaveten, koşu
esnasında geriden kalan koşuculardan ilerdeki
koşuculara kan nakli yapılmaktadır. Zira
ticaretteki fiyatlar yoluyla reel transfer
yapmaktadırlar.
Türkiye'de birçokları Türkiye'nin tasarruf açığını
dışardan tasarruf transferi ile, teknoloji açığını
teknoloji transferi ile, yatırım eksiğini dışardan
teşebbüs transferi ile çözmeyi ümit etmektedir. Bu
beyhude bir beklentidir. Doğrudan yabancı yatırım
çekmek için verilecek tavizlerin hududu yoktur. Zira
bütün az gelişmiş Ülkeler aynı stratejiyi izlemeğe
teşvik edilmektedir, ve izlemektedirler. Dünyada
doğrudan yabancı yatırımlar birkaç ülkede
yoğunlaşmıştır. Doğrudan yatırımların bütün az
gelişmiş dünyanın yatırım sorununu, istihdam
sorununu çözmesi mümkün değildir.
UNCTAD 1997 raporunda (93.s.) tüm az gelişmiş
Ülkelerin doğrudan yabancı yatırımdan yararlanma
imkanları üzerine ilginç iki hesap sunmuştur.
Doğrudan yabancı yatırımdan sermaye birikiminde
hissedilir ölçüde yararlanan birkaç ülkeden biri
Malezya'dır. Birincisi, Malezya'ya 1991-1993
arasında fert başına gelen doğrudan yabancı
yatırımın, bütün az gelişmiş ülkelerde fert başına
aynı miktarda gerçekleşmesi için 2 008 milyar
dolarlık bir doğrudan yatırım meblağı olması
gerektiğini göstermektedir. Halbuki o senelerde az
gelişmiş ülkelerde gerçekleşen doğrudan yabancı
yatırım toplamı sadece 137 milyar dolar idi.
İkincisi, Malezya'ya 1991-1993 arasında
gelen.doğrudan yabancı yatırımın 1990 GSYIH'sına
oranı %10 idi. 1991-1993 arasında bütün az gelişmiş
Ülkelerin 1990 GSYİH'sının %1O'u kadar doğrudan
yabancı yatırım gerçekleşmesi için 958 milyar
dolarlık bir doğrudan yatırım meblağı olması
gerekirdi. Halbuki o senelerde az gelişmiş
Ülkelerde gerçekleşen doğrudan yabancı yatırım
toplamı sadece 137 milyar dolar idi.
Güneydoğu Asya ülkelerinin yabancı sermaye
cezbetmesinde coğrafya kültür ve rejimin özellikleri
rol oynamaktadır. İstisnai bir olaydır ve her ülkede
tekrarlanamaz.
Türkiye 1950'lerden beri yabancı sermaye cezbetmeye
çalışıyor. Malezya'nın sağladığı seviyede doğrudan
yabancı yatırımı cezbetmemiz için alın terimizi, göz
nurumuzu, toprağımızın bereketini, madenlerimizi ve
tabii çevremizi bedavaya vermemiz gerekir ve yine
de istenen sermaye gelmeyebilir. Avrupa ülkelerinin
nazarında Doğu Avrupa'yı üretim üssü olarak
kullanmanın cazibesini Türkiye kolay kolay aşamaz.
Tahkim uygulaması ve ilerde MAI'a katılmak da buna
yetmez. Bütün ülkeler bunları uygulamaktadır.
Türkiye'nin ne için yabancı sermayeye muhtaç
olduğunu sormak lazım. Türkiye kendi gayretiyle
tasarruf oranını artırabilir. Yabancı tasarrufa
muhtaç değiliz. Türkiye'nin kalkınmasına
yabancıların yapabileceği gerçek katkı, teknolojik
atılım yapmamıza yardımcı olmaktır.
Ancak bilgi bugün dünyada kıymetli bir meta haline
gelmiştir ve bunu kimse kimseyle paylaşmamaktadır.
Doğrudan yabancı yatırımlar konak az gelişmiş
ülkelerin teknolojik gelişmesine katkı
yapmamaktadır. Çok uluslu denilen gelişmiş ülke
şirketleri, araştırma geliştirme faaliyetlerini az
gelişmiş ülkelere kaydırsa, bunların teknolojik
yeteneklerini geliştirir. Ama bu şirketler araştırma
geliştirmeyi kendi merkezlerinde, gelişmiş ülkelerde
yapmaktadır.
Doğrudan yabancı yatırımın konak Ülkenin teknolojik
gelişmesine katkı yapmasının ikinci şartı ve ölçüsü,
yerli girdi kullanımını artırmasıdır. Dünya Ticaret
Örgütünün Ticaretle Bağlantılı Yatırım Tedbirleri
Anlaşması (TRIMs) az gelişmiş Ülkelerin doğrudan
yatırım yapacak yabancı şirketlerden yerli girdi
kullanımın arttırmasını talep etmesini imkansız hale
getirmiştir.
Özetle Türkiye'nin kalkınma sorununun çözümü, çok
uluslu şirketlerin yatırım kararlarına bağlanamaz.
Kanımca Türkiye'yi bugünkü doğrultuda yönetmeğe
devam edildiği takdirde Anadolu halkının bir özne
olarak varlığı tehlikeye girmektedir. Zira az
gelişmiş toplumlar dünya sisteminin etkisine ne
kadar açılır ise, o ölçüde parçalanma eğilimine
girmektedir.
Sistem dünyada kutuplaşmayı arttırdığı gibi
toplumların içinde de sınıfsal kutuplaşmayı
artırmakta ve bölgesel gelişme farklarını
büyütmektedir.
Kozmopolit bir dünya görüşünü benimsemiş, kendini
dünya vatandaşı olarak gören yurttaşlar için bu
söylediklerimin fazla bir anlamı olmayabilir. Buna
mukabil biraz coğrafi ve kültürel aidiyet duygusu
olan yurttaşlarım beni endişeye sevke eden bütün bu
gerçekler karşısında huzursuz olması gerektiğini
düşünüyorum.
Kaynak: Cem Somel – ODTÜ Öğretim Üyesi