|
Türkiye'nin İthalat Politikası, Değişen Koruma Anlayışı:
İthalatta Haksız Rekabetin Önlenmesi ve Anti-Damping
Vergisi Uygulamaları
Ülkemizde 1980 öncesi ithalatta korumacılık; miktar
kısıtlamaları, yüksek tarife oranları ve kambiyo
rejiminde getirilen kısıtlamalar şeklinde
olmaktaydı. 1980'li yıllar Türkiye’nin ithalat
politikasında ithal ikamesine dayalı uygulamaların
terk edilmeye başlandığı ve aşırı korumacı dış
ticaret politikasının yerini giderek daha açık ve
ihracata dayalı bir politikanın aldığı bir dönemin
başlangıcı kabul edilebilir. Ticarette
serbestleşmeyi amaçlayan bu Dönemde ithalat
politikasında göze çarpan temel değişiklik "koruma
anlayışında kendisini "göstermiştir. Türk
ekonomisinin hassas olarak, kabul edilen bazı
sektörlerinde, yerli sanayinin korunması amacıyla
yüksek oranlarda gümrük vergisi uygulaması devam
etmekle birlikte, özellikle Uruguay Round çok
taraflı ticaret müzakereleri sonrasında ve Gümrük
Birliği kararının yürürlüğe girmesi sonucu AB'nin
Ortak Gümrük Tarifesi (OGT) oranlarının
benimsenmesi ile, gümrük tarife oranlarında önemli
ölçüde indirimler gerçekleşmiştir. O) Buna ek olarak
1993 yılında ithalatta fon kesintisi ve 1994 yılında
da pek çok ithal üründe Toplu Konut Fonu uygulaması
kaldırılmıştır. Diğer bir ifade ile ithalatın
serbest1eştirilmesi yolunda çok önemli adımlar
atıldıgı söylenebilir.
İthalatta liberasyon
tartışmaları kamuoyunda başta yüksek koruma
duvarları arkasında rekabet imkanı bulabilmiş
sektörler olmak üzere korumacılık yanlısı
çevrelerin konuya olumsuz yaklaşmalarına yol açmışsa
da, yukarıda da bahsi geçen gelişmeler ve dünya
ekonomi politiğinin içinde bulunduğu konjonktürel
ortamın da etkisiyle Türk ithalat politikası da
koruma anlayışında önemli değişikliklere gitme
ihtiyacını hissetmiştir. Özellikle 1970'li yıllarda
ve 1980'li yılların ilk yarısında dünya ekonomisinin
içinde bulunduğu darboğaz ve dünya ticaretindeki nisbi azalmanın da etkisiyle, gerek sanayileşmiş,
gerekse gelişmekte olan ülkeler yeni ihraç
piyasaları arayışı içine girmişlerdir. Ülkelerin bir
yandan kendi ihraç ürünleri için yeni pazarlar
ararlarken, diger yandan da bunun yolunun ancak
kendi piyasalarının da yabancı ürünlere açılması
ile mümkün olacağını anlamaları geç olmamıştır. Bu
durum, aralarında Türkiye'nin de bulunduğu çok
sayıda ülkenin iç piyasalarını ithal ürünlerinin
rekabetine açmaları ve ancak uluslararası
anlaşmaların izin verdiği ölçüde bir koruma imkanı
sağlaması gereğini doğurmuştur. Elbette ki bu
gelişme Türkiye' de tüm ithal ürünleri üzerindeki
gümrük vergisi ve miktar kısıtlaması uygulamalarının
varlığını ortadan kaldırmamakla birlikte, yine de
pek çok sanayi dalında alışılagelmiş korunma mentalitesine önemli darbeler vurmuştur.
Halihazırda başta tarım olmak Üzere kimi ithal
kalemlerinde yüksek oranlı gümrük vergisi uygulaması
devam etmekte ise de, özellikle ithalatımızın
yaklaşık yüzde 50'lik bölümünü gerçekleştirdiğimiz
AB üyesi ülkelerin sanayi ürünlerine karşı tüm
vergi ve fonların kaldırılması ithalatın daha
serbest bir şekil almasına katkıda bulunmuştur,
Türkiye, bir yandan ithalatta alışılagelen koruma
araçlarından vazgeçerken, diğer yandan ithalatta
koruma imkanı sağlayacak ve hemen tüm sanayileşmiş
ülkelerin uzun zamandır uygulaya geldiği başka bazı
önlemleri kendi mevzuatına yerleştirmiştir, Bu
bağlamda bilhassa Gümrük Birliği'nin de etkisiyle
Türk ithalat politikası açısından yeni bazı ticari
korunma araçları ile ilgili düzenlemelere
gidilmiştir, Buna göre, Türkiye AB dışındaki ülkeler
ile olan ticari ilişkilerinde Avrupa Topluluğu'nun
Ortak Ticaret Politikası hükümleri ile uyumlu
olabilmesi amacıyla kendi iç yasalarında AB'ninkine
büyük ölçüde benzeyen bir mevzuatı hayata
geçirmiştir. Ticaret politikası önlemleri olarak
niteleyebileceğimiz bu mevzuat genelde ithalatta
belirli durumlarda uygulanabilecek "korumacı"
hükümleri içermektedir. Söz konusu mevzuatın temel
olarak üç ana konuda odaklaştığını görmekteyiz:
1)
Bir malın, ithalatındaki artışın yerli
üreticiler üzerinde yaratacağı ciddi zarar ya da
zarar tehdidi durumunda alınacak korunma ve
gözetim (safe guard) önlemleri;
2) Dampingli veya sübvansiyonlu ithal Ürünlerin iç
piyasada yaratacağı haksız rekabeti bertaraf
etmeye yönelik önlemler; ve
3) Türkiye'nin ticari haklarının korunmasına
yönelik önlemler.
Yukarıda bahsi geçen bu düzenlemelerin, esas
itibarıyla ancak belirli durumlarda ve geçici olarak
yerli sanayinin ithal ürünler karşısında korunması
fikrine dayanmakla birlikte, başta Avrupa Birliği ve
ABD olmak üzere hemen hemen tüm sanayileşmiş
ülkelerde, klasik bir ticari koruma aracı olan
gümrük vergilerinin oldukça düşük oranlara çekilmeye
başlaması ile birlikte, zaman içinde gümrük
vergilerinin yerine korumacı araçlar olarak
kullanılmaya başladığını görmekteyiz, Zira,
antidamping vergilerinin de teknik .anlamda bir
gümrük vergisi olmamakla beraber ekonomik açıdan
benzer etkilere sahip olduğu gerçeğini de göz önünde
bulundurmak gerekir. Antidamping vergilerinin kimi
zaman bazı ithal ürünlerde gümrük vergilerinin çok
üzerinde oranlara ulaşması, zaman içinde kimi yerli
sanayi kollarının antidamping vergisi altında
korunma sağlayabilmek amacıyla dampingli ithalat
karşısında haksız bir rekabete maruz kaldıkları
yolunda sık sık şikayette bulunmalarına yol
açmıştır. Bu da antidamping uygulamalarının gerçek
amacından çıkarak ithalata karşı getirilen ciddi
bir kısıtlama aracına dönüşmesine neden
olabilmektedir,
Ülkemiz açısından bakıldığında, haksız rekabetin
önlenmesi mevzuatının sanayileşmiş ülkeler boyutunda
olmamakla birlikte, korumacı niteliği giderek
kavranan bir uygulama halini almaya başladığı
söylenebilir. 1980'li yıllara gelinceye kadar,
yüksek gümrük duvarları ardında korunma imkanı bulan
yerli üreticilerin antidamping konusunda bir ayrı
mevzuata pek de ihtiyaç duymamaları normaldir,
Nitekim dampingli ya da sübvansiyonlu olarak)
Türkiye'ye girebilecek ithal ürünlerin yaratacağı
rekabet zaten yüksek gümrük vergileri ile, bertaraf
edildiğinden yeni bir yasal düzenlemeye gerek
duyulmamıştır, Bununla birlikte haksız rekabete yol
açan ithal ürünlerine karşı kısıtlı da olsa bazı
önlemler alınması düşünülmüş ve 1615 sayılı Gümrük
Kanununun 21. maddesi ile damping ya da benzeri
yollarla bir malın ,Türkiye'ye girişinin teşvik
edilmesi halinde, sözkonusu ülkenin ürünlerine karşı
bu uygulamayı etkisiz kılacak gümrük vergisi ve
diğer 'önlemlerin alınabilmesi imkanı
yaratılmıştır.
Ancak yukarıda bahsi geçen gelişmeleri müteakip
Türkiye'de ilk defa 1989 yılında 3577 sayılı Kanun
yürürlüğe konmuştur. Ek l' de bahsi geçen tüm
ithalatta koruma ile ilgili mevzuat içinde yerli
üreticiler tarafından en fazla rağbet gören uygulama
aracı ithalatta haksız rekabetin önlenmesi (antidamping
önlemleri) düzenlemesi olmuştur. Bugüne kadar,
"korunma ve gözetim önlemleri" (safeguard)
çerçevesinde usulüne uygun sadece 7 başvuru ,
yapılmışken, antidamping soruşturması başvurusu
toplam olarak 104'tür. Bir başka ifadeyle 100
başvurunun 93'ü antidamping soruşturması
başlatılması ile ilgilidir. Bu 104 başvurusu 46'sı
(yüzde 44'ü) antidamping vergisi şeklinde bir kesin
önlem ile neticelendirilirken, 39 başvuruda (yüzde
37.5) yapılan soru şoruşturmalar neticesinde
herhangi bir korumacı önleme gerek olmadığı
kanaatine varılmıştır. Halihazırda 21 ülkeden 33
ürün üzerinde antidamping vergisi uygulaması devam
etmektedir: Bu önlemlerin önemli bir bölümü başta
Çin Halk Cumhuriyeti olmak üzere çeşitli Uzak Doğu
Asya ülkeleri ile bazı Doğu Avrupa ülkelerinden
yapılan ithalata karşı alınmaktadır.
Avrupa Birliği ve diğer sanayileşmiş ülkelerde
olduğu gibi Türkiye'de de, ithalatta haksız rekabet
soruşturmalarının tüm koruma önlemler içinde en
fazla paya sahip olması, bir tesadüf sonucu olmaktan
daha ziyade bu Uygulama aracının pratikte daha kolay
uygulanabilir olması ve daha yüksek koruma oranları
getirmesinin sonucudur. Bunda, dampingli ithalatın
rekabeti olumsuz yönde etkileyici bir unsuru da
beraberinde getirdiğine olan inan payı büyüktür.
Örneğin AB' de antidamping şikayetlerinin en sık
görüldüğü dönem olan 1980-1989 yılları arasında
yapılan toplam 449 başvurunun 378'i için Avrupa
Komisyonu tarafından soruşturma başlatılmış ve 279'u
antidamping vergisi ya da ithalatçılar tarafından
fiyat yükseltileceğine dair taahhütler ile
sonuçlanmıştır. Buna göre, AB'de yerli bir
sanayinin damping iddiasıyla yaptıgı her 100
başvurunun 62'si şikayette bulunan sanayii koruyucu
bir önlem alınması ile sonuçlanmıştır. Türkiye' de
ilgili yasanın yürürlüğe girmesinden bu yana geçen
10 yıllık süre zarfında ise bu oran yüzde 44
kadardır. Bu oran AB'ye kıyasla az gibi görünmekle
birlikte, ülkemizde bu konudaki uygulamanın yeni
olması ve yerli sanayinin gerek ithalatta haksız
rekabetin önlenmesi gerekse diğer korumacı ticaret
mevzuatı hakkında yeterli bir bilgiye henüz sahip
olmaması, bu tür korumacı araçlara olan yönelimin
artmasını engellemektedir.
Dampingin "haksız"
rekabete yol açabilecek olması, ithalatçı ülkeleri
dampingli ürünlere karşı bir önlem almaya sevk
etmektedir. Esasen, olayın ardında yatan bu iktisadi
olgu gayet açıktır. Uluslararası ticarette damping
genel olarak bir ülkeden başka bir ülkeye ihraç
edilen bir ürünün ihraç fiyatının, normal ticari
işlemler içinde, ihracatçı ülkedeki fiyatından
(normal fiyat) daha düşük olmasıdır. Bir başka ifade
ile;
Damping = Normal Fiyat - İhraç Fiyatı
Bu
durumda bir ürün ithal edildiği ülkede kendi
ülkesinde satıldığı fiyattan ne kadar düşük bir
fiyatla satılırsa, aradaki damping oranı (damping
marjı) o denli yüksek olacaktır. Bu marj soruşturma
sonucunda önlem alınması uygun görülen hallerde
uygulanacak damping vergisini belirtmektedir.
Dampingin bu şekilde tanımlanması bir malın iki ayrı
piyasada farklı fiyatlarla satılması ya da "fiyat
farklılaştırması anlamına gelmektedir. Malın farklı
piyasalarda farklı fiyatlarda satılması her iki
piyasadaki muhtemel farklı arz ve talep yapıları
dikkate alındığında gayet normaldir. Ancak iktisadi
açıdan dampingli ithalatın rekabete olan olumsuz
etkisi, söz konusu malın ihraç piyasasında kasıtlı
olarak ucuza satılması ve bu satışın bir müddet
sonra o piyasadaki yerli üreticileri fiyat rekabeti
karşısında zorlanmaya sevk etmek suretiyle piyasadan
çekilmeye zorlanması ve bu yolla bir tür tekel
oluşturulması ihtimalidir.
Ancak, böyle bir ihtimalin gerçekleşebilmesi birçok
şartın bir araya gelmesine bağlı olacaktır. Bu
şartlardan ilki herşeyden önce dampingli ithalatın
piyasadaki tüm rakiplerini silecek kadar düşük
fiyattan ve bunu gerçekleştirebilecek kadar uzun
bir süre ile devam etmesidir. Böylesi bir durum
çoğu zaman zararına satışı gerektireceğinden, buna
katlanabilmek ithalatçı açısından çok da kolay
görünmemektedir. İkinci olarak, yerli üreticilerin
ve diğer tüm ihracatçıların piyasadan bu kadar
kolay silinebileceği düşüncesi de iktisadi açıdan
tartışmaya açıktır. Ne var ki, mevcut antidamping
(haksız rekabetin önlenmesi) yasaları Hindley'in de
belirttiği gibi bu iktisadi rasyonalitenin çok daha
üzerine çıkmakta ve rekabetin engellenmesi
tehlikesinden daha başka unsurları da kapsar hale
gelmiş bulunmaktadır. Bu unsurların en başında, hiç
şüphesiz, noffi1al şartlarda rekabet gücüne sahip
ithal ürünlerin ithalatının yerli sanayinin bu
rekabete ayak uyduramaması durumunda kısıtlanması
gelmektedir. Daha açık bir ifadeyle, antidamping
mevzuatı hemen tüm ülkelerde haksız (unfair)
rekabetin önlenmesinden ziyade, haklı (fair) bir
rekabet avantajına sahip ürünlerin engellenmesine
dönüşmektedir. Dolayısıyla, asıl haksızlık ithal
ürünlere karşı olmakta ve gizli bir korumacılık
haklı nedenlere dayandırılıyormuş gibi
gösterilmektedir.
Türkiye'den daha.önce antidamping yasasına sahip
ülkelerde zamanla korumacılık yanlısı çevreler
antidamping kavramını istismar eder hale
gelmişlerdir. ,3577 sayılı Türkiye' de ithalatta
haksız rekabetin önlenmesi ile ilgili kanun esas
itibarıyla, dampinge veya sübvansiyona konu olan
ithalatın neden olacağı haksız rekabete karşı bir
üretim dalının korunması veya piyasanın
bozulmasının önlenmesi amacıyla yapılacak işlemlere,
alınacak önlemlere ilişkin usul ve esasları
kapsamaktadır. Ancak, endişe odur ki, ülkemizde de
çeşitli nedenlerden ötürü rekabet sorunu yaşayan
bazı sektörler açısından bu yasa bir tür kaçış
noktası oluşturacaktır.
Aslında, ithalatın ani artışı sonucu yerli sanayinin
zarar göffi1esi halinde, acil bir durumu bertaraf
edebilmek amacıyla bir korunma mekanizması (safeguard)
zaten mevcuttur. Ülkemizde, 95/6814 sayılı
"İthalatta Gözetim ve Korunma Önlemleri ve Tarife
Kontenjanı Hakkında Karar" bu amaca yönelik olarak
çıkarılmıştır. Ancak, yasalaşmasından bu yana geçen
yaklaşık 4 yıl içerisinde yapılan başvuru sayısı
evvelce de belirtildiği üzere sadece 7'dir. Yerli
sanayinin ithalatta liberasyon sürecinin yaşanması
ile rekabette zorlanması karşısında bu mevzuattan
yararlanmakta çekingen davranmaları, buna karşın
Antidamping Yasası'nı(3577) daha fazla
benimsemelerinde yatan temel neden üzerinde
duffi1ak gerekmektedir.
i)
İthalatta korunma ve gözetim önlemleri mekanizması
(safeguard), bir malın aynı ya da doğrudan rakip
mallar üreten yerli üreticiler üzerinde ciddi zarar
veya zarar tehdidi yaratacak miktar ve/veya
şartlarda ithal edilmesi durumunda, bu zarar veya
zarar tehdidini ortadan kaldırmak üzere, sınırlı ve
geçici olmak kaydıyla, önlemler alınabilmektedir.
Ancak, buradan da anlaşılacağı üzere, bahsi geçen
uygulama için ithalatta haksız rekabete yol açan bir
durumun olması gerekmemektedir. Bu durumda "safeguard"
mekanizması yoluyla yerli sanayisini korumayı
amaçlayan ülkenin, örneğin Türkiye'nin başta Dünya
Ticaret Örgütü kuralları olmak üzere uluslararası
anlaşmalardan doğan bir yükümlülük olarak,
ihracatına karşı önlem alınan ülkeye bazı tavizlerde
bulunması zorunluluğu sözkonusu olacaktır." diğer
deyişle, karşı tarafın uğradığı zararı telafi
edebilmek amacıyla ilgili sektörde ya da başka bir
sektörde bu ülkeden olan ithalatını libere edici bir
ek önlem almak zorundadır.
ii) Safeguard mevzuatının uygulanması
esasında bir diğer önemli zorunluluk ise, Öyle bir
yola başvuracak ülkenin yine DTÖ Korunma Önlemleri
Anlaşmasının 12 (4). Maddesi uyarınca bildirimde
bulunmasıdır. Bu uygulanacak önlemin keyfi olarak
değil ve ancak belirli şartların yerine getirilmesi
ile yapılabileceği anlamına gelmektedir. Ayrıca,
yine aynı anlaşmanın 7(3). Maddesi gereği
alınabilecek",koruma önlem her ne şartta olursa
olsun sekiz yılı aşmayacaktır. Türkiye'nin ithalatta
gözetim ve korunma önlemleri ile ilgili mevzuatı da
DTÖ Anlaşması ile uyumlu olmak durumundadır. Buna
karşın, antidamping yasası "haksız" bir uygulamaya
karşı kendini koruma imkanı olarak düşünüldüğü
için, böyle yükümlülükler getirmemektedir.
iii) Bu yükümlülükler Türkiye-AB ilişkilerinde de
korunma gerektiren hallerde benzer şartlara
oturtulduğu için, tarafların birbirleri ile olan
ticari ilişkilerinde genellikle safeguard yerine
antidamping soruşturmalarını tercih etmeleri daha
kolay yoldan bir koruma imkanı yaratacaktır.
Gerçekten de, Katma Protokol'ün 47. Maddesi ve
Gümrük Birliği kararının buna atıf yapan 44. Maddesi
gereği iki taraf arasında bu durum serbest
bırakılmıştır. Yukarıda da bahsedildiği gibi,
damping tesbitinin yapılabilmesi iki farklı
piyasanın karşılaştırılması ile mümkündür. Oysa biz
biliyoruz ki, Türkiye'nin Avrupa Topluluğu ile
oluşturduğu Gümrük Birliği ticari anlamda iki taraf
piyasalarının birleştirilmesi anlamını taşıdığından,
antidamping uygulamasının Türkiye-AB ticari
ilişkilerinde varlığını sürdürmesi iktisadi mantık
açısından da yanlıştır. Nitekim, Neuwahl'e göre,
"damping gümrüklerin, miktar kısıtlamalarının ve
ticaretin akışına getirilen engellerin olmadığı
birleşik bir piyasada damping de sözkonusu olamaz.
Damping soruşturmalarının devamı esasen, iki taraf
arasında Gümrük Birliği'nin henüz tam manasıyla
tamamlanamadığını göstermektedir.
Antidamping mevzuatının safeguard uygulamalarına
göre bu sayılan avantajlarının yanısıra, yine
ithalatta haksız rekabete yol açabilecek
sübvansiyonlu ithalata karşı alınabilecek telafi
edici vergi önlemlerine de tercih edildiği
söylenebilir. Bunun temel nedeni sübvansiyonlu
ithalata karşı açılan soruşturmalarının pratik
zorluklarından kaynaklanmaktadır. Buna göre,
ihracatçı bir ülkenin sübvansiyon uyguladığının
tesbiti dampingin varlığını tesbit etmekten daha
karmaşık ve güçtür. Her ne kadar sübvansiyon tanımı
DTÖ kuralları içinde verilmişse de, gerçek hayatta
ülkelerin ekonomi politikalarında yer verdikleri
muhtelif uygulama araçları, konunun tam olarak
kavranabilmesine engel oluşturabilmektedir.
Antidamping soruşturmalarının antisübvansiyona
tercih edilmesinde yatan en temel etken ise hiç
şüphe yok ki, sübvansiyon soruşturmalarında muhatap
olarak yabancı ihracatçı firma yerine, yabancı
ülkenin muhatap alınması gereğidir. Tahmin
edilebileceği üzere böylesi bir ticari ihtilafta bir
ülke ile uğraşmak bir firma ile uğraşmaktan daha
zordur.
Antidamping mevzuatında dikkati çeken bir diğer
husus da nihai koruma önleminin (örneğin kesin
antidamping vergisi) uygulanmasında siyasi
otoriteye verilen keyfiyettir. Türkiye'de Dış
Ticaret Müsteşarlığı (DTM) - İthalat Genel Müdürlüğü
bünyesinde yer alan İthalatta Haksız Rekabeti
Değerlendirme Kurulu dampinge karşı yapılacak işlem
ve alınacak önlemlere ilişkin gerekli ilke ve
uygulalma kararlarını almakla. sorumlu olmakla
beraber, Kurul üyelerinin büyük çoğunluğu
Bakanlıklar tarafından belirlenmekte ve Kurul'u
siyasi otoritenin etkisi altında bırakmaktadır.
Kanunun uygulanmasında siyasi otoritenin etkisini
göstermesinin bir diğer göstergesi de, nihai karar
konusunda yetkinin Bakanlıkta (DTM'nin bağlı
bulunduğu Bakanlık) olmasıdır. Kurul, bu anlamda bir
karar organı olmaktan ziyade, tavsiye ve görüş
bildiren istişari bir niteliğe haizdir. Bakanlığın
bu görüşleri dikkate alıp almaması tamamen kendi
takdirindedir. Ayrıca, yürürlükteki antidamping
vergisinin süresi, uygulanması, askıya alınması,
gözden geçirilmesine ilişkin yapılacak işlemlere
ilişkin usul ve "esaslara Bakanlar Kurulu karar
vermektedir. Antidamping önlemleri ile ilgili
yasanın siyasi otoritenin denetimine ve müdehalesine
çok açık olması, bir koruma önlem olarak
antidamping vergisi uygulamasının politize olmasına
da yol açabilecektir.
Türkiye' de yeni bir ticari koruma aracı olarak
uygulanmaya başlayan ithalatta haksız rekabete karşı
antidamping önlemlerin bu yönlerinin de dikkate
alınması gerekmektedir. Zira, sanayileşmiş ülkelerde
görüldüğü üzere, bu ticari uygulama aracının da
istsimari ve korumacı amaçlara hizmet edecek bir
hale bürünmesi hiç de zor olmayabilir. Bu itibarla,
konunun önemini kavrayan kimi sektörlerin ithalatın
getirdiği rekabet karşısında görecekleri zararları
dampingli ithalat ile ilişkilendirmeleri mümkün
olacaktır. Bunun bir örneği ekonomik krizin ve
ithalatta serbestleşmenin yarattığı olumsuz etkileri
müteakip, koruma mevzuatına olan ilginin artmakta
olmasıdır.
Kaynak: M. Sait Akman
|